Kısa dalga yayın

31.05.2005

İstanbul ağrısı

0 yorum

kanatları parça parça bu ağustos geceleri
yıldızlar kayarken
şangur şungur ayaklarımın dibine dökülen
sen eğer yine İstanbulsan
yine kan köpüklü cehennem sarmaşıkları büyüteceğim
pançak pançak şiirler tüküreceğim
demek yine ben
limandaki direkler ormanında bütün bandıralar ayaklanıyor
kapı önlerinde boyunlarını bükmüş tek tek kafiyeler
Yahudi sokaklarını aydınlatan Telaviv şarkıları
mavi asfaltlara çökmüş
diz bağlıyor
eğer sen yine İstanbulsan
kirli dudaklarını bulut bulut dudaklarıma uzatan
Sirkeci Garında tren çığlıklarıyla bıçaklanıp
intihar dumanları içindeki Haydarpaşadan
Anadolu üstlerine bakıp bakıp
ağlıyan
sen eğer yine İstanbulsan
aldanmıyorsam
yakaları karanfilli ibneler eğer beni aldatmıyorsa
kulaklarımdan kan fışkırıncaya kadar
yine senin emrindeyim
utanmasam
gözlerimi damla damla kadehime damlatarak
kendimi yani şu bildiğin Attila İlhanı
zehirleyebilirim
sonbahar karanlıkları tuttu tutacak
Tarlabaşı pansiyonlarında bekarlar buğulanıyor
imtihan çığlıkları yükseliyor üniversiteden
Tophane İskelesinde diesel kamyonları sarhoş
direksiyonlarının koynuna girmiş bıçkın şoförler
uykusuz dalgalanıyor
ulan İstanbul sen misin
senin ellerin mi bu eller
ulan bu gemiler senin gemilerin mi
minarelerini kürdan gibi dişlerinin arasında
liman liman götüren
ulan bu mazut tüküren bu dövmeli gemiler senin mi
akşamlar yassıldıkça neden böyle devleşiyorlar
neden durmaksızın imdat kıvılcımları fışkırıyor
antenlerinden
neden
peki İstanbul ya ben
ya mısralarını dört renkli duvar afişleri gibi boy boy
gümrük duvarlarına yapıştıran yolcu Abbas
ya benim kahrım
ya senin ağrın
ağır kabaranlarınla uykularımı ezerek deliksiz yaşattığın çaresiz zehirler kusan çılgın bir yılan gibi
burgu burgu içime boşalttığın
o senin ağrın
o senin
eğer sen yine İstanbulsan
yanılmıyorsam
koltuğumun altında eski bir kitap diye götürmek istediğim
Sicilyalı balıkçılara Marsilyalı dok işçilerine
satır satır okumak istediğim
sen
eğer yine İstanbulsan
eğer senin ağrınsa iğneli beşik gibi her tarafımda hissettiğim
ulan yine sen kazandın İstanbul
sen kazandın ben yenildim
kulaklarımdan kan fışkırıncaya kadar
yine emrindeyim
ölsem yalnız kalsam cüzdanım kaybolsa
parasız kalsam tenhalarda kalsam çarpılsam
hiçbir gün hiçbir postacı kapımı çalmasa
yanılmıyorsam
sen eğer yine İstanbulsan
senin ıslıklarınsa kulaklarıma saplanan bu ıslıklar
gözbebeklerimde gezegenler gibi dönen yalnızlığımdan
bir tekmede kapılarını kırıp çıktım demektir
ulan bunu sen de bilirsin İstanbul
kaç kere yazdım kimbilir
kaç kere kirpiklerimiz kasaturalara dönmüş diken diken
1949 Eylülünde birader mırç ve ben
sokaklarında mohikanlar gibi ateşler yaktık
sana taptık ulan
unuttun mu
sana taptık

Attila İlhan

30.05.2005

Bir şehirden ayrılmanın ne kadar zor olduğunu biliyorum

0 yorum

Bir şehirden ayrılmanın ne kadar zor olduğunu biliyorum, hele ki o şehir ruhunuza işlemişse senelerce. Ben bu acıyı ilk kez üniversiteye gitmek için, Erzurum'dan ayrılırken yaşadım hala daha içimdedir sızısı. Ayrıldığım şehirde bir parçam kalıyor illaki. hem de yeri doldurulamaz bir parça. Ama İstanbul daha bir başka, sadece iki senedir ruhuma işlemesine rağmen.

