Kısa dalga yayın

27.09.2007

Davulun sesi...

Dün saat 02:00 sularında bilgisayar karşısında otururken dangara dungara diye kulaklarımda yankılanan davulun sesini duyunca yazı yazma ihtiyacı hissettim.

Öncelikle bir anımla başlamam yerinde olur diye düşünüyorum.
Sene 99, -samimi olayım -zamanında mutaassıplığa varmış muhafazakarlığıyla ünlü, memleketim Erzurum'dayım henüz. Okulun son senesi ve dördüncü sınıftayım (çift dikiş olduğundan değil teknik okul olduğundan dördüncü sene,lütfen). Okulun son senesinde olmamızın verdiği rahatlık ve hovardalık sebebiyle sekiz kişi (sınıf mevcudunun tam 2/3 ü, iki kare) laboratuar dersinden (bütün gün) kaçıp her zaman yaptığımız gibi Sadık Dayı'nın kütüphanesine(ertesi gün neredeydiniz diye soran hocalara nazikçe kahvedeydik demek için ürettiğimiz bir tasvir) , fayans dizerek akşam etmek için gitmek üzere yol aldık. Kütüphaneye vardığımızda ne görelim, kepenkler kapalı. Allah, allah diye içimizden bir şeyler geçiriyoruz ama kapalı yapacak bir şey yok. Tek tek bildiğimiz bütün kahveleri dolaşıyoruz, kapalı. Şehirde kol sermeye başlamış kafelere gidiyoruz bir umut, ı ıh, onlar da kapalı. Son senemize kadar öyle kahve mahve gibi kötü alışkanlıklarımız olmadığından böyle bir durumla ilk defa karşılaşıyoruz. Sonradan aklımıza geliyor ki, bugün ramazanın ilk günü. Tekel bayileri, birahaneler vitrin camlarını gazetelerle kapatmış, bütün kahve ve kafeler iftar saatine kadar kapalı aynı lokantalar gibi.
Bize iftar saatine kadar zaman geçirecek bir yer gerekli. Şehrimizin güzide pastanelerine varıyoruz tek tek, yok onlar da kapalı. En son arkadaşlardan birinin aklına, öğretmen evinin hemen üst tarfında yeni yapılan -adını şimdi hatırlayamadığım- iş merkezinin en üst katındaki bir kafe geliyor. bir umur tabana kuvvet cumhuriyet caddesinin öteki ucuna doğru yol alıyoruz. İş merkezine varıp, en üst kata çıkınca kafeyi arıyoruz ki, Veysel'in "gelin lan, buldum burada işte, ışıkları yanıyor, ses de geliyor içeriden" diye seslenmesiyle hepimiz kafenin kapısına yığılıyoruz. Kadir'in, pencereleri kalın tüllerle kapalı, içerisi görünmeyen kafenin kapısının arasından kafasını içeri uzatıp geri çekmesi bir oluyor."Lan oğlum burada oruç basıyorlar", diye bize dönerek şaşkınlığını belirten Kadir'e: "N'olmuş oğlum, ister tutar ister basarlar bizi ilgilendirmez. Soralım bakalım, oyun var mı içeride. Çekil kenara", diyerek kapıyı aralayarak ben dalıyorum kafeye. Hemen hemen hepsinin üniversite öğrencisi olduğu tiplerinden anlaşılan içerideki bütün gözler bende.Hafiften bir baş selamıyla üzerimdeki gözleri savarak "Selamun aleykum abicim, oyun var mı sizde? Okey, kağıt falan?" diye kasada duran adama soruyorum. Aldığım "yok" cevabıyla, bizimkilere dönüp "Bize burdan iş çıkmaz yürüyün", diyerek hepsini iş merkezinden çıkarıyorum. İftardan sonra toplanmak üzere sözleşip, neredeyse gelen iftar vaktiyle evlere dağılıyoruz.

