Kısa dalga yayın

31.12.2005

Eskiyorum...

0 yorum

İnsan, üzerindeki giysilerin eskimesine hiç sevinir mi? Sizi bilmem ama ben seviniyorum. Bir çok şey eskidiği zaman insanda ister istemez bir mutsuzluk duygusu belirir, üzülür hatta çok değer verdiği bir kazak için kendini bile kahredebilir. Eskidiğini hissettiğimiz bazı şeylere bazen harcadığımız para bazen de verdiğimiz manevi değerden dolayı üzülürüz.


Eskimek, sonuçta kayıptır. Eskidikçe zaman geçer ve bu bir asker için tutunacak bir umuttur. Üstündeki kamuflaj eskiyorsa, zaman geçiyor, şafak atıyor ve sen o kışlada eskiyorsun demektir. Bunu fark ettiğin anı kendine bir miat biçersin.


Kamuflajlarım eskiyor, ilk üstüme giydiğimde bol, hımbıl duran kamuflaj artık küçülüyor. Kamuflaj ağarıp, küçüldükçe kışladan ayrılma vakti de yaklaşıyor.

23.12.2005

Ben de adam gibi sevmiştim...

0 yorum

İbrahim abimizden Adam Gibi

ADAM GİBİ

Ben seni hiç sevmedim ki

Durgun akşamlarda söylediğimiz şarkıları sevdim

Bir çiçeğe gülmeni, bir güle benzemeni sevdim

Birde yıldızları sevdim

Eylül akşamlarında gelip,

Gözlerinde tutulan.

Ben seni hiç sevmedim ki

Beni yola koyduğunda ayrılmayı sevdim

Kurşunları sevdim beni vurduğunda

Ağlamayı sevdim unuttuğunda

Yalnız olduğumu anladığımda

Ayakta kalmamı sevdim

Yıkılmamı sevdim seni hatırladığımda

Ekmeği sever gibi sevdim sensizliği

Su gibi özledim Temmuz güneşinde sesini

İkindide yağmur gibi

Geceleyin yağan yağmur gibi sevdim seni sevdiğimi

Ben seni hiç sevmedim ki

Kuşlara şarkılar öğretmeni sevdim

Menekşeyle konuşmanı

Nisan'a hatırlatmanı

Baharın bir adının da yalnızlık olmadığını

Düştüğün zaman kanayan yaralarını

Ve tuhaflığını üşüdüğün zaman

Sakız satan çocukları

Yeni çıkan şarkıları

Her kaybettiğinde kazanan yanlarını sevdim

Denize düşmüş gül gibi düştüm ateşe

Ben yangını sevdim yandığım zaman böyle işte

Ben seni hiç sevmedim ki

Bir gece bir ceylan indi dağdan kalbine

Bir gece bir şiir gibi kibrit alevinde

Alemin ortasında, kimsesizliğin sesinde

Buğusunda sabahın, acımasızlığında ahın

Ağlayan yüzünde İsa'nın

Ferahlatan gücüyle duanın

Korkutan yanıyla nar'ın

İncenin, zeytinin ve kalbin üstüne

Gülün üstüne

Tutunduğum umudun üstüne

Korkunun üstüne

Hep senin üstüne, hep senin üstüne

Ben seni hiç sevmedim ki

Gittiğin zaman gitmeni sevdim

Evreni sevdim geldiğin zaman

Kalmanı sevdim

Korkuyordum sana alışmaktan

Yine de sevdim gülümsemeyi

Mendilimi sallarken, seni götüren trenin arkasından

Kırlara ilk kar düştüğü zaman

Ölümünün ne güzel olduğunu sevdim

Seni içimde öldürdüğüm zaman

Ben seni hiç sevmedim ki

Durgun akşamlarda söylenen şarkı neyse

Bir çiçeğe gülmeni, bir güle benzemeni sevdim

Birde yıldızları sevdim

Eylül akşamlarında gelip,

Gözlerinde tutulan.

Düştüğün zaman kanayan yaralarını

Ve tuhaflığını üşüdüğün zaman

Sakız satan çocukları

Yeni çıkan şarkıları

Her kaybettiğinde kazanan yanlarını sevdim

Denize düşmüş gül gibi düştüm ateşe

Ben yangını sevdim yandığım zaman böyle işte

Ben sevdim mi adam gibi severim

1.12.2005

Nöbetçinin Türküsü

0 yorum
Gece 2-4 Nöbetinde ayazın altında nöbet tutarken iyi giden bir şarkı, mekanın cennet olsun Cem Baba...

 

----

 

bana yazdigin son mektubun ucunu bu sefer bilerek yakmamissin
sehre gitmeye karar verdigini soyluyorsun; sen bilirsin
verdigin bu kararin sen farkina varmamissin

 

nöbette geceleyin
ses geliyor daglardan
artik bir dönüsün yok
düstügün o yollardan

yar beni, o yar beni
ille de yar, o yar beni
dagdan gelen ses degil,
mezara yar koyar beni

sehirler güler ama
kurt gibi kapar seni
hayat güzeldir ama
sermaye yapar seni

nöbette geceleyin
ses geliyor daglardan
artik bir dönüsün yok
düstügün o yollardan

yar beni, o yar beni
ille de yar, o yar beni
dagdan gelen ses degil,
mezara yar koyar beni

seni affedemem ki
çektin gittin yoz oldun.
sana yar diyemem ki
dile düstün söz oldun.

yar beni, o yar beni
ille de yar, o yar beni
dagdan gelen ses degil,
mezara yar koyar beni

Sonbahar

0 yorum

Sonbahar!


Sonbahar diyince akla ilk gelen sararmış yapraklar ve hoyrat esen rüzgar olmalı herhalde. Aksini istisna da olsa, iddia edenler çıkacaktır ama hiç önemli değil, istisnalar kaideyi bozmaz derler.


