Kısa dalga yayın

30.09.2007

Sakarya'dan ramazan görüntüleri

1 yorum
Sakarya'da babamın objektifine yansıyan iftar çadırı enstanteneleri




Neresi olsak acaba ülke olarak?

0 yorum
Artık bir karara varsak da toplum olarak hepimiz gönlü ferahlasa. Ne mümkün kıstas alınan her bir memleketin bir açmazı var. Kendimize benzeyecek bir memleket bulamadık gitti. Acaba cumhuriyet kurulurken hangi memlekete benzeme arzusuyla kurulmuştu diye düşünüyorum. Hiç öyle araştırma yapacak halim yok, klasik tarih derslerimizden öğrendiğimiz tek şey var muassır medeniyetler seviyesinin üstüne çıkmak. Peki şu güncel Türkçe sözlükte "çağdaş" olarak karşılanan muassır medeniyet nedir? Kelime kökünden hareket edersek "asra, çağa" ayak uydurmuş bir medeniyet. Çağımız ne çağı? Taş veya cilalı taş olmadığı kesin. Kimilerine göre uzay kimilerine göre bilgi, kimilerine göre teknoloji cart curt çağı diye nitelenip duruyor içinde yaşadığımız zaman. Ne çağı olursa olsun bir devletin varacağı en üst nokta;
  • yoksulluğun-yok edilmesi doğaya aykırı bence- en aza indirgendiği,
  • bireylerin özgürce istedikleri öğrenimi alabildiği,
  • anadillerini rahatça konuşabildiği,
  • fikirlerini özgürce dile getirebildiği,
  • dinlerini gönüllerince yaşayıp başkaları tarafından bağnazlık yobazlıkla suçlanmadıkları,
  • ekonomisinin yabancı sermaye elinde olmadığı,
  • doğal kaynaklarını kendisinin işleyip pazarlayabildiği,
  • ülke bütünlüğü açısından tehlike arzeden etkenlere karşı müdahale konusunda diğer devletlerden olur almak zorunda kalmadığı,
  • istihdam konusunda işletmelere yeterli imkanların tanındığı,
  • mevcut rejimi konusunda paranoya yaşamadığı,
  • laikliğin dinsizlik, din ve vicdan özgürlüğünün tahakküm olarak algılanmadığı,
  • bankalarının yabancı semayeden ziyade güvenilir yerli sermaye elinde olduğu,
  • insanların sokaklarda korkmadan yürüyebildiği,
  • vergilerin verilen ücretin üçte ikisi kadar olmadığı,
  • yöneticilerini akrabalarının ve kendilerinin ceplerini doldurmaktan önce halkı düşünebildiği,
  • kendi zirai ürünleri depolarda çürürken dışarıdan ithale girmediği,
  • çiftçinin sattığının ektiğinin maliyetini karşıladı,
  • sebze ve meyvenin üretici elinden bir liradan çıkıp da pazarda on liraya tüketiciye ulaşmadığı,
  • 11 senelik ilk ve orta öğrenimde her sene aynı bilgilerin çocukların kafasına kakılmadığı,
  • yüksek öğrenimin bir ekmek kapısı olarak görülmediği,
  • devlet memurlarının işçilerle aynı haklara sahip olduğu ve aralarındaki ücret farkının uçurum olmadığı
  • adaletin ve yüksek mahkemelerin iktidara göre tavır almadığı
  • devlet personeli seçiminde torpilden ziyade liyakatın önde tutulduğu
    bir devlet yönetimini sağlayabilecek bir düzeyde olmasıdır.

    Bu özelliklere sahip bir devlet var mı yeryüzünde, bence yok? O yüzden ki Mustafa Kemal, muassır medeniyetlerin üstünü işaret ediyor.

    Süper güç olarak nitelenen ülkelere bakıyorsunuz; ya laik değil ya şeriat var ya faşizm hüküm sürüyor ya da halk sömürülüyor. Hepsi hikaye, bir ülke gel ben her imkanı sağlayacağım benim rejimimle devam et varolmaya dese olmaz tutmaz bu ülkede. Çünkü biz İslamla cumhuriyeti kucağımıza alarak çıktık yola bu ülkenin kuruluşunda. Ve dünyada bizim gibi başka bir devlet de bulunmuyor. O yüzdendir ki istesek de herhangi bir ülkeye benzeyemeyiz. Ancak ve ancak bir ülkenin benzemek istediğimiz tarafını alabiliriz. Hindistan'ın bilgi devrimini, Malezya'nın ekonomik devrimini, AB'nin hukuki devrimini örnek alarak ilgili alanlarda benzeşme sağlayabiliriz.

    Bence medya horozlarına kulakları tıkayıp, bugünkü gibi boş, beleş, yapay paranoyalarla beynimizi, fikrimizi meşgul etmeyip asıl dikkati vermemiz gereken halkın huzuru noktasına çekmemiz gerek tartışmaları.
  • 29.09.2007

    Türkiye Yazarstar'da ilginç gelişmeler

    2 yorum
    Gazeteport'un "yazar aranıyor" ismiyle duyurduğu yarışmasında ilginç gelişmeler oluyor. Medyadaki köşelerinden bu yarışmaya dahil yarışmacılarla ilgili yazılara yazastarlar arasından cevap verilmeye başladı. Turgut Çelik isimli yarışacı 1.hafta yazısına “Tık”lamalı yazar başlığı atarak bu eylemi gerçekleştiren ilk yarışmacı. Aşağıda girizgahına yer verdiğim yazının tamamına bu bağlantıdan ulaşabilirsiniz.
    ADSL devreye girince internete giriş kolaylaştı.
    İş kolaylaşınca, internet kullanımı da yaygınlaştı.
    Artık her şey senin elinde.
    Özgürlüğün önündeki setler yıkıldı, kırıldı zincirler.
    Kim tutar seni?
    Tutamaz. Çünkü senin “tık”lama özgürlüğün var.

    Bir diğer gelişmede de yarışmacı yazarlardan Sanem Güven yarışmadan çekildiğini anlattığı yazısına şu şekilde başlıyor:
    Türkiye, -sizin başınıza gelmediği sürece-, kahkahalarla gülebileceğiniz absürd olayların meydana geldiği bir ülke. Bakış açınıza göre, olanlara bakıp hüngür hüngür ağlayabilirsiniz de…

    Gazeteport’un “yazar aranıyor” yarışmasından çekildiğimi açıklamak için yazıyorum bu yazıyı. Bu kez “absürd olay”, -diğer yazar adayları ile birlikte- benim başıma geldiği için, rahatça gülemiyorum.
    Bu yazıya da şu bağlantıdan ulaşabilirsiniz. Yazının sonundaki editör notuna dikkatinizi çekerim.

    Bilhassa oturup da "vay vay yazarstarda neler oluyor?" diye incelemiş değilim. Sadece dikkatimi çeken başlıklara takıldım. Ayrıca şunu da belirteyim, buradan bağlantı verdiğim yazarlarla organik veya inorganik hiçbir bağım yok. Aksi bir düşünceye kapılmayın, zaten birisi çekiliyor yarışmadan diğeri de devam etmeye oldukça kararlı görünüyor. Ben aslında yarışmadan çekilmeyi kararlaştıren yazarın yanlış yaptığını düşünüyorum. Ya baştan bu işe girmeyecekti ya da girdiği bu yoldan dönmeyecekti.Ha 25 kişi ha 500 kişi ne farkeder gidilecek yol belliyse? Hayatta ki her yanlıştan kaçarak kurtulamayız.

    28.09.2007

    Anayasa bir kere delinmekle bir şey olmaz

    0 yorum
    Evet ülkenin gündemi belli. Ortalarda dolaşan AKP nin anayasa taslağı etrafından türban ağırlıklı dönen, mevcut anayasada "değiştirelemez ve değiştirilmesi teklif dahi edilemez" hükmüne karşılık değiştirilmesi önerilen temel maddelerle birlikte yeni anayasa arayış çalışmaları

    Ama yanılıyorsunuz, ben bu yazımda bu çalışmalardan değil de başlıkta, merhum Turgut Özal'ın ağzından çıkan sözün ışığında tespit ettiğim bir anayasa gediğine değineceğim.

    Benim takıldığım ve tespit ettim gedik mevcut anayasamızın 130. maddesindeki 5. paragrafta yer alan
    Üniversiteler ve bunlara bağlı birimler, Devletin gözetimi ve denetimi altında olup, güvenlik hizmetleri Devletçe sağlanır.
    şeklindeki hükmü.
    Ne var bunda değil mi? Daha ne olsun, mevcut uygulamalarda anayasa ihlali var.
    Bu hükümdeki "devletçe sağlanır" tabiri güvenliğin doğrudan devlet elindeki güvenlik güçleri ve kolluk kuvvetleri vasıtasıyla sağlanması gerekliliğini ortaya koyuyor. Yani devlet, isterse öğretim kurumlarındaki bu güvenlik sorumluluğunu hizmet alımıyla özel güvenlik birimlerine devredebilir şeklinde veya benzer bir anlam çıkaramıyorum. Çünkü devletin elindeki güvenlik güçleri doğrudan devlete karşı sorumludur ama özel güvenlik şirketleri kar amacıyla kurulmuş işletmelerdir bir nevi.

    Anayasa hükümleri temel alınarak uygulamaya yönelik kanunlar ve yönetmelikler çıkarılarak, hükümlerin yürütmesi sağlanır. Yukarıda bahsettiğim anayasa hükmüyle müteallik 24 Temmuz 1981 tarihinde yürürlüğe girmiş olan "2495 Sayılı Bazı Kurum ve Kuruluşların Korunması ve Güvenliklerinin Sağlanması Hakkında Kanun" yürülükte yer alıyordu ta ki 26 Haziran 2004 tarihinde, kapsam kısmında "özel güvenlik izninin verilmesine, bu hizmeti yerine getirecek kişi ve kuruluşların ruhsatlandırılmasına ve denetlenmesine ilişkin hususları kapsar." denen
    "5188 Sayılı Özel Güvenlik Hizmetlerine Dair Kanunun" yayınlanana kadar.

    Yürürlükten kaldırılan kanunun 2. Maddesinde:

    Bu Kanun hükümlerine göre korunacak ve güvenlikleri sağlanacak olan yerler; l. maddede belirtilen özellikleri taşıyan ve millî eğitim ve öğretim ve ekonomi ile Devletin savaş gücüne önemli ölçüde katkısı bulunan baraj, enerji santralleri, rafineri, enerji nakil hatları, akaryakıt nakil, depolama, yükleme tesisleri ve benzeri yerlerle, sivil trafiğe açık Devlet eliyle işletilen hava meydanları ve limanlar, tarihi eserler, ören yerleri, sitler, açık ve kapalı müzeler, sanayî ve ticarî ve turistik tesislerdir.
    bu hüküm yer alıyordu.

    5188 Sayılı kanunun akabinde 07 ekim 2004 tarihinde "Özel Güvenlik Hizmetlerine Dair Kanunun Uygulanmasına İlişkin Yönetmelik" yayınlanıyor İçişleri Bakanlığı tarafından yayınlanıyor. Bu yönetmeliğin 5.maddesiyle de kurulmasına olanak tanınan Özel Güvenlik Komisyonu'na 6. Maddenin b fıkrasında "
    Kurum ve kuruluşların talebi üzerine, işyerinin, çalışanların ve tesislerin özel güvenlik birimi kurmak veya özel güvenlik şirketlerinden hizmet satın almak suretiyle güvenliğin sağlanmasına karar vermek,
    " şeklinde devam eden yetkiler veriliyor.