Gider ayak epey bi  kulaklarını çınlatacağım İstanbul'un. Aşağıdaki şiir üstad Y.Bülent Bakiler'den...

 

GÖZLERİN İSTANBUL OLUYOR BİRDEN           

 

Seninle bir yağmur başlıyor iplik iplik,
Bir güzellik doğuyor yüreğime şiirden.
Martılar konuyor omuzlarıma,
Gözlerin İstanbul oluyor birden.
Akşamlardan, gecelerden, senden uzağım
Şiirlerim rüzgardır uzak dağlardan esen
Durgun sular gibi azalacağım
Bir gün, birdenbire çıkıp gelmesen.
Şarkılarla geleceksin, duygulu, ince
Yalnız gözlerime bak diyeceksin.
Ellerim usulca ellerine değince
Kaybolup gideceksin
Bir elim seni çizecek bütün pencerelere
Bir elim seni silecek.
Kalbim: Ebemkuşağı; günde bin kere
Senin için yeni baştan can kesilecek.
Ne güzel seni bulmak bütün yüzlerde
Sonra seni kaybetmek hemen her yerde
Ne güzel bineceğim vapurları kaçırmak
Yapayalnız kalmak iskelelerde.
Seninle bir yağmur başlıyor iplik iplik,
Bir güzellik doğuyor yüreğime şiirden.
Martılar konuyor omuzlarıma,
Gözlerin İstanbul oluyor birden.

27.05.2005

bu şehir

0 yorum

İstanbul üzerine ne üstatlar ne dizeler dökmüş. Bu şehire gelip de ayrılmak zor derler ya hani yalan değilmiş. Az kaldı ayrılığa inşallah dönüşte de yine bu şehrin çilesini çekeceğim. Ama aşağıdaki dizeler Candan Erçetin ve Ceza'nın sesinden başka bir anlam katıyor bu şehire:

ŞEHİR

bu şehir insana tuzak kuruyor
bu şehir insanı uzak kılıyor
bu şehir insanı hayli yoruyor
bu şehir insanı hep kandırıyor

senin için yazılmış her şiir bu bedenin olsa keşke
bak bir ömrü verecem işte
bu şehir benim bir demir atmış ki gönlüm yosun tutmuş
limanda kalmış toprağında servetim var
anılarım çocukluğum ve geleceğim
bağlamış elimi kolumu
ne kadar uzağa gitsem de kopamadım
ne kadar yakınsam ona
ben o kadar uzağım ondan
her taraf tuzak her bir yer yalan
tutulmamış ki hiçbir söz
hep yalan dolan var

bu şehir insana tuzak kuruyor
bu şehir insanı uzak kılıyor
bu şehir insanı hayli yoruyor
bu şehir insanı hep kandırıyor

gel bu şehrin havası böyle kalsın
aynalar yalancıdır
bu şehrin dört bir yanında ayna var alımlıdır
bir kandırır ki anlamazsın
verilen sözler unutulur
belki yarına umut olur
fakat bu şehir unutturur
bazen hatırlatır ve ağlatır güldürür
bir gün yaşarken bir gün öldürür
bir türküdür bu duyduğun senin için
dikenli gül ve yaşanacak bir gündür
bu şehirde doğdum bu şehirde söndüm