Sapsarı yapraklarla kaplı yollarda yürürken, ayakların altında ezilen yapraklardan çıkan sesler ve hoyrat rüzgara sevgilinizle birbirinize sarılarak eşlik ediyorsanız  sonbaharın tadını çıkarıyorsunuz demektir.


Her son yeni bir başlangıçtır ne de olmasa, yazın bitişiyle gelen sonbahar da yeni bir aşk macerasının habercisidir. Sonbaharın yaprak dökümü her ne kadar şarkılarda şiirlerde hicranı tasvir etmekte kullanılsa da benim için tam aksi şekildedir. Olayların sonbaharda yaşandığı, adında sonbahar bulunan filmler, sonbahara sitem ve küfür edilen, ayrılığa sebep gösterilen şiirler, büyük ayrılıkların sonbaharda yaşandığı aşk romanları vs. ile insan ömründe bir dönüm noktasıdır sonbahar. Sonbaharın bu kadar kıymetli olduğunu anlamak için sonbaharın tadını layıkıyla çıkaramamak gerekiyormuş. Kışla dışında sonbaharı sevmeme rağmen kendisine hiç bu kadar değer biçmemiştim.


Şu an sonbahardayız. Rüzgar, bırakın hoyratlığı deli gibi esiyor Beşiktepe’de. Bu sonbaharı sabah ve akşamları sararmış-kızarmış kavak, söğüt yapraklarını rüzgara, ağaçlara küfrederek diğer arkadaşlarla birlikte mıntıka yaparak yaşıyorum. Topladığım her yaprakta sivil hayatta ağzıma almaya imtina ettiğim bin bir küfür savuruyorum. Topladığım her yaprakta, sevgilimin yanağına bir öpücük kondurmayı özlemle hayal ediyorum.


Çılgınca, kurumuş yaprakların üzerinde, havada uçuşan yaprakların altında koşturmak varken ben sonbaharı yaprak yaprak toplayıp çöpe atıyorum. Ben sevdaya yaprak yaprak hasret besliyorum. Ve ben artık sınıra dayanıyorum. Bu kadar zalimlikten sonra hangi yaprak bana sonbaharın eski tadını verir diye çok ama çok merak ediyorum…


 

Sonbahar Rüzgarları

Düşen bir yaprak görürsen
Beni hatırla demiştin
Biliyorsun seni ben
Sonbaharda sevmiştim

Her sonbahar gelişinde
Sarı sarı yapraklarla
Kuru dallar arasında
Sen gelirsin aklıma

Rüzgarla düşen yapraklar
Daima senin hayalin
Yine bir sonbaharda
Döneceksin sen bana

Her sonbahar gelişinde
Sarı sarı yapraklarla
Kuru dallar arasında
Sen gelirsin aklıma

7.08.2005

Farkında mısın? ...

1 yorum

Sevdiğim Bilmem Farkında mısın?


Söylenmemiş En Mübarek En Aziz,


Duygularla Çepeçevre Çaresiz,


Sana Bağlandığımın Farkında mısın?


 


Demeden Yakın Irak


Bulutlarla Savrulup, Irmaklarla Akarak


Sana Anne Diyen Dilleri Kıskanarak


Kapına Geldiğimin Farkında mısın?


 


Bütün Kadınları Düşündüm Tek Tek


Sensin Benim İçin En Güzel Örnek


Seni Dinleyerek Seni Görerek


Nasıl Bağlandığımın Farkında mısın?


 


Seni Göremedim Diye Bu Sefer


İçimde Bin Türlü Duygunun İsyanı Var


Turnaların Gökyüzünü Sevdiği Kadar


Seni Sevdiğimin Farkında mısın?


Yavuz Bülent Bakiler

6.07.2005

Aha bi de güzel bir şiir...

0 yorum

DÜŞENİM

 

     Sızına eş tenine gölge hayalim


  varsay ki, göğünden düşenim


  ıslanırsan şayet unutulur sessizliğim,


    unutulur kimsessizliğin


  bir sen kalırsın geriye


  senden öte


  ne?...


  Bir çiy düşse içime içine


  senden,


  benden,


  yaprağından süzülen


         hayattan başka ne kalırdı bize


  'Hiç' tükendi


  'hiç' kalmadı


  bırak düşeyim ben tenine gölgene


    kalırsam hayat


    kurursam hayat.


Yusuf VAROL

Sonunda...

0 yorum
Öyle yada böyle vardım Malatya'ya. saat 10 a geliyor ama müthiş bir sıcak var. şehrin her yanı asker kaynıyor her köşeden bir keltoş çıkıyor burda :D Yavşak muavin bi de arabada hababam askerdeyi seyrettirdi dalga geçer gibi...

 


SİL


 


Yeni cep telefonuma eskisinin rehberini geçiriyordum dün...


Baktım, bazı isimlerin numaraları duruyor; kendileri yok...


Bir deprem sonrasının hazin sınıf yoklaması gibi:


"- Cem Karaca?"


"- Yok!"


"- Barış Manço?"


"- Yok!"


"- Erol Mutlu?"


"- Yok!".


"- Melih Kibar?"


"- Yok!"


 


* * *


 


Sanki mazinin kumsalına yazılmış isimler... Eninde sonunda geleceğini adımız gibi bildiğimiz halde hiç gelmez zannettiğimiz bir dalga geliyor ve yıllar yılı özene bezene sahile işlediğimiz o güzelim yazıları bir darbede siliyor. Kum gibi dağıtıp ummana sürüklüyor.


Sonrası boşluk... Sonsuz bir boşluk...



* * *


 


Yitik dostların, tanışların ekrandaki isimleri üzerinde geziniyor parmağım... "Sileyim mi" diye soruyor telefon...


Başparmağın ucunda bir ömür...


Can, bir tuş mesafesinde...


"Sil" komutuna elim varmıyor.


"Sil"mek ihanet gibi geliyor.


 


* * *



Rehberim isim dolu... Kimi canlı, kimi ölü... "Sil"meye kıyılamamış nice isim, yaşayanlarla birlikte duruyor orada... "Yaşayanlar" dediğim, sırasını bekleyenler... Kim bilir hangisi, hangisinin ardı sıra... "Ha 3 gün önce, ha 5 gün sonra..."