    Yani çıkarılan 5188 Sayılı Özel Güvenlik Hizmetlerine Dair Kanun ve akabindeki yönetmelikler esas alınarak üniversitelerde güvenlik sorumluluğu özel güvenlik birimlerine devrediliyor. Bir kanunla, hükümet anayasayı ihlal etme yetkisini kendisinde buluyor ve senelerdir de bu uygulamaya kimse ses çıkarmıyor. Uygulamanın faydaları, zararları ayrı bir tartışma konusu. Esas itibariyle önemli olan dikkat-i nazara alınması gereken ortaya çıkan anayasa ihlalidir.
    Anayasa taslağını hazırlayan proflar bunu bilinçli mi yapmış yoksa gayri ihtiyari mi bilmiyorum ama yeni anayasa taslağında üniversitelerin güvenliğiyle ilgili, mevcut anayasa yer alan hüküm kaldırılıyor.

    Kafasına türbanı geçirmiş vekiller, köşelerinde ciyak ciyak bağıran yazarlar, hukuk birlikleri de fosur fosur uyumaya devam ediyor tek kaygıları; "vay anam türban geliyor, laiklik elden gidiyor" gibi bir paranoya. Senelerdir bu şekilde miletin dini hassasiyetlerini sömürerek vekiller yerlerinde oturmaya, yazarlar köşelerinde pineklemeye, hukukçular da gözü kör adalatin pençesinde yırtınmaya devam ediyorlar.

    Nasıl olsa zamanında merhum Turgut ÖZAL fetvayı vermiş :Anayasa bir kere delinmekle bir şey olmaz.

    Bir değil, üç değil beş değil. Delik değiş oldu anayasa. Madem ortadaki anayasayı delik deşik etmek için birbiriyle yarışıyor hükümetler, neden yeni bir anayasa peşinde koşuyorlar? Del del, dur. Ne gerek var yeni anayasaya. Zaten delik deşik bir anayasa var elinizde biraz daha delmekten hatta yok saymaktan ne çıkar ki? Zaten anayasalar delinmek için yazılmıyor mu?

    Pekala, burada deline hüküm üniversitelerin güvenliğinden çok daha farklı bir konu da olabilirdi. Demek ki önemli olan anayasanın delinmesi değil, ne için delindiği.

    Benden, sıradan bir vatandaş olarak bu kadar. Gerisi aydınlara(!) ve siyasetçilere kalmış. Bir de halka tabi ki!

    Bloglardaki toplumsal hastalık

    3 yorum
    " Yeni kasetini çıkaran şarkıcı bilmem kim Gülben Ergene şöyle şöyle dedi" veya "Seksi şarkıcı, Hülya Avşar'ın artık tarih olduğunu ve piyasaya verecek bir şeyi kalmadığını söyledi" ya da " Kozanoğlu, Okan yerine atla öpüşseydim daha iyiydi dedi" şeklindeki haberler hepimize medyadan tanıdık geliyor değil mi?

    Yeni albüm çıkaranlar, yeni bir dizide baş rol oynayanlar veya oynadığı yeni sinema filmi gösterime gircecekler arasındaki bu sataşmalara hepimiz sanki yanlarındaymışız gibi tanık oluyoruz güzide(!) medyamız aracılığıyla. Bu tür olaylar böyle işlerin bir raconu gibi görünüyor hiç de öyle olmamasına rağmen. Birileri, adım attıkları bir ortamda kendilerine bir edinebilmek, kendilerinden söz ettirebilmek ve mevcut düzen içerisinde kendilerine iyi-kötü düzey kazandırmış kişilerin konumlarından rant sağlama çabasındalar. Bu durum sadece magazinde değil, mahellemizden tutun siyasete, oradan da sanat dünyasında kadar uzanan geniş bir yelpazede halkımıza sirayet etmiş bir hastalık bu. Başka bir deyişle, haset de denebilir buna.

    "Bunları biz de biliyoruz bu nereden çıktı şimdi?", diye sorabilirsiniz. Şuradan çıktı; yaklaşık iki aydır bir tarafından adım attığım blog deryasında gördüğüm olaylardan sonra aklıma yer etti. Kendin söyledin toplumsal bir hastalık diye, evet ben söyledim ama birçoğunun sanal diye nitelendirdiği internet ortamındaki genç dimağların bu hastalığa düşmüş olması beni rahatsız etti.

    Hani yeniyim ya bu blog olayında, geziyor zaman zaman blogları. Neler yazılıyor, neler çiziliyor diye. Bir sitede rastladım, benim gibi yeni yetme bir blog yazarı Eda Suner isimli birine kafadan kıl olduğundan bahisle girmiş olaya. blograzzi de, kendi bloguna yorum yazmış da birden kıl oluvermiş Eda Suner isimli şahısa. Az çok izini sürdüm olayın nedir, niye kıl olmuş diye ortada mesele yokken. Sonradan farkına vardım ki Eda Suner, bu blog aleminde kendine özgü bloguyla nam salmış bir muhteremmiş. Ondan sonra jeton düştü tabi ki. Eda Suner'in şöhretine kanca atmaya çalışanlar öyle ne bir ne de iki, epey bir kalabalık. Bazı blog yazarları bir blog bile oluşturuvermiş bir kişi adına. Gezdiğim tozduğum bloglar arasında sadece Eda Suner değil bir iki tane daha yazar dikkatimi çekti gözdelik açısından. Birisi wolkanca, diğeri de Arda Kutsal.
    Şimdi tutup bu insanların yaptıklarını, ettiklerini değerlendirecek değilim, yapılan edilen ne varsa ortada.

    Dedim ya topluma sirayet etmiş bir hastalık diye, çözümü bireylerin bulunduğu yerlerin farkına vararak ne için ne yapmaya çalıştıklarının farkına varmalarında. Yoksa blog dediğin şey ne ki? büyük bir çoğunluğu haber sitelerinin yansısı.

    Hiç bu tür şeylere kafayı yormayıp ben de kendime kanca atacak birilerini mi bulsam acaba?

    Fatih Ürek, rakım ve akım!

    1 yorum
    medyafaresi "Dadaşları kızdıran anket", internethaber "Fatih ÜREK'ten dadaş olur mu?" diye geçmiş konuyu, işe gelirken de dolmuşun radyosundan kulak kesilmiştim bu konuya ama neyin ne olduğunu tabi okuyunca anladım.
    Lise öğrenimim esnasında şehir dışından gelen hocalarla ilk tanıştığımızda ve üniversitedeki hocalarımın da Erzurumlu olduğumu öğrendiği zaman kendilerinden duyduğum bir cümle vardı: Burası nasıl bir memleketse hep sivri isimler çıkıyor, kesin ülke tarihinde ve gündeminde kendilerine bir yer buluyorlar. Bu cümleye istinaden lisedeyken Erzurumlu olmayan bir sınıf arkadışımız şu şekilde konuya girebiliyordu: Hocam her zaman sivri değil bazen de Fatih ÜREK gibi yumuşak insanlar çıkıyor.
    Bu lafın ardından Fatih Ürek, Erzurumluydu yok değildi diye bir sonuca varamadığımız tartışmalar yaşanıyordu.

    Kendisini ben de çoğunluk gibi ekranlardan biliyorum, tanımam etmem. Kaldı ki muhafazakarlığıyla meşhur Erzurum'un bu tür magazin olaylarıyla eylenmesi de ayrı bir tartışma konusu ediliyor. Yok muhafazakar insanlar Fatih'i nereden tanır, niye tv seyrederler gibisinden. Her evde televizyon bulunan bu devirde insanların görmeyi ve duymayı arzu etmediği olaylarla kişilerle karşılaşması olağan dışı değil.

    Alvarlı Muhammet Lütfi Efe, Naim Hoca, İbrahim Hakkı, Fethullah Gülen, Ömer Nasuhi Bilmen, Abdulgafur Has gibi manevi önderler, Nene Hatun, Erzurumlu Emrah, İbrahim Erkal,Nurullah Akçayır,Güler Duman, Arif Sağ, Eşref Kolçak,Erol Taş, Adnan Polat, Cemal Gürsel, Haluk Kırcı, Deniz Gezmiş,Nurullah Genç nebilim işte bunlar aklıma gelen Türkiye'de belli alanlarda nam salmış Erzurumlular.

    Sayıl Narmanlıoğlunun 'Kar'a İz Bırakanlar / Yüksek İrtifadakiler' isimli kitabının tanıtımından:
    Sağın kalesi, bir 'ilk'ler şehri
    Sayıl Narmanlıoğlu'na göre Erzurum'un çıkardığı 'renkli insan-tipi'ni İstanbul dahil hiçbir yerde bulmak mümkün değil. Genelde sağın kalesi olarak bilinen Erzurum'un aynı zamanda Deniz Gezmiş'ten Bedri Yağan'a ve Eşber Yağmurdereli'ye kadar solun önemli simalarının da vatanı olduğunu belirten Narmanlıoğlu, şehrin bu tarafının pek bilinmediğini dile getiriyor.

    Komünizm nedeniyle başlarına epey dert alan Mustafa Suphi ve arkadaşlarının ilk defa Erzurum'da itibar görmeleri ve hattâ alkışlanmaları, belki de en ilginci. Kar'a İz Bırakanlar şu ilginç ilkleri de aktarıyor okuyucuya: Osmanlı İmparatorluğundaki ilk grev Erzurum'da yapılıyor, ilk Müslüman azize Erzurum'da seçilir, ilk kadın idamı Erzurum'da gerçekleşir, komünizmi savunan ilk gazete 'Albayrak' Erzurum'da yayımlanır.


    Erzurum'un sahip olduğu yüksek rakım, insanların fikri ve sosyal düzeyleri konusunda da deniz seviyesine göre fark akmalarına sebep oluyor diye düşünüyorum. Malum ülkenin en yüksek ovası üzerinde yer alan en yüksek toplu yerleşim alanı. Ülke genelinden coğrafik olarak bu kadar farklı konumda bulunmasından dolayı fikri ve eylemsel olarak da daha uç noktalarda yaşayan insanlar çıkarması beni şaşırtmıyor bu toprakların. Yaşanılan coğrafi bölgelerin insan fiziği ve basınçtan dolayı verim ve beyin çalışma fonksiyonlarını etkilediği kantılanmış gerçekken fikir hayatındaki yansımalarına şaşırmamak gerek. Yukarıda adını verdiğim kitabın yazarı da benimle aynı görüşte.

    Fatih Ürek yumuşak olsa n'olur, olmasa n'olur? Erzurum'da yaşayan hiç mi ipne yok yani, Fatih ürek'e ipne demiyorum tabi, tenzih ederim. Erzurum'da yaşayan, ipneler, orospular, pezevenklerin bulunması benim Erzurumlu olduğum gerçeğini veya onların o memlekette yaşıyor olmaları gerçeğini değiştirir mi? Asla! Bu duygusallıktan kurtulup da gerçeklerle barışması gerek hemşehrilerimin.