Ramazan denince herkesin aklına hasretle anılan mazi takılıyor. Bende de öyle ama "Nerede o eski ramazanlar" söylemiyle değil elbette. Ramazan yerine göre güzelleşiyor.Erzurum'da yaşadığımız zaman şehrin güzide mahallelerinden birinde, demirevlerde otururduk. askeriye lojmanları, iki üç katlı memur evleri, beş katı bulan şehrin tüccarlarının apartmanları falan yer alırdı mahallede. Cahil cühela hiç bulunmazdı hele mahallede. Ramazanda neredeyse sahura kadar oturulurdu evlerde ve kahvelerde. Ramazan davulcusu sokaklara düştüğünde ayakta olup da yakalayanlar hemen bir halaya bağlardı bu durumu, bizim memlekette davulcular yalnız değil bir de zurnacıyla dolaşırlardı böyle durumlar için. O zamanlar kimse davulcuya bağırıp, çağırmaz, sokaktaki bu tür eğlencelere "nerede saygı" diye sitem etmezdi. Aileler geniş, mahalleler aileydi. Bugünkü gibi insanlar küçücük ailelerine sığınır, mahallelerinden kendilerini soyutlar durumda değillerdi. Hala daha bunun sebebini çözemedim ya neyse! E davulcularımızda davulcuydu, alet işler el övünür misali. Şimdiki davulcular gibi dangara dungara ses çıkarıp dolşamazlardı sokaklarda. O davulların büyüsü yapımında mıydı, çalanda mıydı yoksa biz dinleyenlerde miydi bugün bunu da çözebilmiş değilim. O zamanlarda ramazan davulunun bir gelenek olduğunu savunabilirdim ama şimdi asla.

Koskoca yüreklerimizi, heyecanlarımızı, sevinçlerimizi iyice küçülttüğümüz kabuklarımıza sığdırmaya çalışmıyorduk o zaman. Kabuğumuz oldukça genişti, yo hatta öyle sığınmaya çalıştığımız bir kabuğumuz bile yoktu. Ve ramazan davulu insanları bir araya getiriyordu sabahın bir köründe. Yani bu davula gelenekselliğini veren bir fayda imkanı sunuyordu toplum adına. Şimdi öyle değil, davul artık o tadı, zevki vermiyor hele ki o dangara dungara sesiyle. Biz de dahil hiç kimse heyecanla, tatlı uykusunda o davul dangırtısını beklemiyor artık. Bu yüzden "ramazan on beşi, davulcunun bahşişi" diye kapımıza bıraktığı o zarfı boş çevireceğim artık davulcunun. İsterse kusura baksın, hatta ardımızdan küfretsin. Benim hiç bir işe yaramayan, toplumca bir anlamı kalmayan sadece sabahın köründe sahura 3 saat kala sokak sokak dolaşarak dangara dungara ses çıkaran davulcuya, vicdanıma yenik düşüp anamın tabiriyle ve utanma namına "aman yazık adama, sabahın köründe sokak sokak dolaşıyor" bahşiş vermeye niyetim yok. Davulcuları, kendilerine bu boş gezenin dangara dungarası işini ihale eden muhtarlara-belediyelere havale ediyorum. Artık yok öyle aptal muhafazakarlık. Nerede fayda,orada hayda!
Vay gelenekti de eli boş dönmesin. Faydasız şeyleri ben artık gelenek diye kabul etmiyorum. Kusura bakın efendim. Ben kendimde suç görmüyorum, sabahları kapıda karşılaştığımda tam selam verecekken kafasını göğsüne gömen komşularım olduktan sonra.
Herkese hayırlı ramazanlar, davulcular hariç :)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Türkçe kullan ey millet, dilinden utanma olma illet!

Türkçe yazım kuralarına riayet etmeniz, yazdıklarınızın daha anlaşılır olmasını sağlar.
Türkçe her yerde Türkçe'dir, kağıt üzerinde de internet sitelerinde de.
Türkçe yazım kurallarına bir göz atsam iyi olur diyorsanız bu bağlantıyı tıklayınız.