Kimi vakitli, kimi apansız, bir anda...


Rasgele arıyorum yitenlerden birini...


Gençten bir kadın sesi yanıtlıyor:


"Aradığınız numaraya şu an ulaşılamıyor."


Gelecekte ulaşılması da mümkün görünmüyor. "Daha sonra tekrar deneyiniz" tavsiyesine gülüyorum.


Denemeye söz veriyorum.


Ölmüş de hafızadan silinmemiş dostlar, ölmeden silinenlerden daha uzun yaşıyor bu rehberde...



* * *



Hep merak ederim:


Nereye gider bu bilgisayarların, cep telefonlarının posta kutularından silinen mesajlar, mektuplar, yazılar...


Onca harf, cümle, satır?.. Sanal âlemin görünmez kablolarına tutunup bir ekrandan yüreklere ulaşan haykırışlar, özlemle tuşlanmış, mesaj kutularında saklanmış aşklar... ne olur silinince?..


Uzay boşluğunda dağılır mı?


Yoksa bir yerlerde saklanır mı?


Bir gün yeniden toplanır mı?


Silinmiş yazılar diyarında...


Bir pişmanlık kurultayında...


Ya ölenler?


Onlar hangi keşfedilmemiş ülkeye gider?..


 


* * *



Galiba hayattan kayıt sildirdikten sonra ilkin gelip sevenlerinin hafızasına kaydoluyorlar.


Bilgisayar gibi değil insan hafızası...


Bir tuşluk "sil" komutuyla silmiyor sevdiğini... silemiyor.


Emir, ferman dinlemiyor.


Hatıralara sarıp saklıyor orada... anıyor, yâd ediyor, "yaşatıyor".


Belki hiç unutmuyor ve yanına gidene dek orada koruyor. Belki -5-10 yıl sonra- bir gün "hafızası doluyor", onu silip yerine bir başka ismi yazıyor.


İşte insan asıl o zaman "sil"iniyor.


Sözün özü, demem o ki;


Unutmazsak yaşatırız!
 


Can Dündar

24.06.2005

Buruk bir sevinç...

0 yorum

Uzun zaman sonra nihayet Erzurum'dayım. Yolculuk perişan etti beni, boynum, sırtım, bacaklarım her yanım tutuldu. Ulan bu kadar perişan edeceğini tahmin etseydim İstanbul'a döner uçakla gelirdim buraya. Yolculuk için bile ham kalmışım  yauuu.

Nenemi Antalya'ya götürmüşler, yetişemedim. Valla artık Antalya'ya da gidemem. Bok var sanki kadını kaçırır gibi Antalya'ya götürüyorlar!!!!

Haziran 24 ama hava güneşli olmasına rağmen epey soğuk iyi ki temkinli gelmişim. Palandöken tepelerinde kar var. Ama bu şehrin havasını solumak harika bir duygu. Kaleye çıkacam, ovaya karşı türkü söyliyecem. Ama en önemlisi harika bir döner veya iskender yemeyi planlıyorum, Bursa'yı bilmem ama bizim buralarda harika yapıyorlar. Bol tereyağlı, süzme yoğurtlu ööööffff.

Arkadaş her gelişimde değişim, değişim... Bir çok yerin doğal gaz tesisatı tamamlanmış. Site, iş merkezi ve alt-üst geçit inşaatları tam gaz devam ediyor. Evet, evet umut var bu şehirde.

Hazır Erzurum'a gelmişken burdan da bir kaç türkü ulaştırayım ilgilenenlere:

Davul zurna açış
Huma Kuşu
Seyreyle Güzel

Pınar başından bulanır

18.06.2005

Oyyyyyy oy

0 yorum

İşin gücün devir teslimi yaptık vardık baba evine ama vardığıma da varacağıma da pişman oldum desem yeridir. Bir haftadır boya badana, ev taşıma derken anam dinim ağladı. Arkadaş lojman değil mi, hepisi aynı bok. Bu eve harcadığımız boyayla alçıyla yeni bir ev dikerdik be.


Babamdan asgari beş seneliğine bir daha ev değiştirmeyeceğine dair noter onaylı taahhütname istedim, şu evi dizelim hemen tutup kolundan götürecem notere.

Bu kavga gürültü içinde bizim yavrukurtdun geyiqleri olmasa hiç çekilmezdi bu iş.

Evi taşırken malzeme lazım oldu ufaklık yanımdan geçerken ben yırtınıyorum:
- lan inek babama sor bakalım spatula nerde?
- ne sorayım?
- spatula nerde!
- ne sorayım abi anlamadım?
- Lan inek git havuz problemi sor!
gitmiş babama:
- baba, bir musluk bir havuzu şu saatte dolduruyor, iki musluk şu saatte. diğer musluk tek başıuna ne kadar sürede doldurur?
babam:
- lan eşşoğlueşşek ne yapıyosun bu iş güç içinde dalgamı geçiyorsun?
- yok baba havuz problemi soruyorum sana, abim dedi.
- lan olm geçirecem şimdi bu keseri kafana çek git!!!

10.06.2005

Hoşçakal İstanbul!

0 yorum

Evet, ayrılık vakti geldi. Artık yokum İstanbul.
Gidişim suskun oldu fakat dönüşüm muhteşem olacak... :P

İstanbul'a geldiğim günden beri maddi, manevi desteğini esirgemeyen herkese şükran borçluyum. Özellikle Dohtur Kenan Abi senin yerin başka, bilesin.

Beni aileden sayan kendi çocuklarından ayırmayan, ortağımın ailesi Kocaoğullarının hakkını ödemek mümkün değil. Onlara da şükranlarımı sunuyorum. Gülayan Teyze, Muhteber Teyze, Nizam Amca, Adnan Amca, Soner, Yener, Harun veee Umudum sizlerin hakkını nasıl öderim?