    Bu toprakların bir özelliği var, insan bir yola girdi mi mümkün yok geri döndüremezsiniz. Mesela bir yola baş koyan insanlar o yolda canlarını feda ederler. gerek müspet gerekse menfi durumlar olsun farketmez. Komunisti komunist, milliyetçisi milliyetçi, alimi alim, zalimi zalim olarak can verir. Ben bu zamana kadar yolundan dönen kimseye rastlamadım Erzurumlular içinde.

    Ayrıca bir ara Dadaş kavramına da değinmem gerekiyor, buraya not düşeyim de unutmayayım.

    Kanal 7 ve yürüdüğü yol

    4 yorum
    güncelleme 11.06.2009
    güncelleme 17.10.2008

    Yüksel Aytuğ'un şuradaki yazısıyla haberdar olduğum ve bugünkü yazısıyla da seyretmeyenler için içeriği hakkında bilgi verdiği dizi çeşitli sesler çıkmasına sebep olacak medyada.
    Kanal 7'den nefret ediyorum çünkü insanların, yüzüne baka baka hassasiyetleri ancak bu kadar yüzsüzce istismar edilebilir. İnsanlara en kolay yaklaşabileceği İslam konusunu kendine toplumsal enjektör olarak seçmiş ve bunun altından her türlü sosyal baskıyı yapmayı başarabilen bir tv kanalı. Samanyolu Tv'nin ön ayak olduğu çeşitli yapımları alıp kendi örümcek kafasına göre hazırlayarak dinin hassasiyetlerini herşeyin üzerinde tutan insanları nasıl ruhen perişan ettiğini görmek beni rahatsız ediyor.
    Bana verdiği ilk rahatsızlık, yayınlandığı yılı hatırlamıyorum ama; sözde kürdistan haritaları önünde konserler veren bölücü örgüt lehine atılan sloganlara bağlamasıyla nağme katan, hemen hemen her şarkısında dağdaki teröristleri övmeye çalışan, dağda kanı dökülen teröristlerin üzerinde hedeflerine varacaklarını sözleriyle ima eden bir şerefsizi tutup da bir halk kahramanı gibi, bir belgeselle taçlandırmalarıyla başladı. O zaman müthiş derecede şaşırmıştım bu duruma, çok zaman geçti üzerinden. Ne o gün ne de bu gün bu kanalın yaptıklarının hesabını soran bulunmuyor.

    Sırtını dayadığı gücün ne olduğunu kavradıktan sonra, bu tv kanalının neyden cüret aldığını öğrenmiş oluyor.

    İşte size bu takiyeci tv kanalının geçmişi ve iç yüzünü anlatan bir bağlantı. Söz konusu yazı altlarda kaldığı için o kısmı buraya alıyorum:

    TAYYİP ERDOĞAN + KANAL 7 + DENİZ FENERİ
    Geçtiğimiz günlerde Alman polisi meşhur Deniz Feneri yardım derneğinin Almanya temsilciliğini bastı ve evraklarına el koydu. Deniz Feneri alel acele açıklamalarla bu Almanya'daki Deniz Fenerinin kendileriyle ilgisi olmadığını, işten çıkarılan 2 kişinin asılsız ihbarından dolayı basıldığını vs iddia ettiyse de elbette inandırıcı değildi. Zira Alman polisi 2 kişinin ihbarı değil 1,5 yıllık araştırma sonucu bu el koymanın yapıldığını açıklıyordu. Ve Kanal 7 int'le Deniz Feneri aynı binada bulunmaktaydı. Öte yandan Deniz Fenerinin bu hükümet tarafından ülke dışında temsilcilik açma izni alan tek yardım derneği olduğu da bazı yerlerde yazıldı. Frankfurt Başsavcısı Doris Möller-Scheu, 14 apartman dairesinde arama yapıldığını ve iki kişi için tutuklama kararı çıkarıldığını söyledi. Başsavcı, daha sonra tutuklanan iki kişiden birinin Kanal 7 INT'in yöneticisi olduğunu belirtti. Baskına dek Türkiye'deki Deniz feneri sitesi ile Almanya'daki Deniz Feneri sitesinde ortak geçmiş ve aynı kuruluş anlatısı yer almakta, Almanya Deniz Feneri faaliyetlerimiz başlığı altında Türkiye'deki Deniz Feneri faaliyetlerini anlatmakta Türkiye Deniz Feneri buna her nasılsa müdahale edip sizin bizimle ilginiz yok demezken şimdi Almanya'daki Deniz Feneri başka, bizimle ilgisi yok açıklaması yapmakta. Hesapların gizlenemeyeceği düşüncesinden olsa gerek kabul ettikleri tek şey Almanya'daki Deniz Feneri bize (Türkiye'deki Deniz Fenerine) arada para yardımı yapıyordu şeklinde. Muhtemelen Deniz Feneri Kızılay, Türk Hava Kurumu gibi kurumlara alternatif olarak ortaya çıkarılmış bir projeydi.

    Deniz Feneri ile ilgili iddia neydi? Almanya da milyarlarca lira yardım topladığı o yardımın çok az bir kısmını ihtiyacı olanlara dağıtıp toplanan paranın büyük bir kısmını kanal 7 ye aktarmasıydı. Kanal 7'nin kuruluş öyküsünü bilmeyenler için burada o dönemi yaşamış biri olarak aktarıp bazı hatırlatmalar yapmayı görev biliyorum

    GELELİM TAYYİP ERDOĞAN KANAL 7 DENİZ FENERİ İLİŞKİSİNE
    SHP'li Nurettin Sözen'in İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı döneminde belediyeye ait bir televizyon kurulması için 5 milyon dolar değerinde radyo ve televizyon yayın ve yapım cihazları satın alındı. BRT'nin (Belediye Radyo-Televizyon) işletmesi yayına geçti. Rahmetli Altan Aşar'ın başında bulunduğu ve benimde dışarıdan destek verdiğim bir dönemdir.

    Kısa bir süre sonra 27 Mart 1994 yerel seçimlerinde İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı'na RP'den Recep Tayyip Erdoğan seçildi. Erdoğan'ın başkan seçilmesinden sonra BRT'nin 5 milyon dolara mal olan cihaz, link ve vericilerini aylık 200 milyon TL karşılığında 1993 yılında 100 milyar lira sermaye ile kurulan ve aralarında Recai Kutan, İsmail Karahan ve Azmi Ateş gibi RP'li yöneticiler ile Kombassan Yönetim Kurulu Başkanı Haşim Bayram 'ın ortak olduğu Yeni Dünya AŞ'ye 99 yıllığına kiraladı. Bu kiracılar BRT'nin adını Kanal 7 olarak değiştirdi.

    Kira sözleşmesinin hükümlerine göre Kanal 7 adıyla yayın yapacak Yeni Dünya AŞ, teçhizatlar için belediyeye ayda 200 milyon TL kira ödeyecek ve ayrıca belediye çalışmaları, İstanbul tarihi ve kültürel birikimleri, kentteki kültürel ve bilimsel faaliyetler, halkın yaşamını ilgilendiren hava durumu, yol, ulaşım, elektrik, su, altyapı haberleri konusunda düzenli yayınlar ve tanıtım filmleri yapıp yayımlayacaktı.

    1 Temmuz 1994 tarihinde yapılan kira sözleşmesinde, kiracı Yeni Dünya AŞ'nin bu filmleri ''kiralama karşılığında yerine getirilmesi gereken hüküm'' olarak yayımlanması öngörülüyor. Ancak İstanbul Büyükşehir Belediyesi, 1994-1997 yılları arasında Kanal 7 televizyonunda yayımlanması için 240 adet spot filmi belediye bütçesinden para ödeyerek özel film şirketlerine yaptırdı. Bu filmler için davet usulüyle yapılan ihale, belediyenin kendi iştiraki olan Kültür AŞ'ye verildi. Spot film yapım ihalesini alan Kültür AŞ, daha sonra bu film yapım işini İlta İletişim ve Tanıtım Hizmetleri AŞ'ye verdi.

    Belediye otobüslerinin reklamı mı olur?
    İstanbul Belediyesinin (yani bizim paralarımızın) Kanal 7 ye aktarılması için olmadık reklamlar belediye tarafından bu kanala yaptırılmaktaydı. Örneğin Belediye otobüslerinin reklamı. O dönem Kanal 7 çok az evde çektiğinden ve çok az bilindiğinden kamuoyu bu reklamı pek görmüyordu. Bu nedenle Hürriyet de yazarlık yaptığım dönemde bu konuya değinmiş belediye otobüslerinin reklamı mı olur? diye sormuştum. Reklamda izledik diye yarın gidip bir kaç otobüs yolculuğumu yapacağız? Bu ne saçmalıktır? Bari mezarlıklar müdürlüğünün de reklamını yapın Tayyip bey! yazmıştım. Neyse ilişkiler zincirine dönelim.

    İhaleyi alan ve daha sonra bunu İlta AŞ'ye devreden belediye iştiraki Kültür AŞ'nin Murahhas Azası olan, ve sonra TRT Genel Müdürüde olan Şenol Demiröz, aynı zamanda 240 film yapım işini alan taşeron firma İlta AŞ'nin hem ortağı hem de eski yönetim kurulu üyesi. Şenol Demiröz'ün ortağı ve eski yönetim kurulu üyesi bulunduğu İlta AŞ'ye Aralık 1994 tarihi ile Mart 1997 tarihleri arasında ödenen para KDV hariç 80 milyar 945 milyon TL. Kültür AŞ'nin Demiröz'ün eski ortağı olduğu şirkete ödediği paranın ortalama dolar kuru baz alındığında bugünkü karşılığı 993 bin dolar, yani yaklaşık 1 milyon dolar. Kanal 7'ye de 142 milyar ödeme yapıldı
    BRT'nin cihazlarını 200 milyon lira gibi düşük bir bedelle Kanal 7 televizyonuna aktaran Tayyip Erdoğan ve Şenol Demiröz, İlta AŞ'ye hazırlattıkları 240 adet spot filmin yayını için aynı televizyona ayrıca 142 milyar 485 milyon TL ödeme yaptı. Kanal 7'ye ödenen bu paranın ortalama dolar bazındaki bugünkü karşılığı 1 milyon 750 bin dolar.


    Belki bazıları için bu ilişkiler ağının anlatımı karmaşık gelmiştir kısa bir özetle toparlayayım

    SHP'li Nurettin Sözen belediye başkanıyken BRT adıyla bir Belediye TV kurdurur. Sözen seçimi kaybedip Tayyip Erdoğan belediye başkanı olur. O sırada belediyelerin TV açamayacağına ilişkin kanunu da fırsat bilen Tayyip Erdoğan kendisine bağlı Kültür AŞ nin başındaki Şenol Demiröz vasıtası ile belediyenin bu TV'sini kendi yandaşlarına 200 milyona kiralar. Sonra bununla da kalmaz Belediye otobüsü reklamı gibi olur olmadık reklam ve tanıtım filmleri hazırlatıp bu kanalda yayınlatarak İstanbul belediyesinin milyarlarca lirasını bu kanala aktarır. Yani hem belediyenin TV'sini bunlara vermiştir, hem de kanalı vermekle kalmayıp belediyeden milyarlarca lirayı da reklam tanıtım vs yoluyla bu kanala aktarmıştır. Muhtemelen AKP'nin kurulmasında da bu paralar oldukça yararlı olmuştur.