gel biz şehrin havasına hiç uymayalım
birbirimize verdiğimiz sözlerin hepsini tutalım
bir de şehirli türkü tutturup karşılıklı seninle
şehre inat dert üstüne dert koymayalım ayrılmayalım

gönül bir bağlanmış ki sorma
her güneşli gün ve her yıldızlı geceyi özler o da bizim gibi
kardeşiz biz sanki, yağmuruyla ıslanan ağaç gibi
kökünden bağlı kopmaz, özümdür o bilinmez
sözüm var and içilmiş bir günde dört mevsimmiş
bu şehir benim ve bu şehir bizimmiş anla
pes etmedik umutla yürüdük işte her gün aynı yolda
bırakmam, terk etmem ben gitmem bu şehirden

gel bu şehrin havası böyle kalsın, tuzakla dolmuş her yer
yorulmuş tüm bedenler acep neden?
bırakmam, terk etmem ben gitmem bu şehirden

söz CANDAN ERÇETİN, CEZA

20.05.2005

adını koyamadım

0 yorum

Yürekler dönüyor, durmak bilmez bir hızla
Mezar taşları hayata bir ışık
Ebedi bir eser bırak mı dünyaya?
Koş bak dönen yüreklere
Hangisi, hangi yöne dönmekte
Yoksa bir rüzgar mı, dönmelerini engellemekte
Kollar açılmış iki yana, koşarken hülyaya
Araya dikenli teller girmekte, üzerinde kemgözler
Kem kem bakmakta hayata
Kem bakan gözleri şefkat dağlamakta
Alınacak bir damla nefes, bir yudum hayat, bir nebze can
Kanla anlar yazılmakta toprağa
Tarih boyunca silinmeyecek tek yazı varsa dünyada
İşte, o da an be an dünyada yeniden okunmakta
Silinemez, asla silinemez
Toprağa yazılan anlar
Zihinler sus pus; gözler bangır bangır bağırmakta
Zulüm var, zulüm sefil yüreklerde
Medeniyet orta doğu beşiğinde alimler tarafından
Sallana sallana büyümekte
Kara yağız bu delikanlıya
emperyalizm çakalları sulanmakta asırlardır
lakin bu delikanlı zor adam,
medeniyetleri tek tek savurup atmakta sırtından
bitecekler delikanlı!
Sen başkaldırdıkça, belki başkaları gelecek
Ama bitecekler, bunda şüphe aranmamakta
Sadece an kollanmakta

pişman olursunuz

0 yorum

"ne istiyorsunuz benden?
silahınız bıçağınız da vardır sizin
ama pişman olursunuz baştan söyleyeyim"

tekme tokat dalabilirsiniz bana,
ama o alıştığınız sesleri duyamazsınız benden
attığınız her yumrukta;
vatanlarından sürülmüş mazlumların feryatlarını duyarsınız
kemiklerimi kırabilirsiniz;
ama çıtırtılarını duyamazsınız asla!
ancak kafalarına dıpçik darbesi yiyenlerin sabrını duyarsınız
hadi durmayın bıçaklayın
bir damla kanım akarsa ne olayım
kan akmaz benden
analarının kucağında can veren bebelerin
gözyaşları akar fırat misali damarlarımdan,
durmayın, öldürün
öldürseniz de ruh çıkmaz
yad ellerde, zalim mekanlarda işkence gören
mazlumların şahadetleri yükselir bedenimden
gözlerimi oysanız ben yine görürüm
masumların çektiği acıları
göğsümü yarsanız ciğerimi, yüreğimi göremezsiniz
oluk oluk kanla sulanmış
topraklarda açan gül goncaları
işte onları, onları görürsünüz!

kalemim

0 yorum

Kullanmayı bilemedim bana bahşedilmiş kalemi
Çok az kaldı
Hep can sıkıntısında boş kağıtları karalamakla
Kalemin de canına tak etti eminim

Herkes elindeki kalemi hunharca harcarken
Önündeki sayfaların boş kenarlarında ben gibi
Ben bir şeyler yazmayı düşünüyordum
Elimde sayfa kenarlarını karaladığım kalemle