Ve vedalaşamadığım bütün dostlardan özür diliyorum.

7.06.2005

Vasiyetim...

0 yorum

Offff offfff bu askerlik öncesi stresi öldürecek beni, taaaaaa yılbaşından beri bu stresi yaşıyorum. Önce mayıs dediler o zamana hazırladım kendimi, tam gittim gidiyorum derken hoooooop temmuza sarktı sevk işi. Tarif edemeyeceğim bir gerginlik yaşarken sıkıntı denizinde boğulmadan önceki son kulaçlarımı atıyorum.

Ne yapayım ne yapayım derken aklıma ayrılık vasiyetini yazmak geldi. Heheheh şimdi okuyanlar diyecek ki; "ulen neyin vasiyeti bu"? Ben de size ne, sadece beni tanıyanları ilgilendirir, diye cevap vereceğim.

VASİYETİMDİR

Yaptığım bütün web sitelerinin telif haklarını firmam ONKO Network'e bırakıyorum.
Bunlar üzerinde düzenleme yapacak kişilerin, düzenlemeye girişmeden önce  sanatsal bir kaygıyı göz önüne alarak çalışmalarımın genel görünümü üzerinde değişiklik yapma hakları olmadığını belirtmek istiyorum. Sadece güncelleme yapmalarına izin veriyorum. Onun dışında revizyon işine girişmeden doğrudan sitelerimin ortadan kaldırılmasını istiyorum, sakın ha sakın üzerinde elleşmeyin.

Kodladığım emlak sitesi ve alış veriş sitesinin haklarını ONKO Network'e bırakıyorum. Sıkışık zamanımda üç-otuz paraya sattığım scriptleri alan fırsatçı-sömürgeci coder(!) takımının emeklerime değer vermedikleri için  esefle kınanması görevini; umut, sana bırakıyorum. Haaa ,yok verdiğim kod üzerinde yaptıkları gelişmeleri ONKO'ya ulaştırırsalar o zaman helal olsun onlara. Bu noktayı scriptlerim içinde yazmıştım ama okumuyorlar işte. neeeeyse keyifleri bilir.

Kaynak kitapçıklarımı ve senelerin birikimi diskteki başvuru kaynaklarımı da  -umut duyuyon mu?- umut sana bırakıyorum!

Umut, ofisi erkenden açma görevi yine senin, yiyorsa açma!

Umut, Yılmaz ağabeyin şantaj ses kaydı da sana emanet (gerçi kayıtlı olduğu yeri bir türlü bulamadım ama neeeeyse bir kere dinledi nasıl olsa o korku yeter ona), ona göre yerli yersiz santaj yapma adama tamam mı? Hıhıhıhıhıhı

Umut, oğlum senin üstüne çok şey düşüyor ama bu arada da arayan dostlarımıza otomatikman benden çok selam söylemeni istiyorum, bak sakın unutma! Ha aklıma gelmişken umut, sabahları benim orda otur da şu şebek Ali :P gelip birini orada göremeyince dumura uğramasın, yazık daha genç!

Yılmaz ağabey! Sen de her sabah ben gelip de " ağabey çay oldu mu?" diyecekmişim gibi her daim çayı hazır et, askerlik bu ne olur ne olmaz, bakarsın sıkar bir yerde. yau umut, Bi de " vay hayırsız vedalaşmadan gitti" diyenler olacaktır onlara da " abi hiç sormayın, inbizatlar gelip, sürüye sürüye götürdü, biz bile vedalaşamadık" diyeceksin.

Bilimum haber grubu, forum, site vs deki "nebilim"  kullanıcı adıyla kayıtlı hesaplarımın, şayet bu askerlik süreci içerisinde iptal olursa, internet kullanıcıları tarafından kullanılmaması ricam olur. 

Diğer dostlara, arkadaşlara da beni hasretle ve güzel duygularla anmayı vasiyet ediyorum.

Şimdilik bitti.

6.06.2005

Son beş gün!

0 yorum

Bugüne de bir şiirle veda edeyim:

VİSAL
Beni zaman kuşatmış, mekân kelepçelemiş;
Ne sanattır ki, her şey , her şeyi peçelemiş...
Perde perde verâlar, ışık başka nur başka;
Bir ânlık visal başka, kesiksiz huzur başka;
renk , koku, ses ve şekil, ötelerden haberci;
Hayat mı bu sürdüğün, kabuğundan ezberci?
Yoksa göz, görüyorsun sanmanın öksesi mi?
Fezada dipsiz sükût , duyulmazin sesi mi?
Rabbim ,Rabbim , Yüce Rab , âlemlerin Rabbi , sen !
Sana yönelsin diye icad eden kalbi , sen !
Senden uzaklık ateş , sana yakınlık ateş !
Azap varmı alemde fikir çilesine eş?
Yaşamak zor, ölmek zor , erişmekse zormu zor;
Çilesiz suratlara tüküresim geliyor!
Evet ben bir kapalı hududu aşıyorum;
Ölen ölüyor bense ölümü yaşıyorum !
Sonsuzu nasıl bulsun , pösteki sayan deli?
Kendini kaybetmek mi, visalin son bedeli?
Mahrem çizgilerine baktıkça örtünen sır;
Belki de benliğinden kaçabilene hazır.
Hâtıra küpü, devril, sende ey hayal, gömül !
Sonu gelmez visalin gayrından vaz geç, gönül
O visal , can sendeyken canını etmek feda;
Elveda, toprak, güneş, anne ve yâr , elveda !

N.F.K.

3.06.2005

"Altıyol'daki bu boğa nerden geldi?" diye hiç merak edeniniz oldu mu?

0 yorum

Hişşşt, evet evet siz! İstanbul, Kadıköy'de yaşayanlar. Hani şu Altıyol'da dikili, kiminin sırtında, kiminin taşaklarını ellerken, kiminin boynuzlarına poposunu dayayıp fotoğraf çektirdiği, kiminin sevgilisini beklerken saatlerce tavaf ettiği o boğa var ya, ondan söz ediyorum. İşte o boğanın hikayesini biliyor musunuz?