    İşte şimdi Almanya'da bir bomba patlıyor. Kanal 7 den doğan ve bir TV programından bir yardım derneğine dönüşen Deniz Feneri fakir fukaraya bulgur makarna dağıtıp insanların gönlünde taht kurarken meğer yardım olarak dağıttıkları devede kulakmış ve halkın duyguları sömürülerek toplanan paralar kanal 7 ye aktarılmaktaymış. Kanal 7 eşittir kimler söylemeye gerek yok.

    Peki Almanya da ortaya çıkarılan bu yolsuzluk Türkiye'de ortaya çıkarılabilir mi? Kanal 7 kimin? Onu yaratan ve besleyen kim? ondan beslenen kim? ve bugün hükümet olan kim? Bir taşla ne çok kuş dimi? Hem Türk Hava kurumu gibi çekiştiğin cumhuriyetin yardım derneklerine alternatif oluştur. Hem yardımsever kimlikle halkın gönlünde taht kur, hem kendine destek bir medyayı elinin altında tut, hem de bu toplanan paralardan beslen.


    TAYYİP ERDOĞAN : Söz konusu usulsüz sözleşme, spot film yapım ve yayın işinin taraflarından İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Recep Tayyip Erdoğan bugün Başbakan,

    ŞENOL DEMİRÖZ : Kültür AŞ Murahhas Azası ve Genel Müdürü Şenol Demiröz TRT Genel Müdürü iken hakkındaki yolsuzluk iddialarının ayyuka çıkması ve Başbakanlık Teftiş Kurulunun, kendisiyle ilgili soruşturmanın genişletilme kararı vermesi üzerine emekliliğini isteyerek kurumdan ayrılmıştır.

    AZMİ ATEŞ : Kanal 7 televizyonunun bağlı olduğu Yeni Dünya AŞ'nin ortağı Azmi Ateş AK Parti İstanbul Milletvekilidir. TBMM Yolsuzlukları Araştırma Komisyonu Başkanlığı yapmaktadır..

    PEKİ BENİM DİKKAT ÇEKTİĞİM BU İLİŞKİLER AĞINI NEDEN HİÇ BİR YAYIN ORGANINDA GÖREMEDİK GEÇEN HAFTA BU KONU GÜNDEMDEYKEN?

    Galiba artık medyadan umudu kesmenin zamanı geldi de çoktan geçti. Bizim de tiyatrom'la yetinme zamanımız geçti. Ne dersiniz tiyatro dışında bir haber-yorum sitesi kursak mı? Var mı bu konuda gönüllüler aranızda?

    Lütfen, ailenizde olura dini hassasiyetleri ağır basan ve bu sebeple Kanal 7 gibi bir şer odağına meyil edenler olursa ki kanalın üstüne örttüğü yeşil örtü sebebiyle aman diyeyim! Ailenizi sevdiklerinizi bu takiyeci ekrana kaptırmayın.

    İşte bir bağlantı daha, B.Ahmet YAVUZ isimli bir şahıstan, yine metnin tamamını alıyorum:
      Deniz Feneri İle Kanal 7 arasında böyle bir ilişki vardı,
    Almanya hangi amaçla, neye matuf olarak bu adımı attı bilemeyiz ama, ortadaki davanın ayrıntılarından haberdarız değil mi? Doğan medya grubunun aylardır peşini bırakmadığı Deniz Feneri davasından bahsediyoruz. Evet, bir çoğumuz bu davadan haberdarız ama yine de kısaca özetleyelim ki aşağıda anlatacağım hikayelerde olayların birbiriyle bağlantısı daha kolay kurulsun.
    Aynı adı taşıyan, topladığı yardımları fakirlere ulaştırmak için kurulmuş, yönetimi farklı insanlardan oluşan, gerçekte tek, resmiyette ise iki dernek var.Bu derneğin topladığı paraların amacının dışında kullanıldığının fark edilmesiyle başlayan süreç, Almanya'da açılan bir davaya ve davanın Türkiye'ye, derneğin Türkiye'deki bağlantılarına uzanmasına vardı.
    Bu davada; derneklerle yakından ilişkili medya dünyasından tanıdığımız Zahit Akman gibi, Zekeriya Karaman gibi birçok popüler isim var.Bu isimlerin benzer olaylardan "sabıkalı" oldukları da gözden kaçmıyor.
    Deniz Feneri davasının gördüğü rağbette Almanya’nın azimli(!) takibinin yanında, bu şahısların popüleritesinin ve işgal ettileri makamların da etkisi var. Almanya’nın davayı takipteki niyetini ayrıca tartışabiliriz ama bu "niyet", gerçekleri değiştirmiyor.
    Deniz Feneri, biliyorsunuz, fakirler için yardım toplayan ve bu yardımları dünyanın farklı bölgelerine ulaştıran bir dernek. Kolayca ulaşabileceğiniz iddianameyi okuduğunuzda, derneğin amaç dışı ne tür kepazeliklere bulaştığını görebilirsiniz. Ama bir de iddianameye girmeyenler var. Bunların en önemlisi, derneği ve Kanal 7 çevresini tanıyan herkesin bildiği, bu iki kurum arasındaki ilişkiler.
    İşte şimdi pek çok kişinin bildiği o ilişkilere ışık tutacak bazı bilgileri sizinle paylaşacağım.
    Muhafazakar Kesimin yardım derneği aşkı..
    Gerçek anlamda fakirlere yardım toplamak amacıyla kurulan derneklerin başında İHH gelir. İHH’nın cemaatler içi kirli ilişkilere bulaşmaması üzerine, peş peşe yardım dernekleri kurulmaya başlandı. Bu derneklerin kurulmalarında ortak bir gerekçe vardı: Kuranların ellerinde bulundurdukları medya organlarına destek sağlamak. Bu niyetle önce Deniz feneri derneği kuruldu, daha sonra benzer bir ihtiyaçtan Cansuyu derneği doğdu. Bu iki derneğin kuruluş hikayesi birbirine çok benzemektedir. Birazdan anlatacağım bu ilginç benzerliği siz de göreceksiniz.
    Bu üç derneğin dışında bir de Gülen cemaatine yakın olan Kimse Yok mu Derneği var ki bu derneği bu yazı konusunun dışında tutmak istiyorum Çünkü hakkında olumlu ya da olumsuz hiçbir bilgi ya da kanaate sahip değilim.
    Deniz Feneri derneği Kanal 7’yi finanse etmek için, Cansuyu derneği ise TV 5’i finanse etmek için kuruldu.
    1998 yılında henüz Erbakan’ın Kanal 7’den tasfiyesi tamamlanmamıştı ama para da gelmiyordu. Kanalın, ihtiyaç duyduğu mali kaynağı başka bir yerden sağlaması gerekiyordu. İşte öncelikle bu niyetle, çeşitli projelerde de kullanılmak üzere Deniz Feneri derneği kuruldu.
    Hikaye şöyle gelişti….
    1998 yılında Deniz Feneri kuruldu. Yardımlar toplamaya başladı ve bu yardımların büyük kısmını da fakirlere ulaştırdı. Ama asıl amaç yardım toplayıp dağıtmak olmadığından, hemen Kanal 7’ye finans akışını sağlayacak projelere de start verildi. Bu işler için gerekçe de hazırdı ‘Dernek kurulmuştu ama reklam yapmadığı için daha çok para toplayamıyordu. Daha çok reklam yapmalıydı, daha çok para toplamalıydı, daha çok fakire yardım ulaştırılmalıydı.’ Yani Deniz Feneri para karşılığında Kanal 7’de program yapacaktı. İlk bakışta çok normal, çok etik, çok mantıklı ve karşılıklı çıkar üzerine kurulu görünebilir, fakat Kanalın yöneticisiyle derneğin resmi olmayan yöneticisi aynı olunca içerik de değişiyordu. Parayı veren de, alan da aynı kişi;programı yapan da, programa değer biçen de aynı kişi. Buradaki çarpıklık ayan beyan ortada değil mi?
    Programı hatırlıyacaksınız. Hani şu ‘genç kızların sevgilisi’, küpeli,genizden duygulu sunumlar yapan Uğur Arslan’ın sunduğu 'Deniz Feneri' programını. İşte her hafta 45 dakika yayınlanan o program için reklam bedeli olarak kesilen faturalar, Kanal 7'nin finansman açığını hızla kapamaya başladı. Bu program, Uğur Arslan’ın kırdığı ceviz bini geçene kadar devam etti. Uğur Arslan derneğin yönetiminde de olduğundan, kişisel yardım harcamaları için kendisine bir hesap açılmıştı. Arslan, o hesaptaki parayı yardım amacıyla istediği kişilere vermekte özgürdü. Fakat bir gün Uğur’un o hesabı şahsi harcamaları ve hovardalıklar için de kullandığı ortaya çıkınca, programla ilişkisi kesildi. Programı da daha gariban kılıklı biri sunmaya başladı.
    Uğur Arslan yeniden sahnede
    Fakat her geçen gün ratinglerin düştüğünü gören yönetim, dernekten aldıkları parayı hak etmek (!) ve Kanal’ın programla elde ettiği ratingi de korumak için Uğur Arslan’ın kırdığı cevizlerin üzerine bir bardak su içmek zorunda kaldı. Ve Uğur Arslanlı Deniz Feneri programı yeniden başladı. Yıllarca da devam etti.
    Barterla alınan malları derneğe sattılar..
    Kanal 7'nin finans ihtiyacı Deniz Feneri programıyla giderildi ama kanalın bir başka sorunu daha vardı. Kanal reklam karşılığı farklı firmalardan para yerine ürün alıyordu. Yani reklamda barter çalışması yapıyorlardı. Mobilya, duvar boyası vs gibi ürünler kanala akmaya başladı. Kanalın barterla aldığı ürünler zamanla depoları doldurmaya başladı. Bu ürünlerin satılması da pek mümkün olmadığından ( bazı okurlarımız bilirler, barterla alınan ürün her zaman piyasa fiyatlarının çok üzerindedir, aldığın fiyattan satmak mümkün değildir) buradaki cin fikirli arkadaşlarımız parlak (!)bir fikir ortaya attılar.
    Fikir şuydu: ‘Biz insanlara dernek aracılığıyla yardım ediyoruz . Bu insanlar bu paraları ne yapıyorlar? Gidip piyasadan ihtiyaçlarını karşılıyorlar, yani bizden aldıkları parayı başkalarına vererek ürün satın alıyorlar. En iyisi bu insanların ürün ihtiyaçlarını da biz karşılayalım.’ Bu fikir ortaya çıkınca depolarda birikmiş ürünler alınan yüksek değerleri üzerinden derneğe satılmaya başlandı. ( Kapısına çekyat giden bir fakir bunu ayrıntısını sorar mı? 'Siz bana para verecektiniz ama çekyat veriyorsunuz' der mi? )
    Bu iş öyle yaygınlaştı ki yeni bir ticari kol halini aldı. Artık nakit para yardımı uygulanan bir yöntem olmaktan çıktı. Fakirin ihtiyacı tespit ediliyor, sonra o ihtiyaç çeşitli yollarla elde ediliyor ve derneğe satılıyordu. Tabii dernek paralarını kanala aktarma konusunda bu kadar başarılı olan arkadaşlar, bir süre sonra hünerlerini binlerce insanın verdiği yardımlarla kurulan kanalın tamamını kendi üzerlerine geçirmekte de kullandılar.