Fark ettiğimde çok geç değildi diye düşündüm
Karalamaktan vazgeçip
Artık anlamlı kelimeler dökebilirdim
Pırıl pırıl beyaz sayfalara
Pırlanta gibi gönüllere rehber olacak
Onlara kalemini kullanmayı öğretecek kelimeler
Ve belki, belki
Beni de yazdıklarımı yapmaya itip
Sayfa kenarlarındaki karalamalarla
Vakit geçirmekten kurtaracak kelimeler

Az kaldı kalemim ama
Artık ne yazması gerektiğine karar verdi gönlüm
Pırıl pırıl beyaz sayfalara
Çok şükür ki yaradana
Etrafı karalanmış sayfaları kaldırdım bir kenara
Belki etrafı karalanmış olabilir ama
Onlarda da hayatım yazılıydı
Kaldırıp atmak olmazdı…

siyah ve beyaz

0 yorum

Tarih boyunca biri kötülüğü biri iyiliği temsil etmiştir, çeşitli felsefi yaklaşımlarda hep bu iki kavram kullanılmıştır. Siyah kötülüğü, korkuyu, huzursuzluğu temsil etmiş; beyaz ise iyiliği, güzelliği, temizliği, saflığı.

Ama aklıma takılan bir şey var, aslında çok şey var da ilk aklıma takılan şu:

Düğün törenlerinde gelinlerin beyaz gelinlik içinde olmaları ve damatların ise giysi olarak siyah takım elbise tercih etmeleri ve bunların modern dünyada bir gelenek haline gelmesi nedendir? Düşündüm ve kendimce bir cevap buldum. Gelin, giydiği beyaz gelinlik ile sevdiği, vardığı insana “ bak işte sana bütün saflığımla teslim oluyorum” demeye getiriyor damadımız ise giydiği siyah elbise ile “ iyi, hoş bütün saflığınla bana geliyorsun ama ömrüm boyunca bana çektireceğim ızdırabı da bir tek ben bilirim” diyerekten bu hüznünü kendilerini bu mutlu(!) günlerinde yalnız bırakmayan bütün eş, dost, akrabaya sessiz bir çığlık olarak duyurmaya çalışıyor. Tabi bu kişisel bir görüş.

Çoğumuz biliriz ki; her iyinin içinde bir nebze kötülük, her kötünün içinde ise bir nebze iyilik çekinik olarak kol gezer. Ve insanoğlu hayatını bu iç çekişme ile sürdürüverir. Kısa bir hikaye vardır bu konuyla ilgili.

Küçük çocuk yanına kalmaya gittiği dedesinin bahçesinde biri siyah öteki beyaz renkli iki tane köpeğin kavgaya tutuştuğunu ve birbirlerinin peşinin hiç bırakmadıklarını görür ve dedesine sorar:

" Dede bu köpekler niye kavga ediyorlar?"

" Bak evladım, beyaz olanı iyilik olarak gör siyah olanı da kötülük. Hayatımızda olduğu gibi iyilik ve kötülük sürekli kavga halindedir. Bunlar da aynı öyle."

" Peki dede, bunlardan hangisi galip gelir?"

" Hangisini daha çok beslersem, elbette o galip gelir."

Bir çoğunuzun zihninden yükselen sesleri duyar gibiyim. Bu devirde kime güvenip de iyilik yapabiliriz değil mi? Her konuda olduğu gibi bu konuda da atalarımızın tecrübeleri derdimize tercüman oluyor, “ iyilik yap denize at; balık bilmezse Hâlik (Yaradan) bilir”. Manevi hayatı iniş ve çıkışlarla dolu insanlar için bu söze kulak kabartmak oldukça zor olacaktır.