Ben İstanbul'a geleli iki sene olmasına rağmen öğrendim. Sevgili ağabeyim Ümit Sinan Toğçuoğlu'nun ağzından dinledim hikayesini. İstanbul'dan ayrılmaya günler kalmışken bu hikayeyi sizlerle de paylaşmak istedim. Boğanın hikayesi zamanında Sinan Ağabey'imizin çıkardığı Kent 2000 adlı gazeteden alınma. Bilgilerinize.

Şu bizim boğanın bitmeyen maratonu

 Şu bizim boğanın, Altıyol’un ortasında arenaya çıkmış, önüne çıkanı denize kadar kovalayacakmış gibi durduğuna bakmayın...
133 yaşındaki hayvancağızın , oradan oraya koşmaktan, adım atmaya mecali kalmamış...
bizim boğa, taa Paristen gelmiş buralara...
1864 yılında Paris’te doğmuş. Isidore Bonheur ve T.Rouillard adlı iki heykeltraşın eseri.
O zamanlar, Fransız gücünü temsil ediyormuş. Ama 1. Dünya Savaşı’nda Fransız gücü Alman gücüne karşı koyamayınca, bizim boğaya Almanya yolu görünmüş.
Almanlar, Fransızların güç sembolü alıp götürmüşler.
Osmanlı İmparatorluğu, o sıralar, Almanyanın müttefiki olarak savaşın içinde. Güce muhtaç.. Alman imparatoru II.Wilhelm, 1917 yılında Türkiye’yi ziyaret ederken, başkumandan Enver Paşa’ya hediye olarak, güç sembolü boğayı getirmiş.
Bizim boğa, önce Beylerbeyi Sarayı’nın bahçesine yerleştirilmiş. 1930 da yeni ilçe olan Kadıköy’e getirilmiş. 1953 de, o sıralar Türkiye’nin böbürlenme nedeni olan Hilton’un bahçesine taşınmış. Güç sembolü ya...

Ama, Hiltonun modası geçince, 1969 da tekrar Kadıköy’e postalanmış. Bundan sonra da, Kadıköy’ün sembolü sayılmış nasıl oluyorsa...!

Kadıköy’de kaymakamlık binasının önünde duran boğa, binanın restorasyonu sırasında, depoya kaldırılmış.
Orada unutulmuş da...Hayli zaman sonra, hatırlanıp tekrar sokağa salınmış. Bir oraya, bir buraya derken, Altıyola gelip konmuş.

Şimdilik burada... ama yakında yine yollara düşebilir. Kadıköy Belediyesi, Altıyol’a, beldeyi sembolize edecek başka bir anıt dikmeyi düşünüyor. O zaman, bizim boğanın nereye gideceği meçhul... Maratonu hiç bitmeyecek gibi.
Haziran 1997, Kent 2000

2.06.2005

Hep Kahır

0 yorum

Dur!Bırak kaynasın kahvenin suyu,
Bana istanbul'u anlat nasıldı?
Bana boğazı anlat nasıldı?
Haziran titreyişlerle kaçak yağmurlar ardı yıkanmış,
Kurunur muydu yine o yedi tepe
Ana şefkati gibi sıcak bir güneşle...

İnsanlar gülüyordu de
Trende,vapurda,otobüste,
Yalanda olsa hoşuma gidiyor,söyle.
Hep kahır,hep kahır,hep kahır
Bıktım be...

Dur!Bırak kalsın,açma televizyonu
Bana istanbul'u anlat nasıldı?
Şehirlerin şehrini anlat nasıldı?
Beyoğlu sırtlarından yasak gözlerimle bakıp,
Köprüler,Sarayburnu,minareler ve halici öv
Diyiverdin mi bir merhaba,gizlice...

İnsanlar gülüyordu de
Trende,vapurda,otobüste,
Yalanda olsa hoşuma gidiyor,söyle.
Hep kahır,hep kahır,hep kahır
Bıktım be...

Dur!bırak,kımıldama,kal biraz öylece n'olur
Kokun İstanbul gibidir,gözlerin İstanbul gecesi.
Şimdi gel sarıl,sarıl bana kınalım
Gökkubbenin altında ordada beraber,
Çok şükür diyerek yeniden başlamanın hayali,
Hasretinin çölünde sanki bir pınar gibi.

İnsanlar gülüyordu de
Trende,vapurda,otobüste,
Yalanda olsa hoşuma gidiyor,söyle.
Hep kahır,hep kahır,hep kahır
Bıktım be...