    TV 5 kuruldu, bir derneğe ihtiyaç var…
    Bu yöntem camiada çok tuttu. Kanal 7’yi iki uyanığa, Zekeriya Karaman ve Mustafa Çelik’e kaptıran Erbakan, TV 5 adında yeni bir kanal kurdu. Aynı metot burada da işlemeye başladı. Önce İHH’nın kapısı çalındı ve 'Bizim Deniz Fenerimiz de sen ol' dediler. İHH bu teklife reddedince, 'Öyleyse biz de kendi derneğimizi kurarız' deyip Cansuyu Derneğini kurdular.
    Aynı gelir kalemleri, aynı yöntemler, aynı oyunlar ne yazık ki TV 5 ile Cansuyu Derneği ilişkisinde de devam etti.
    Kanal 7 de, TV 5 de İHH’nın normal kampanya reklamlarını yayınlamadıkları gibi, derneğin faliyetleriyle ilgili haberlere de hiçbir surette yer vermediler. İHH'yı ölüme mahkum etmek istediler. Ama işler öyle gelişmedi, hiçbir şey istedikleri gibi yürümedi.
    Bunları niye yazdım?
    Peki ben bunları niçin yazdım? Kimsenin bilmediği, çok özel, çok gizli bilgileri mi sizinle paylaşıyorum? 'İçeriden' ifşaatta mı bulunuyorum? Hiçbiri değil. Muhafazakar medyada herkesin bildiğini sizinle paylaşıyorum , o kadar.
    Peki herkes biliyor da, niçin kimse yazmıyor? Muhafazakar medyanın yazarları, entelektüelleri niye susuyor? Söyleyeyim: Çünkü bu yazar, çizer, entelektüel takımının amacı bir şey yapmak değil, bir şey olmaktı(r). Bütün bunları yazsaydılar, karşısında bayrak açtıkları güçler, medya organları, bunların "bir şey" olmalarını engelleyebilirdi. Bu yüzden de mahallenin çöpü artık mahalleden taştı. Bu çöplerin temizlenmesi gerek. 
    İlgili bağlantılar :

    27.09.2007

    Davulun sesi...

    0 yorum
    Dün saat 02:00 sularında bilgisayar karşısında otururken dangara dungara diye kulaklarımda yankılanan davulun sesini duyunca yazı yazma ihtiyacı hissettim.

    Öncelikle bir anımla başlamam yerinde olur diye düşünüyorum.
    Sene 99, -samimi olayım -zamanında mutaassıplığa varmış muhafazakarlığıyla ünlü, memleketim Erzurum'dayım henüz. Okulun son senesi ve dördüncü sınıftayım (çift dikiş olduğundan değil teknik okul olduğundan dördüncü sene,lütfen). Okulun son senesinde olmamızın verdiği rahatlık ve hovardalık sebebiyle sekiz kişi (sınıf mevcudunun tam 2/3 ü, iki kare) laboratuar dersinden (bütün gün) kaçıp her zaman yaptığımız gibi Sadık Dayı'nın kütüphanesine(ertesi gün neredeydiniz diye soran hocalara nazikçe kahvedeydik demek için ürettiğimiz bir tasvir) , fayans dizerek akşam etmek için gitmek üzere yol aldık. Kütüphaneye vardığımızda ne görelim, kepenkler kapalı. Allah, allah diye içimizden bir şeyler geçiriyoruz ama kapalı yapacak bir şey yok. Tek tek bildiğimiz bütün kahveleri dolaşıyoruz, kapalı. Şehirde kol sermeye başlamış kafelere gidiyoruz bir umut, ı ıh, onlar da kapalı. Son senemize kadar öyle kahve mahve gibi kötü alışkanlıklarımız olmadığından böyle bir durumla ilk defa karşılaşıyoruz. Sonradan aklımıza geliyor ki, bugün ramazanın ilk günü. Tekel bayileri, birahaneler vitrin camlarını gazetelerle kapatmış, bütün kahve ve kafeler iftar saatine kadar kapalı aynı lokantalar gibi.
    Bize iftar saatine kadar zaman geçirecek bir yer gerekli. Şehrimizin güzide pastanelerine varıyoruz tek tek, yok onlar da kapalı. En son arkadaşlardan birinin aklına, öğretmen evinin hemen üst tarfında yeni yapılan -adını şimdi hatırlayamadığım- iş merkezinin en üst katındaki bir kafe geliyor. bir umur tabana kuvvet cumhuriyet caddesinin öteki ucuna doğru yol alıyoruz. İş merkezine varıp, en üst kata çıkınca kafeyi arıyoruz ki, Veysel'in "gelin lan, buldum burada işte, ışıkları yanıyor, ses de geliyor içeriden" diye seslenmesiyle hepimiz kafenin kapısına yığılıyoruz. Kadir'in, pencereleri kalın tüllerle kapalı, içerisi görünmeyen kafenin kapısının arasından kafasını içeri uzatıp geri çekmesi bir oluyor."Lan oğlum burada oruç basıyorlar", diye bize dönerek şaşkınlığını belirten Kadir'e: "N'olmuş oğlum, ister tutar ister basarlar bizi ilgilendirmez. Soralım bakalım, oyun var mı içeride. Çekil kenara", diyerek kapıyı aralayarak ben dalıyorum kafeye. Hemen hemen hepsinin üniversite öğrencisi olduğu tiplerinden anlaşılan içerideki bütün gözler bende.Hafiften bir baş selamıyla üzerimdeki gözleri savarak "Selamun aleykum abicim, oyun var mı sizde? Okey, kağıt falan?" diye kasada duran adama soruyorum. Aldığım "yok" cevabıyla, bizimkilere dönüp "Bize burdan iş çıkmaz yürüyün", diyerek hepsini iş merkezinden çıkarıyorum. İftardan sonra toplanmak üzere sözleşip, neredeyse gelen iftar vaktiyle evlere dağılıyoruz.

    Ramazan denince herkesin aklına hasretle anılan mazi takılıyor. Bende de öyle ama "Nerede o eski ramazanlar" söylemiyle değil elbette. Ramazan yerine göre güzelleşiyor.Erzurum'da yaşadığımız zaman şehrin güzide mahallelerinden birinde, demirevlerde otururduk. askeriye lojmanları, iki üç katlı memur evleri, beş katı bulan şehrin tüccarlarının apartmanları falan yer alırdı mahallede. Cahil cühela hiç bulunmazdı hele mahallede. Ramazanda neredeyse sahura kadar oturulurdu evlerde ve kahvelerde. Ramazan davulcusu sokaklara düştüğünde ayakta olup da yakalayanlar hemen bir halaya bağlardı bu durumu, bizim memlekette davulcular yalnız değil bir de zurnacıyla dolaşırlardı böyle durumlar için. O zamanlar kimse davulcuya bağırıp, çağırmaz, sokaktaki bu tür eğlencelere "nerede saygı" diye sitem etmezdi. Aileler geniş, mahalleler aileydi. Bugünkü gibi insanlar küçücük ailelerine sığınır, mahallelerinden kendilerini soyutlar durumda değillerdi. Hala daha bunun sebebini çözemedim ya neyse! E davulcularımızda davulcuydu, alet işler el övünür misali. Şimdiki davulcular gibi dangara dungara ses çıkarıp dolşamazlardı sokaklarda. O davulların büyüsü yapımında mıydı, çalanda mıydı yoksa biz dinleyenlerde miydi bugün bunu da çözebilmiş değilim. O zamanlarda ramazan davulunun bir gelenek olduğunu savunabilirdim ama şimdi asla.

    Koskoca yüreklerimizi, heyecanlarımızı, sevinçlerimizi iyice küçülttüğümüz kabuklarımıza sığdırmaya çalışmıyorduk o zaman. Kabuğumuz oldukça genişti, yo hatta öyle sığınmaya çalıştığımız bir kabuğumuz bile yoktu. Ve ramazan davulu insanları bir araya getiriyordu sabahın bir köründe. Yani bu davula gelenekselliğini veren bir fayda imkanı sunuyordu toplum adına. Şimdi öyle değil, davul artık o tadı, zevki vermiyor hele ki o dangara dungara sesiyle. Biz de dahil hiç kimse heyecanla, tatlı uykusunda o davul dangırtısını beklemiyor artık. Bu yüzden "ramazan on beşi, davulcunun bahşişi" diye kapımıza bıraktığı o zarfı boş çevireceğim artık davulcunun. İsterse kusura baksın, hatta ardımızdan küfretsin. Benim hiç bir işe yaramayan, toplumca bir anlamı kalmayan sadece sabahın köründe sahura 3 saat kala sokak sokak dolaşarak dangara dungara ses çıkaran davulcuya, vicdanıma yenik düşüp anamın tabiriyle ve utanma namına "aman yazık adama, sabahın köründe sokak sokak dolaşıyor" bahşiş vermeye niyetim yok. Davulcuları, kendilerine bu boş gezenin dangara dungarası işini ihale eden muhtarlara-belediyelere havale ediyorum. Artık yok öyle aptal muhafazakarlık. Nerede fayda,orada hayda!
    Vay gelenekti de eli boş dönmesin. Faydasız şeyleri ben artık gelenek diye kabul etmiyorum. Kusura bakın efendim. Ben kendimde suç görmüyorum, sabahları kapıda karşılaştığımda tam selam verecekken kafasını göğsüne gömen komşularım olduktan sonra.
    Herkese hayırlı ramazanlar, davulcular hariç :)

    25.09.2007

    Türkiye Yazarstar

    1 yorum
    Gazeteport'un başlatmış olduğu "Yazar Aranıyor" isimli yarışma, yurtdışını bilmiyorum ama ülkemiz adına bir ilk ve övgüye değer bir girişim. Yarışma başladıktan sonra 1500 ü bulan başvuru sayısı dikkate değer. Bu başvurular içerisinden 837 ye indirilen ve 20 Eylül itibariyle de 500 e düşürülen yazar sayısı bir yarışma için oldukça yüksek diye düşünüyorum. Değerlendirmelerin, bütün yazarların yazılarının yayınlanacak olması, tercih edilen seçme yöntemi açısından eleme sisteminin internet üzerinden yapılması da göz önüne alınınca yazarlar lehine pek de faydalı olmadığı kanısındayım. Değerlendirmede, yazarların yayınlanan yazılarının aldığı toplam puanlar üzerinden değerlendirme yapılarak birer haftalık sürelerle en altta kalan 100 kişi elenecek. Bu sürecin ardından kalan 100 kişi içinden yine birer haftalık süreyle toplam puan üzerinden 25 er kişi elenerek nihayetinde gazeteport dört hafta sonunda 25 kişilik asil yazar kadrosuna kavuşmuş olacak.