Küreselleşme olgusu altında dünyayı saran materyalist düşünce, tek tip insan yetiştirmeyi ve insanların zihnindeki muhakeme dürtüsünü yok etmeyi planlamış, insanların kazandıklarını daha ceplerine koymaya fırsat vermeden ele geçirmeye çalışan kapitalist yaklaşım ne yazık ki toplumumuzun manevi hayatını rafa kaldırmaya yönelik çalışmalarına bütün hızıyla devam etmektedir. Bu sebepledir ki insanoğlu kendinden başka herkesi potansiyel bir kötülük kuyusu olarak görmekte ve kendini de içine çekebileceği düşüncesiyle gittikçe sosyal hayattan kopmakta ve bireyselleşmektedir. İşte bu söz konusu kavramlar insanların içindeki iyiliği beslemesine engel olmakta ve insan ister istemez kötülüğün lehine çalışmaktadır.

Olanca hızıyla bireyselleşmeye koşan insanoğlu kapitalizmin istediği şekli almaya başlamıştır. Hayatta tek gayesi, saatlerini harcayarak cebine koyduğu paraları dolabına sıra sıra asacağı elbiseye, ayakkabılığa sıra sıra dizeceği model model ayakkabıya, içini son moda eşyalarla donatacağı bir eve, yazlığa, kapısının önüne çekeceği son model bir otomobile harcayıp kendisini bunlarla kandırıp yalancı bir mutluluk deryasına atlayacak olan insanların sayısı günden güne artmakta ve medya organları da bunları boy boy afişe etmektedir. Sonrasında kendisini anti depresanlara, alkole, uyuşturucuya teslim edecek olan bir insan elbetteki sağlıksız ve bel kemiği kırılmış bir toplumun temelini oluşturacaktır.
Gelişmekte olan bir ülke olarak gelişmek için gösterdiğimiz kararlılık elbetteki böyle bir toplum yapısıyla bizi kendisine köle etmiş bir gücün eline mahkum kalmış olacaktır.

Gelenekler, adetler, inançlar rafa kalktığı zaman ahlaki düzeni ayakta tutan direkler de güç kaybetmiş olacaktır. Bir zamanlar dil, kuşaklar arasındaki anlaşmazlığın tek sebebi olarak görülmüş ve bu görüş bahane edilerek dilin saflaştırılması çalışmaları başlamıştır. Ve fakat bu devirde bırakın kuşaklar çatışmasını aynı kuşaklar dahi birbirini anlayamaz duruma gelmiştir. Sadece dile bağlanan kuşaklar çatışmasında yeni kuşakların yitirmeye başladığı ahlaki ve manevi değerler göz ardı edilmiştir. Toplum dini ile sosyal hayatı arasına sıkıştırılmaya başlanmıştır. Laikliğin muhafazası adına atılan bilinçsiz adımlar, sosyal hayatta kendisine yer edinmeye çalışan nesli ahlaki değerlerden ve tabii ki ahlaki değerlerin en önemli faktörü dinden uzaklaştırmaya doğru bir yola çıkmıştır.

İki kelime söylesem neleri çağrıştırır acaba size?
Martı, karga.

İlk aklınıza gelen şüphesiz martı beyazdır ve karga siyahtır. Martı saf, temiz bir hayvandır. Karga ise pis ve iğrenç bir hayvandır. Ama bilmem hiç gördünüz mü? Çöplüklerde ve hayvan leşlerinin başında genelde martılar tüner!!!

boş çerçeve

0 yorum

Yanımda olmasını ve yanlarında olmayı istediğim o kadar çok şey var ki; hepsinin fotoğrafını çerçeveletip asarsam evimin duvarlarına, o kalabalıkta hiç birinin bir anlamı olmayacağını anladım.

En çok sevdiklerimi assam, bu sefer diğerlerine ve duygularıma haksızlık edeceğim. En güzeli, evet en güzeli bu; şöyle güzel bir ahşap çerçeve alıp asmak duvara, hangisini istersem o an orada bulmak.