M.F.Gülen

-----

31.05.2005

İstanbul ağrısı

0 yorum

kanatları parça parça bu ağustos geceleri
yıldızlar kayarken
şangur şungur ayaklarımın dibine dökülen
sen eğer yine İstanbulsan
yine kan köpüklü cehennem sarmaşıkları büyüteceğim
pançak pançak şiirler tüküreceğim
demek yine ben
limandaki direkler ormanında bütün bandıralar ayaklanıyor
kapı önlerinde boyunlarını bükmüş tek tek kafiyeler
Yahudi sokaklarını aydınlatan Telaviv şarkıları
mavi asfaltlara çökmüş
diz bağlıyor
eğer sen yine İstanbulsan
kirli dudaklarını bulut bulut dudaklarıma uzatan
Sirkeci Garında tren çığlıklarıyla bıçaklanıp
intihar dumanları içindeki Haydarpaşadan
Anadolu üstlerine bakıp bakıp
ağlıyan
sen eğer yine İstanbulsan
aldanmıyorsam
yakaları karanfilli ibneler eğer beni aldatmıyorsa
kulaklarımdan kan fışkırıncaya kadar
yine senin emrindeyim
utanmasam
gözlerimi damla damla kadehime damlatarak
kendimi yani şu bildiğin Attila İlhanı
zehirleyebilirim
sonbahar karanlıkları tuttu tutacak
Tarlabaşı pansiyonlarında bekarlar buğulanıyor
imtihan çığlıkları yükseliyor üniversiteden
Tophane İskelesinde diesel kamyonları sarhoş
direksiyonlarının koynuna girmiş bıçkın şoförler
uykusuz dalgalanıyor
ulan İstanbul sen misin
senin ellerin mi bu eller
ulan bu gemiler senin gemilerin mi
minarelerini kürdan gibi dişlerinin arasında
liman liman götüren
ulan bu mazut tüküren bu dövmeli gemiler senin mi
akşamlar yassıldıkça neden böyle devleşiyorlar
neden durmaksızın imdat kıvılcımları fışkırıyor
antenlerinden
neden
peki İstanbul ya ben
ya mısralarını dört renkli duvar afişleri gibi boy boy
gümrük duvarlarına yapıştıran yolcu Abbas
ya benim kahrım
ya senin ağrın
ağır kabaranlarınla uykularımı ezerek deliksiz yaşattığın çaresiz zehirler kusan çılgın bir yılan gibi
burgu burgu içime boşalttığın
o senin ağrın
o senin
eğer sen yine İstanbulsan
yanılmıyorsam
koltuğumun altında eski bir kitap diye götürmek istediğim
Sicilyalı balıkçılara Marsilyalı dok işçilerine
satır satır okumak istediğim
sen
eğer yine İstanbulsan
eğer senin ağrınsa iğneli beşik gibi her tarafımda hissettiğim
ulan yine sen kazandın İstanbul
sen kazandın ben yenildim
kulaklarımdan kan fışkırıncaya kadar
yine emrindeyim
ölsem yalnız kalsam cüzdanım kaybolsa
parasız kalsam tenhalarda kalsam çarpılsam
hiçbir gün hiçbir postacı kapımı çalmasa
yanılmıyorsam
sen eğer yine İstanbulsan
senin ıslıklarınsa kulaklarıma saplanan bu ıslıklar
gözbebeklerimde gezegenler gibi dönen yalnızlığımdan
bir tekmede kapılarını kırıp çıktım demektir
ulan bunu sen de bilirsin İstanbul
kaç kere yazdım kimbilir
kaç kere kirpiklerimiz kasaturalara dönmüş diken diken
1949 Eylülünde birader mırç ve ben
sokaklarında mohikanlar gibi ateşler yaktık
sana taptık ulan
unuttun mu
sana taptık

Attila İlhan

30.05.2005

Bir şehirden ayrılmanın ne kadar zor olduğunu biliyorum

0 yorum

Bir şehirden ayrılmanın ne kadar zor olduğunu biliyorum, hele ki o şehir ruhunuza işlemişse senelerce. Ben bu acıyı ilk kez üniversiteye gitmek için, Erzurum'dan ayrılırken yaşadım hala daha içimdedir sızısı. Ayrıldığım şehirde bir parçam kalıyor illaki. hem de yeri doldurulamaz bir parça. Ama İstanbul daha bir başka, sadece iki senedir ruhuma işlemesine rağmen.

Gider ayak epey bi  kulaklarını çınlatacağım İstanbul'un. Aşağıdaki şiir üstad Y.Bülent Bakiler'den...

 

GÖZLERİN İSTANBUL OLUYOR BİRDEN           

 

Seninle bir yağmur başlıyor iplik iplik,
Bir güzellik doğuyor yüreğime şiirden.
Martılar konuyor omuzlarıma,
Gözlerin İstanbul oluyor birden.
Akşamlardan, gecelerden, senden uzağım
Şiirlerim rüzgardır uzak dağlardan esen
Durgun sular gibi azalacağım
Bir gün, birdenbire çıkıp gelmesen.
Şarkılarla geleceksin, duygulu, ince
Yalnız gözlerime bak diyeceksin.
Ellerim usulca ellerine değince
Kaybolup gideceksin
Bir elim seni çizecek bütün pencerelere
Bir elim seni silecek.
Kalbim: Ebemkuşağı; günde bin kere
Senin için yeni baştan can kesilecek.
Ne güzel seni bulmak bütün yüzlerde
Sonra seni kaybetmek hemen her yerde
Ne güzel bineceğim vapurları kaçırmak
Yapayalnız kalmak iskelelerde.
Seninle bir yağmur başlıyor iplik iplik,
Bir güzellik doğuyor yüreğime şiirden.
Martılar konuyor omuzlarıma,
Gözlerin İstanbul oluyor birden.

27.05.2005

bu şehir

0 yorum

İstanbul üzerine ne üstatlar ne dizeler dökmüş. Bu şehire gelip de ayrılmak zor derler ya hani yalan değilmiş. Az kaldı ayrılığa inşallah dönüşte de yine bu şehrin çilesini çekeceğim. Ama aşağıdaki dizeler Candan Erçetin ve Ceza'nın sesinden başka bir anlam katıyor bu şehire:

ŞEHİR

bu şehir insana tuzak kuruyor
bu şehir insanı uzak kılıyor
bu şehir insanı hayli yoruyor
bu şehir insanı hep kandırıyor

senin için yazılmış her şiir bu bedenin olsa keşke
bak bir ömrü verecem işte
bu şehir benim bir demir atmış ki gönlüm yosun tutmuş
limanda kalmış toprağında servetim var
anılarım çocukluğum ve geleceğim
bağlamış elimi kolumu
ne kadar uzağa gitsem de kopamadım
ne kadar yakınsam ona
ben o kadar uzağım ondan
her taraf tuzak her bir yer yalan
tutulmamış ki hiçbir söz
hep yalan dolan var

bu şehir insana tuzak kuruyor
bu şehir insanı uzak kılıyor
bu şehir insanı hayli yoruyor
bu şehir insanı hep kandırıyor

gel bu şehrin havası böyle kalsın
aynalar yalancıdır
bu şehrin dört bir yanında ayna var alımlıdır
bir kandırır ki anlamazsın
verilen sözler unutulur
belki yarına umut olur
fakat bu şehir unutturur
bazen hatırlatır ve ağlatır güldürür
bir gün yaşarken bir gün öldürür
bir türküdür bu duyduğun senin için
dikenli gül ve yaşanacak bir gündür
bu şehirde doğdum bu şehirde söndüm