    Elimden geldiği kadarıyla okumaya çalıştım yazarları, genelde oldukça genç katılımcılar yer alıyor.Geleneksel köşe yazarlığı biçimi çok nadir görülüyor yazılarda, çoğunluğu fikirlerini kelimelere arı bir şekilde dökmekte (aynı benim gibi)pek başarılı görünmüyor. Girift bir düzende yetişmiş insanların fikirlerini oldukça basit dile getirmesi pek kolay değil bence. (Hani bilirsiniz, birer cümlelik kısa çıkarımlarla, halkın anlayacağı şekilde yazma tavrı)

    Bu genç gizilgücün süregelen gazetecilik geleneği içerisinde bir gazetede köşe edinerek fikirlerini okuyucularla paylaşma fırsatı bulmaları pek olağan bir durum değil. Eğer geleneksel gazetecilik geleneği içinde kendilerine usta tutacakları bir el verenleri yoksa veya köşe saltanatı içinde bulunmuyorlarsa. Ayrıca ekonomik olarak da vasatın üstünde(yazı başına 50 YTL, ayda ederi 1500 YTL) bir imkan sunuyor. Bu kadar üniversite mezunu,aydın genç işsiz dolaşırken güzel bir imkan kanımca.Ayrıca usta çırak ilişkisinden kaynaklanan, hep aynı tekfikir yapısının kırılması için de değerlendirilmesi gerekn bir imkan. Bakarsınız gözde yazarlar veya dışarıda kalanlar, diğer gazeteler veya haber siteleri tarfından sahiplenilir, kim bilir?

    Benim asıl değineceğim, eleme sistemi. Tvde star seçmek için yayınlanan yarışmalardan pek de farklı görmüyorum bu yarışmayı. Her gün yaklaşık 500 yazar ve yazı. Hepsi içerisinden bir seçim yapabilmek için en az hepsinin bir yazısını okumak gerekiyor. Hesaba vurursak her yazarın birer yazısını okumak için ayırmak gereken süre aralıksız 12.5 saat. Yarışma dediğin böyle olur.
    Veya kimin çevresi, nufüzu geniş, kulisi sağlamsa (memleketçilik, ideoloji,eğilim vs.) onlar bu kalabalığın arasından sıyrılacaklardır. Belki bazı dinazorlar köşelerinden destek verdiklerini üst sıralara taşıyabilirler. Gazateportun yarışmayla ilgili bölümünde, Jürinin önerdikleri diye bir bölüm bulunuyor. Buradan böyle bir çalışma yürütüleceği aşikar(Henüz önerilen kimse bulunmuyor).

    Bu kalabalıkta nasıl öne çıkılır diye düşünüyorum. Aklıma, ilk başta kendi seçim yöntemim geliyor; başlıktan yakalama. Yukarıda saydıklarım dışında bu yöntemle okuyucuları etkilemeyi başaranların kendilerini üst sıralarda bulacaklarına kalıbımı basarım, tutmazsa kalıbımı bastığım yerden kazıyabilirsiniz.

    Atılacak başlık olarak da gündemin ön planda tutularak, akıllıca bir seçim yapılması gerekliliği ortaya çıkıyor.
    Fikirlerine ve klavyelerine kuvvet temenni ederim.
    Esasında, katılanların ruhi durumları bu süreç içerisinde değerlendirilirse; uzun süre yarışmada tutunanların son aşamalarda bu yarışa veda etmeleri aynı star yarışmalarında olduğu gibi buhranlara yol açabilir. Acaba yarışma sonunda gazeteport, katılımcılara psikolojik destek sağlama imkanı sunacak mı merak ettim şimdi.

    Gayrimüslimler bizi neden davet etmiyor?

    0 yorum
    Televizyon haberlerinde seyrederken hep düşünmüşümdür, gayrimüslim kanaat önderleri ve diğer dinlerin temsilcilerini; neden hep bir cenaze namazında safa sokmak, minber önünde inanmadıkları bir tanrıya duaya çağırmak, ramazanda anlamını bizimle aynı manada idrak etmeleri mümkün olmayan, orucumuzu açtığımız iftar sofrasına oturtmak eğilimindeyiz. Koskoca din temsilcilerinin acaba bu tür sempatikliklerle Müslümanlaştırılacağı inancı mı taşınıyor? Hiç sanmam!

    Peki nedir asıl mesele?
    Elbette ki dinlerarası dialog saçmalığı adı altında farklılıklardan bir noktaya varmak. Ama bu din; fikir değil ki. İnanılan değerler kesin olarak diğerlerinden ayrılmakta. Bizim aşağılık kompleksimizden ve AB monşerlerine yaranma zihniyetimizin saçmalığa bürünerek ekranlardan dünyaya tezahürü. Bu görüntüler ekrandan akarken aklıma hep şu soru takılırdı:"Bu ecnebilerin hiç mi mübarek günü olmaz; bizim gibi can cana kan kana senelerce beraber yaşadıkları Müslümanlarla paylaşacakları. Açıkçası bu tarz bir davranışta bulunmamalarını, bir iki yortularının varlığından haberdar olmakla yadırgamadım.

    Bugün de Mustafa Mutlu'nun Vatan Gazetesinde bugün yazdığı yazının aşağıdaki kısmını okuyunca bir iki kelam etme ihtiyacı hissettim kendi adıma.

    Maeltö’ye giden Müslüman var mı?Siz hiç “Ta Fota” ayinine katıldınız mı Rum dostlarınızla beraber... İsa’nın vaftiz edilişi nedeniyle düzenlenen bu törende sizi de bir Müslüman olarak aralarında görmek istediler mi?
    Ya da bir Süryani’den, Mesih’in mabede sunuluşu nedeniyle kutlanan “Maeltö”ye davet edildiniz mi?
    Ermenilerin “Pun Paregentan” karnavalına katıldınız mı? Hani 50 gün süren “Medz Balık”tan, yani “Büyük Oruç”tan hemen önce kutladıkları... Onlarla birlikte “khacverats”a (hac yortusu) gittiniz mi geçen pazar günü?
    Biliyorum; bu soruların yanıtı doğal olarak “hayır...”
    Çünkü her dinin mensupları, kendi dinlerinin gereklerini diğer dinlerden olanlardan ayrı bir ortamda yerine getirir. Bu tür günlerde “içtenlik” esastır ve o dine inanmayanlar içten olamayacağı için de davet edilmez.
    Peki bu, neden bizim “iftar sofralarımız” için geçerli değil...
    Neden son yıllarda bazı belediye başkanlarımız Ermeni, Süryani, Rum din adamlarını adeta zorla iftar sofrası etrafında buluşturuyor?
    Ya da Başbakan Erdoğan’ın katılacağı iftara neden “oruç”un anlamını bile bilmeyen Hillary Clinton, Jennifer Lopez, Brad Pitt ve Robert de Niro davet ediliyor?
    Bu tür davetler “dinlerarası dayanışmaya” hizmet ediyor gibi görünse de o ortamdaki “içtenliği” zedelemiyor mu?
    Zedelemiyorsa; onlar neden bizi davet etmiyorlar dini törenlerine?
    Bizim başımız kel mi?

    Sharbat Gula'nın gözleri

    1 yorum
    Sharbat Gula,1972 tevellüt Peştun kökenli bir Afgan kızıydı. Sovyetler ve afganistan arasindaki savaşta öksüz kalan bu Afgan kızı,1984 yılında Pakistanda, bulunduğu mülteci kampındayken Steve McCurry tarafından çekilen fotoğrafının National geographic dergisinin 85 yılı yayınında yayımlanmasıyla birlikte dünya gündeminde savaş mağdurlarının bir ikonu olarak yerini aldı.

    Debra Denker Haziran 1985 sayılı dergide hikayesine "Bu kızın adını hiç bilemeyeceğim" sözleriyle başlarken Sharbat Gula'nin küresel savaş mağdurlarının bir ikonu haline geleceğini tahmin etmiyordu anlaşılan. Zümrüt gözlerinden, ailesini yitirmenin acısı, insanlara karşı duyduğu güvensizliği ve yaşananlara gölzerine bakacaklara yaşadığı bölgedeki ızdırabı öyle güzel anlatıyor ki bu bakışların üzerine hiç bir şey yazılmasına gerek yok.

    O zümrüt gözler, bir zamanlar topraklarında barışı tesis etmek için BM vesilesiyle Sovyetlerle, Afganistan arasına giren Abd'nin 12 yıl sonra topraklarına bomba yağdırmaya başlayacağını nereden bilsindi. Futuristler bile o zaman böyle bir şeyi öngöremiyorlardı.

    Sharbat'ın adını sanını bilen yokmuş o zamanlar ama adına ne gerek var, gözlerinin söylediklerinin yanında. Zamanında Afgan Kızı'nı fotoğraflayan Mccurry, 1985 teki Afganistan hikayesini yazan Debra'nın "Bu kızın adını hiç bilemeyeceğim" sözünü haksız çıkarmak için kendine ahdetmiş ve 2001 yılında düşmüş Afganistan topraklarında Sharbat'ın izinin peşine. Ve sonunda Sharbat'ın abisini tanıyan birisinin aracılığıyla ulaşmayı başarmış, her zaman ki alışkanlığıyla boş durmamış bu sefer de 29 yaşlarına ulaşmış olan Sharbat'ı, 18 sene sonra yeniden fotoğraflamış, hem de bu sefer Sharbat'ın eline, fotoğrafçılığının şaheseri Afgan Kızı portresiyle süslenmiş dergisini tutuşturarak. "Hey yavrum be neler başarmış adam". Gözlerinin şeklinin hiç değişmediğini ve o fotoğraftaki kızın bu kadın olduğunu göz şeklinin analizinden teyit etmiş. Evet haklı Sharbat'ın göz şekli değişmemiş ama değişmeyen birşey daha var ki o da yaşadıklarının farkına varmış gözlerin daha bir öfkeli söyledikleri. Sharbat o zamandan bu zamana çok şey yazamış; 90ların ortalarında bulunduğu mülteci kampından büyükannesi ve dört kardeşiyle birlikte ayrılarak karlı dağları bir battaniyeyle ısınmaya çalışarak aşmış ailesinden kalanların dışında 6 kişiyi zulme kurban vermiş. Mısır, bugday, pirinç ve ceviz ile hayatlarını devam ettirmeye çalışmışlar, okul, sağlık ocağı, yol ve su olmayan memleketleri olan köylerinde.

    Bu bakışların karşısında, Sharbat'ın yaşadıklarını, gördüklerini, hissettiklerini anlamamak mümkün değil. 12 yaşındayken dünyadan bihaber korku ve çekingenlikle söylediklerini şimdi daha bilinçli bir şekilde haykırıyor. Acaba bu çekilen fotoğrafın ardından başka bir bombardıman daha başlar mı? gür bir sesle yeniden küresel dünyada ben varım diyen Rusya güçlenmeye başladıkça, başlamaz diye kim garanti verebilir Sharbat'a. Amaan nolcak canım olursa öyle bir saldırı-savaş, Mccurry objektifinden dünyaya haykırtacak yeni zümrüdi Afgan gözleri bulur.

    24.09.2007

    Türk rock müziği neden sertleşmeye başladı?

    0 yorum
    İmage musicclub.it Müzikten çok fazla anlamam bunu baştan belirtmem gerekir. Burada tutup da kafadan bir rock müzik tarihi de yazacak değilim. Zaten yazanlar yazıyor üstlerine vazife olan tarihi. Yine de nedir ne değildir diye isim felsefi kısmına merak salanlar olursa wikiciğimiz sağolsun rock müziği ile ilgili güzel bilgiler barındırıyor. Şurada bir forumdan da bu konuda faydalanabiliriz. Şurada da direct-i ile yapılmış bir ropörtaj yer alıyor. Ya nebilim işte arayan bulur internette.