gel biz şehrin havasına hiç uymayalım
birbirimize verdiğimiz sözlerin hepsini tutalım
bir de şehirli türkü tutturup karşılıklı seninle
şehre inat dert üstüne dert koymayalım ayrılmayalım

gönül bir bağlanmış ki sorma
her güneşli gün ve her yıldızlı geceyi özler o da bizim gibi
kardeşiz biz sanki, yağmuruyla ıslanan ağaç gibi
kökünden bağlı kopmaz, özümdür o bilinmez
sözüm var and içilmiş bir günde dört mevsimmiş
bu şehir benim ve bu şehir bizimmiş anla
pes etmedik umutla yürüdük işte her gün aynı yolda
bırakmam, terk etmem ben gitmem bu şehirden

gel bu şehrin havası böyle kalsın, tuzakla dolmuş her yer
yorulmuş tüm bedenler acep neden?
bırakmam, terk etmem ben gitmem bu şehirden

söz CANDAN ERÇETİN, CEZA

20.05.2005

adını koyamadım

0 yorum

Yürekler dönüyor, durmak bilmez bir hızla
Mezar taşları hayata bir ışık
Ebedi bir eser bırak mı dünyaya?
Koş bak dönen yüreklere
Hangisi, hangi yöne dönmekte
Yoksa bir rüzgar mı, dönmelerini engellemekte
Kollar açılmış iki yana, koşarken hülyaya
Araya dikenli teller girmekte, üzerinde kemgözler
Kem kem bakmakta hayata
Kem bakan gözleri şefkat dağlamakta
Alınacak bir damla nefes, bir yudum hayat, bir nebze can
Kanla anlar yazılmakta toprağa
Tarih boyunca silinmeyecek tek yazı varsa dünyada
İşte, o da an be an dünyada yeniden okunmakta
Silinemez, asla silinemez
Toprağa yazılan anlar
Zihinler sus pus; gözler bangır bangır bağırmakta
Zulüm var, zulüm sefil yüreklerde
Medeniyet orta doğu beşiğinde alimler tarafından
Sallana sallana büyümekte
Kara yağız bu delikanlıya
emperyalizm çakalları sulanmakta asırlardır
lakin bu delikanlı zor adam,
medeniyetleri tek tek savurup atmakta sırtından
bitecekler delikanlı!
Sen başkaldırdıkça, belki başkaları gelecek
Ama bitecekler, bunda şüphe aranmamakta
Sadece an kollanmakta

pişman olursunuz

0 yorum

"ne istiyorsunuz benden?
silahınız bıçağınız da vardır sizin
ama pişman olursunuz baştan söyleyeyim"

tekme tokat dalabilirsiniz bana,
ama o alıştığınız sesleri duyamazsınız benden
attığınız her yumrukta;
vatanlarından sürülmüş mazlumların feryatlarını duyarsınız
kemiklerimi kırabilirsiniz;
ama çıtırtılarını duyamazsınız asla!
ancak kafalarına dıpçik darbesi yiyenlerin sabrını duyarsınız
hadi durmayın bıçaklayın
bir damla kanım akarsa ne olayım
kan akmaz benden
analarının kucağında can veren bebelerin
gözyaşları akar fırat misali damarlarımdan,
durmayın, öldürün
öldürseniz de ruh çıkmaz
yad ellerde, zalim mekanlarda işkence gören
mazlumların şahadetleri yükselir bedenimden
gözlerimi oysanız ben yine görürüm
masumların çektiği acıları
göğsümü yarsanız ciğerimi, yüreğimi göremezsiniz
oluk oluk kanla sulanmış
topraklarda açan gül goncaları
işte onları, onları görürsünüz!

kalemim

0 yorum

Kullanmayı bilemedim bana bahşedilmiş kalemi
Çok az kaldı
Hep can sıkıntısında boş kağıtları karalamakla
Kalemin de canına tak etti eminim

Herkes elindeki kalemi hunharca harcarken
Önündeki sayfaların boş kenarlarında ben gibi
Ben bir şeyler yazmayı düşünüyordum
Elimde sayfa kenarlarını karaladığım kalemle

Fark ettiğimde çok geç değildi diye düşündüm
Karalamaktan vazgeçip
Artık anlamlı kelimeler dökebilirdim
Pırıl pırıl beyaz sayfalara
Pırlanta gibi gönüllere rehber olacak
Onlara kalemini kullanmayı öğretecek kelimeler
Ve belki, belki
Beni de yazdıklarımı yapmaya itip
Sayfa kenarlarındaki karalamalarla
Vakit geçirmekten kurtaracak kelimeler

Az kaldı kalemim ama
Artık ne yazması gerektiğine karar verdi gönlüm
Pırıl pırıl beyaz sayfalara
Çok şükür ki yaradana
Etrafı karalanmış sayfaları kaldırdım bir kenara
Belki etrafı karalanmış olabilir ama
Onlarda da hayatım yazılıydı
Kaldırıp atmak olmazdı…

siyah ve beyaz

0 yorum

Tarih boyunca biri kötülüğü biri iyiliği temsil etmiştir, çeşitli felsefi yaklaşımlarda hep bu iki kavram kullanılmıştır. Siyah kötülüğü, korkuyu, huzursuzluğu temsil etmiş; beyaz ise iyiliği, güzelliği, temizliği, saflığı.