    Gelelim asıl konuya. Şebnem Ferah, Ogün Sanlısoy, Hayko Cepkin gibi rock müzik sanatçıları yeni çıkardıkları albümlerle yapmış oldukları müzikte asıl olmaları gereken yere döndüklerini-vardıklarını belirtiyorlar imkan buldukları her fırsatta. Daha önce neredeydiler diye düşünüce yine sanatçıların kendileri bu soruya cevap veriyorlar: Müzik piyasası müsait değildi, istediklerimiz yapımcılar tarafından yontularak alışagelmiş kalıplarla su üstündeki kitleleri elde tutmak kaygısıyla yapmak istediklerimize izin verilmiyordu. rockçuların tabiriyle genelde rockçuların çoğusu underground denilen şekilde belirli sayıda bir hayran kitlesine pek de piyasaya bulaşmadan ulaşıyorlardı ve kendi yağlarında kavruluyorlardı. Rocker kitlesi bu düzenin dışına çıkıp da kendisini topluma açmayı başaranları "piyasa oldu" diye kendilerinden soyutluyorlardı. bir tavır rockçular arasında egonun yeterince tatminini sağlıyordu. Fakat piyasada özellikle pop rock, soft rock tarzı çalışan sanatçıların müzik piyasasından kaptıkları pastayı göz önüne alınca kendi kariyerleri ve hedefleri yönünde yeniden bir değerlendirmeye giderek bu piyasada kendilerine bir yer edinmeye çalıştılar. Ve anlaşılan o ki artık bunu başarıyorlar. Hard rock kitlesi sadece underground takılmıyor, sosyal hayatta da beğenilerine uygun müziği arıyorlardı ve sanatçıların bu yaklaşımı iki taraf açısından da olumlu sonuçlar doğuruyordu. Doğal olarak elini taşın altına koyup bu işe girişenlerin başarısını gören yapımsılar da artık bu tür çalışmaların piyasada önünü açma kararına vardı. Neyse rockçılar yer altından sosyal hayata ve müzik piyasasına hızlı bir dalışa geçtiler. Bu geçiş elbetteki müziklerindeki sert değişimle kendini gösterdi.

    Benim kafama takılan; neden piyasadakiler gibi, pop rock ve soft rock veya anadolu rock tarzında değil de hard rock müzik üretimine yöneldikleri. Belki bu sanatçıların asıl eğilimi değildir ama ben şöyle değerlendiriyorum onların gıyabında:

    Bu memlekette insanlar; önlerine ne koysan yiyorlar. Uyuşmuş, makinalaşmış hale gelen insanlar duydukları müziğe sadece kafa sallamakla yetiniyorlar. Bu uyuyan halkı bir şekilde uyandırmak ve neye, niçin, nasıl kafa salladıkları konusunda kafalarına indirilecek bir çekiç darbesiyle gerçek dünyaya döndürmek gerektiğinin düşünülmesi. Ben rock müzikteki ortaya çıkan bu idealistliğe kendimi inandırmak istiyorum. Müzikle kafalarına inen çekiç darbeleriyle sersemletilenlere bir de serum gibi sözlerle destek verilirse asıl uyanışa geçecekleri kanaatindeyim. Nebilim, böyle şeyler düşünüyorum bu arada.

    Belki toplumun içinde bulunduğu tepkisizliğe ve uyuşmuşluğa gençliğin büyük eğilim gösterdiği bu müzikten bir medet umuyorum. Hayatın heyo heyo olmadığını gençlerin okullarını bitirdikten sonra değil de daha öğrenim hayatı içinde kavramaları gerektiğni düşünerek rockerlara bir rol biçiyorum.
    Belki de saçmalıyorum.

    23.09.2007

    Neden banka kartlarına SanalPos desteği sağlanmıyor?

    0 yorum
    Bilindiği üzere gelişen yazılım teknolojisiyle paralel bankacılık sektöründe de güvenlik çalışmaları ve ödeme imkanları o hızda ilerlemekte. İnernet üzerinden gerçekleştirilen bankaclık işlemleri, banka şubeleri üzerindeki işlem yoğunluğunu da yaygınlaştığı derecede azaltmakta. Banka havaleleri, eftler, fatura ve kredi kartı ödemelerinin internet üzerinden yapılması seneden seneye yaygınlaşarak artmakta. Bankacılık sektörü de bu gelişmeye istinaden online hizmetlerini arttırma ve geliştirme peşinde. En son gelişme de elbette ki sanalpos uygulamalarıyla kredi kartlarının internet üzerinde kullanımını yaygınlaştırmakta. BKM verilerine göre: yerli kredi kartlarının yurtiçi alışverişte kullanım hacmi 2002 yılı itibariyle 21.193,44 (xmilyon YTL), 2007 ikinci dönem itibariyle 79.664,50 (xmilyon YTL) gerçekleşmiş ve yaklaşık beş yıl süresince yüzde 375,89 artış göstermiştir.
    Aynı süreçte yerli banka kartlarının yurtiçi alışverişte kullanım hacmi 2002 yılı itibariyle 123,23 (xmilyon YTL), 2007 yılı ikinci dönem itibariyle 1.453,80 (xmilyon YTL)olarak gerçekleşmiş ve yüzde 1179,74 artış göstererek yurtiçi yerli kredi kartı kullanımındaki artış kat be kat katlayarak yaygınlaşmıştır.

    Banka kartları sayılarına da bir göz atmakta fayda var.
    2000 yılı itibariyle sadece electron banka kart adeti 6.393.759 olup genel toplamda(plus, electron plus, maestro,özel logolu dail) 29.560.303 adettir. 2006 yılı itibariyle sadece electron 26.541.163 adet olup genel toplamda(plus, electron plus, maestro,özel logolu dail)53.464.057 adettir.
    Bu veriler ışığında genelde iki katı bir artış olduğu görülse de electron olarak yüzde 415.11 kart adedi bazında artış sağlanmıştır.

    Aynı şekilde kredi kartı verilerine bakalım.
    2000 yılı itibariyle 13.408.477 adet olan kredi kartı sayısı 2006 yılı itibariyle 32.433.333 adet olmuştur.

    Bu veriler göstermektedir ki Okan Bayülgen aracılığıyla gerçekleştirilen banka kartlarının alışverişte kullanımını arttırmaya yönelik medya çalışması olumlu sonuçlar vermiştir.
    Kullanımında bu kadar artış gösteren banka kartları kullanıcılarına internet üzerindeki sanalpos uygulamalarından faydalanma imkanı da sağlanırsa bu artış daha fazla olacaktır.
    Ayrıca benim gibi kredi kartı kullanma eğilimi olmayan kişilerin de internetten alışverişten faydalanmak için kredi kartı edinmesine gerek kalmayacaktır.
    Banka havalesi veya eft kullanarak da internetten alışveriş yapılabilir dediğinizi duyar gibi oluyorum. Evet, haklısınız. Hemde kredi kartına göre de fiyat avantajı sağlanıyor fakat bu alışveriş sürecini ve ödeme takip süresini uzatıyor. Banka kartlarına da sanalpos desteği verildiği zaman nakit ödeme işlemi göreceğinden, internetteki alışverişlerde yine ödeme konusunda kullanıcı lehine olacaktır.

    Alışverişlerde kullanılarak bu kadar bu kadar büyük bir hacme sahip banka kartları kullanıcılarının bu isteğine bankalar arası kart merkezi ve üyeleri bankaların duyarsız kalmamalarını ve bu konuda gerekli çalışmaları başlatarak, alışverişlerinde banka kartı kullanan kullanıcılara böyle bir kolaylık sağlanmasını temenni ediyorum.

    Veriler Bankalar Arası Kart Merkezinden alınmıştır.

    Bir aile iki ükeyi sırtlıyor

    0 yorum
    Şu dünya garip bizim memleket ve insanımız daha garip. Sadece bana garip geliyor oysa normalde küreselleşen dünyada oldukça normal bir durum; bir ülke vatandaşının uluslarası müsabakalarda başka bir ülke vatandaşı olarak yarışması. Tamam normal bir şey demiyorum; bizde de bir ton ithal sporcu var. Ama işin garibi aa verdiği şu haber:
    Tayland'ın Chiang Mai şehrinde devam eden 76. Büyük Erkekler ve 19. Bayanlar Dünya Halter Şampiyonası'nda Türk çift iki milli forma için yarıştı. Erdal Sunar, erkekler 85 kiloda Türkiye için yarışırken, eşi Müslime Sunar da bayanlar 63 kiloda Fransa formasını giydi.
    Ne kadar ilgi çekici bir durum değil mi? Yo yo asla yadırgamıyorum.

    yn: Son anda öğrendim ki şampiyonada ülkemizi temsil eden Erdal Sunar dizindeki sakatlığı bahane ederek çekilmiş. Zaten üç hakkında da 160 kg kaldıramamış. Gel de üzülme şimdi!!!

    22.09.2007

    Ekrana muhalefet aranıyor

    0 yorum
    Bir zamanlar televizyon ekranlarında iktidara karşı muhalefet yapabilen, halkın yaşadığı sıkıntıları attığımız kahkahalar esnasında açık kalan ağzımızdan midemize kadar sokan mizah programları mevcuttu. "Programları" denecek kadar çok değildiler aslında hepi topu ya iki ya üç.

    Ekrandan mizahi muhalefet denince benim aklımda "ben,ben, ben diye el kaldırıp havalara zıplayan" olacak o kadar yerini hiçbir yere terk etmiyor. İktidarın uygulamalarına neredeyse gerçek zamanlı cevaplar veren skeçleri, halkta olduğu kadar siyasilerde de çeşitli tepkilere sebep oluyordu.

    Her hafta "olacak o kadar"da yayınlanan bir skeç ana haberlere konu oluyordu neredeyse yada kesin bir bakan çıkıp programda yapılan skeçle ilgili bir açıklamada bulunuyor veya veya RTÜK'e siyasiler tarafından "olacak o kadar" hakkında şikayet ediliyordu. Demek ki bu programlar o zamanlar amaçlarına ulaşabiliyor ve siyasi iktidara seslerini ulaştırabiliyorlardı.
    Levent Kırca, Nejat Uygur, Hamdi Alkan, Ali Poyrazoğlu gibi sanatçılar genelde müstehcen üsluplarından dolayı eleştiriliyorlardı ama onlar da biliyorlardı ki halkın aklına bir şey sokmak uçkurun ipini gevşetmekten geçiyordu.

    Yakın geçmişte bir de Hamdi Alkan "silindiri :)" vardı. Olacak o kadar, gibi etkili olamasa da kendince tutturduğu üslupla yoluna devam ediyordu.İyi kötü ekrandan birşeyler söyleyebilmeyi başarıyordu.
    Hamdi Alkan'da baktı ki AKP, halkı yalamış yutmuş artık beyni yıkanmış halktan bize ekmek çıkmaz o da son zamanlarda tutmaya başlayan büyü, böcek işlerine dalıp çocuklara yönelik program yapımcılığına veriyor ağırlığını.