Ama aklıma takılan bir şey var, aslında çok şey var da ilk aklıma takılan şu:

Düğün törenlerinde gelinlerin beyaz gelinlik içinde olmaları ve damatların ise giysi olarak siyah takım elbise tercih etmeleri ve bunların modern dünyada bir gelenek haline gelmesi nedendir? Düşündüm ve kendimce bir cevap buldum. Gelin, giydiği beyaz gelinlik ile sevdiği, vardığı insana “ bak işte sana bütün saflığımla teslim oluyorum” demeye getiriyor damadımız ise giydiği siyah elbise ile “ iyi, hoş bütün saflığınla bana geliyorsun ama ömrüm boyunca bana çektireceğim ızdırabı da bir tek ben bilirim” diyerekten bu hüznünü kendilerini bu mutlu(!) günlerinde yalnız bırakmayan bütün eş, dost, akrabaya sessiz bir çığlık olarak duyurmaya çalışıyor. Tabi bu kişisel bir görüş.

Çoğumuz biliriz ki; her iyinin içinde bir nebze kötülük, her kötünün içinde ise bir nebze iyilik çekinik olarak kol gezer. Ve insanoğlu hayatını bu iç çekişme ile sürdürüverir. Kısa bir hikaye vardır bu konuyla ilgili.

Küçük çocuk yanına kalmaya gittiği dedesinin bahçesinde biri siyah öteki beyaz renkli iki tane köpeğin kavgaya tutuştuğunu ve birbirlerinin peşinin hiç bırakmadıklarını görür ve dedesine sorar:

" Dede bu köpekler niye kavga ediyorlar?"

" Bak evladım, beyaz olanı iyilik olarak gör siyah olanı da kötülük. Hayatımızda olduğu gibi iyilik ve kötülük sürekli kavga halindedir. Bunlar da aynı öyle."

" Peki dede, bunlardan hangisi galip gelir?"

" Hangisini daha çok beslersem, elbette o galip gelir."

Bir çoğunuzun zihninden yükselen sesleri duyar gibiyim. Bu devirde kime güvenip de iyilik yapabiliriz değil mi? Her konuda olduğu gibi bu konuda da atalarımızın tecrübeleri derdimize tercüman oluyor, “ iyilik yap denize at; balık bilmezse Hâlik (Yaradan) bilir”. Manevi hayatı iniş ve çıkışlarla dolu insanlar için bu söze kulak kabartmak oldukça zor olacaktır.

Küreselleşme olgusu altında dünyayı saran materyalist düşünce, tek tip insan yetiştirmeyi ve insanların zihnindeki muhakeme dürtüsünü yok etmeyi planlamış, insanların kazandıklarını daha ceplerine koymaya fırsat vermeden ele geçirmeye çalışan kapitalist yaklaşım ne yazık ki toplumumuzun manevi hayatını rafa kaldırmaya yönelik çalışmalarına bütün hızıyla devam etmektedir. Bu sebepledir ki insanoğlu kendinden başka herkesi potansiyel bir kötülük kuyusu olarak görmekte ve kendini de içine çekebileceği düşüncesiyle gittikçe sosyal hayattan kopmakta ve bireyselleşmektedir. İşte bu söz konusu kavramlar insanların içindeki iyiliği beslemesine engel olmakta ve insan ister istemez kötülüğün lehine çalışmaktadır.

Olanca hızıyla bireyselleşmeye koşan insanoğlu kapitalizmin istediği şekli almaya başlamıştır. Hayatta tek gayesi, saatlerini harcayarak cebine koyduğu paraları dolabına sıra sıra asacağı elbiseye, ayakkabılığa sıra sıra dizeceği model model ayakkabıya, içini son moda eşyalarla donatacağı bir eve, yazlığa, kapısının önüne çekeceği son model bir otomobile harcayıp kendisini bunlarla kandırıp yalancı bir mutluluk deryasına atlayacak olan insanların sayısı günden güne artmakta ve medya organları da bunları boy boy afişe etmektedir. Sonrasında kendisini anti depresanlara, alkole, uyuşturucuya teslim edecek olan bir insan elbetteki sağlıksız ve bel kemiği kırılmış bir toplumun temelini oluşturacaktır.
Gelişmekte olan bir ülke olarak gelişmek için gösterdiğimiz kararlılık elbetteki böyle bir toplum yapısıyla bizi kendisine köle etmiş bir gücün eline mahkum kalmış olacaktır.

Gelenekler, adetler, inançlar rafa kalktığı zaman ahlaki düzeni ayakta tutan direkler de güç kaybetmiş olacaktır. Bir zamanlar dil, kuşaklar arasındaki anlaşmazlığın tek sebebi olarak görülmüş ve bu görüş bahane edilerek dilin saflaştırılması çalışmaları başlamıştır. Ve fakat bu devirde bırakın kuşaklar çatışmasını aynı kuşaklar dahi birbirini anlayamaz duruma gelmiştir. Sadece dile bağlanan kuşaklar çatışmasında yeni kuşakların yitirmeye başladığı ahlaki ve manevi değerler göz ardı edilmiştir. Toplum dini ile sosyal hayatı arasına sıkıştırılmaya başlanmıştır. Laikliğin muhafazası adına atılan bilinçsiz adımlar, sosyal hayatta kendisine yer edinmeye çalışan nesli ahlaki değerlerden ve tabii ki ahlaki değerlerin en önemli faktörü dinden uzaklaştırmaya doğru bir yola çıkmıştır.

İki kelime söylesem neleri çağrıştırır acaba size?
Martı, karga.

İlk aklınıza gelen şüphesiz martı beyazdır ve karga siyahtır. Martı saf, temiz bir hayvandır. Karga ise pis ve iğrenç bir hayvandır. Ama bilmem hiç gördünüz mü? Çöplüklerde ve hayvan leşlerinin başında genelde martılar tüner!!!

boş çerçeve

0 yorum

Yanımda olmasını ve yanlarında olmayı istediğim o kadar çok şey var ki; hepsinin fotoğrafını çerçeveletip asarsam evimin duvarlarına, o kalabalıkta hiç birinin bir anlamı olmayacağını anladım.

En çok sevdiklerimi assam, bu sefer diğerlerine ve duygularıma haksızlık edeceğim. En güzeli, evet en güzeli bu; şöyle güzel bir ahşap çerçeve alıp asmak duvara, hangisini istersem o an orada bulmak.