    Nejat Uygur (Allah şifa versin) un yeri de ayrı tabiki, olacak o kadar gibi gerçek zamanlı olmasa da zamanında yayınlanan çekimleri oldukça etkileyiciydi, politik atıfları falan. Son zamanlara doğru "ince ince yasemince", "reyting hamdi" gibi yapımlara yerlerini bırakmış olmaları üstlendikleri görevlerin de yerlerini alanlara geçtiğini pek göstermiyordu. Levent Kırca 2006 da olsa gerek "Makina"da olacak o kadar adı zirvedeyken bırakmak istiyorum demiş. Doğal olarak iktidara o kadar yaklaşınca insan yapacaklarını yapamıyor; çünkü o zamanlarda Levent Kırca AKP nin "Siyaset Okulu"nda ders vermeye başlıyor.

    Aaa bir aralar da "Bir demet tiyatro" vardı tabi, Yılmaz Erdoğan'ın henüz sınıf atlamadığı ve idealist olduğu zamanlara denk gelen vakitlerde. BKM de sermayeyi yaladıktan sonra tv ekranlarında halkla buluşan yapımları da unutmamak gerek Yılmaz Erdoğan adıyla anılan; Oto Gargara,Bana Bir Şeyhler Oluyor.

    Sabahların -çoğu kez benim sinirimi bozsa da- sivri dilli şekeri Metin Uca. Uyan Türkiye isimli sabah programıyla, sabahın köründe ciyak ciyak bağırarak yolunda gitmeyen birşeyleri, koştura koştura yola düşen ve işine yetişmeye çalışan insanlara duyurmaya çalışıyordu. Tek kişilik gösteri ve kitaplarıyla yine de bileğinin gücünü göstermekten geri kalmıyordu. en son cumhurbaşkanlığı adaylığı sürecinde gündeme düşmüştü ağırlıklı olarak ama şimdi yarışma programı sunuculuğuna devam edip arasıra da çeşitli programlara konuk olarak katılmakta.

    "Gece kuşu" ile başlayan ekran macerasını "Televizyon Çocuğu" ile devam ettiren, Zaga ile beraber sosyal sorumluluk duygusu adımlarını hızlandıran ve ekran başındakileri uyutmamayı amaç edinen "Makina" ile fiili ekran macerasına son vermiş görünen Okan Bayülgen. Okan da yorulmuştu, uyuşmuş gençliğin beynini camsille parlatmaya çalışmaktan ve bence sonunda o da yenik düştü bu savaşta.

    Her neyse şimdi nerede ve ne yapıyorlarsa zamanında güzel işler çıkarmaya ve halka adamışlardı kendilerini. Şimdi ekranlar şarkı, türkü, dans, sevişme, çiftleşme programlarında kaldı ne yazık ki. Ha bir de yeşilçam filmlerinin cilalanmış hali günümüz
    dizilerine.

    21.09.2007

    Eurovision Dans Yarışması da eksik kalsın zaten

    0 yorum

    Örovizyon dans yarışması 2007(Eurovision Dance Contest ) Londra'da 01 Eylül 2007 tarihinde yapılmış ve birinciliği de Finlandiya'yı temsil eden Jussi VÄÄNÄNEN & Katja KOUKKULA çifti kazanmış.



    Avusturya, Danimarka, Finlandiya, Almanya,Yunanistan, İrlanda, Litvanya,Hollanda Polonya, Portekiz Rusya,İspanya, İsveç,İsviçre, Ukrayna ve İngiltere katılmış bu yarışmaya.

    Şimdi bu konuya nereden bulaştığıma gelince; Yüksel AYTUĞ, bu günkü yazısında avrupada yaşayan vatandaşlarımızdan aldığı tepki ve eleştiri mesajlarına istinaden "Neden orada bizden kimse yok?" diye sormuş. Halk danslarıyla övünen ve tv ekranlarında dans yarışmalarının izlenme rekorları kırdığı bir memleket olarak o yarışmada yer almamamıza içerlemiş.

    Ben derim ki; yok arkadaş biz almayalım. Bu işler politik işler. Ayrıca içeride şarkı yarışması için birbirimizi yiyoruz ; yok şarkı Türkçe olsun, yok ecnebice vs vs. diye. Şimdi bir de dans yarışmasına bulaşacaksak; halk oyunları olsun, olmaz modern dans olsun, yo yo anadolu ateşi, olmaz be şaman olsun gibisinden tartışmalara şimdiden alışmak ve ısınmak gerek.

    İşin aslını öğrendikten sonra o kadar milli bir mesele değil de sadece pazarlama stratejisi savaşı olduğuna kanaat getirirsek belki o zaman olabilir diye düşünüyorum. Sony, Sertap ile bunu başarmıştı. Bir daha neden olmasın?

    Çok felaket fikrim geldi : Tarihin yazmadığı buluş.

    3 yorum
    Gece bilgisayar başında oturmuş internet ortamında araştırma karıştırma işleriyle uğraşırken, birden beynimde bir kıvılcım çaktı. İşte o an sanki ömrüm boyunca beklediğim ışığa kavuştum.

    Değil Türkiye ve dünyanın ; değil bu yılın, değil bu asrın, değil bu milenyumun, tarihin bile bu zamana kadar görmediği ve sayfalarına yazmadığı bir buluşa imza atıyorum. İnsanlık tarihi böyle birşeyle karşılaşmadı ve değil ki bir daha karşılaşsın.

    Hem insanlar hem de diğer canlıların kurtuluşu benim elimden olacak ve bütün insanlık alemi, ağzı binlerce karış açık bir şekilde bu buluşu seyredecek, konuşacak, anlatacak ve tartışacak.

    Tarihi dahi ağlatacak buluşu açıklamak için henüz bir tarih belirlememiştim. Gelmiş, geçmiş ve hala yürümekte olan bilim dünyası kendini tasfiye etmek durumunda bile kalabilir, bilemiyorum. İnsanlığı böyle bir buluştan mahrum bırakmanın günah ve sorumluluğunu daha fazla taşıyamam. Ufak bir değerlendirmeden sonra buluşu duyuracağım tarihi açıklayorum.

    1 Aralık 2007 tarihinde buluşumu açıklıyorum.

    TRT Paşası :Musa ÖĞÜN

    0 yorum
    Musa Öğün’ün hayat hikayesi, 1920'de Kars'ın Sarıkamış ilçesinde doğmasıyla başlıyor.. 1940'da Harp Okulu'nu, 1954'te Kara Harp Akademisi'ni bitiriyor, Türk Silahlı Kuvvetler'inin çeşitli kıta ve karargahlarında görev alıyor. Musa Öğün, albay ve tuğgeneral rütbeleriyle Moskova'da Silahlı Kuvvetler Ateşesi olarak çalışıyor. Genel Kurmay Muhabere ve Elektronik Dairesi Başkanı iken Adnan Öztrak'ın istifasıyla boşalan TRT Genel Müdürlüğü'ne 2 Ağustos 1971'de atanıyor.Bu görevi, 30 Ağustos 1973 tarihine kadar sürdürüyor. ardından Erzurum'daki Dokuzuncu Kolordu Komutanlığı görevinden 1977 yılında emekliye ayrılıyor. Musa Öğün, 17'nci Dönem Kars Milletvekili olarak da TBMM’de görev yapıyor. Bu paşanın bu şekilde devam eden hikayesi 14 Ağustos 2007 tarihinde Ankara’da geçirdiği kalp krizi neticesinde sona eriyor.

    Her sivil iktidar döneminin simgeleşmiş isimleri, kişileri varsa, askeri dönemlerin de böyle, makam sahibi görevlileri vardır, o dönemler onlarla anılır.
    İşte "12 Mart dönemi"nin Musa Öğün Paşa'sı da bunlardan birisiymiş.
    Musa ÖĞÜN TRT’de görev yaptığı süre zarfında ve akabinde “TRT Paşası” olarak anılmaya devam ediliyor. TRT Genel Müdürlüğü döneminde zaman zaman müsbet zaman zaman da menfi uygulamaları olmuş aldığı askeri disiplin çerçevesinde. En çok kendisine öfke beslenmesine sebep olan ise bir çok çalışanın “komunist” suçlamasıyla görevlerine son verilmesi. Paşanın darbeci cunta içerisinde yer alması falan değil de benim asıl dikkatimi çeken görev süresi içerisinde meydana gelen olaylar ve paşanın renkli kişiliği.
    Aşağıda yaşanmış olaylardan bir derleme yer alıyor.

    Birgün Sıkıyönetim Komutanlarından biri telefon ediyor, "Uçun kuşlar uçun, İzmir'e doğru" şarkısından şikayet ediyor.
    Niye?
    Çünkü TRT'ciler bu şarkıyı çalarak, anarşistlere mesaj veriyorlarmış, "Burada operasyon var, İzmir'e kaçın!" diyorlarmış!!!

    BİR MGK toplantısında, TRT yayınları görüşülüyor, Adalet Partili Başbakan Yardımcısı Nizamettin Erkmen, Melih Cevdet Anday'ın "Mikado'nun Çöpleri" TRT'de oynandığı için şikayetçi...
    Niçin?
    Çünkü oyunda "yatak" kelimesi geçiyormuş!
    Cumhurbaşkanı Sunay, Musa Öğün'e "Cevap ver ama, kısa olsun!" diyor, Musa Paşa da kısa bir cevap veriyor:
    Bu oyun sayın Başbakan Yardımcısı'nın döneminde tiyatrolarda kapalı gişe oynandı, TRT bunu yayınlayınca mı müstehcen oldu? Yatak kelimesinin müstehcenlikle ilgisini ben anlayamadım!


    Hasan Pulur’dan:
    "12 Mart" öğleye doğru, yanındaki yüksek rütbeli birkaç subayla TRT Genel Müdürü'ne giden, Haber Dairesi Başkanı rahmetli arkadaşımız Doğan Kasaroğlu'na elindeki muhtırayı uzatıp "Bunu 13 haberlerinde okutacaksınız!" diyen General Musa Öğün'dü. TRT Genel Müdürlüğü'ne muhtıra vermek için giden "Musa Paşa" uzun süre oradan dışarı çıkmadı, çünkü TRT Genel Müdürü olmuştu.

    MEVCUT üst kadroyla birlikte çalıştı, esprili, cana yakın, Kars şivesiyle konuşan, babayiğit Musa Paşa'nın karşısında olanlar bile TRT'deki teknolojik aşamayı hayretle, hatta överek belirtiyorlardı, tabii biraz da askeri yönetiminin gücü Musa Paşa kişiliğiyle birleşince sivil yöneticilerin aylarca çözemedikleri sorunlar bir çırpıda hallediliyordu.
    Ama bazen de...
    ***
    DOĞAN Kasaroğlu, olanları duyunca "Ne halt ederseniz edin, gidin Paşa'ya anlatın!" dedi.
    Sanki birileri sabotaj yapmıştı.
    Rahmetli Kasaroğlu'nun kurmayları Zeki Sözer, Muammer Yaşar ve arkadaşları çekine çekine TRT Genel Müdürü'nün odasına girdiler.
    Musa Paşa "Ne var, söyleyin!" diye adeta haşlar gibi soruyordu, Zeki Sözer cesaretini topladı:
    "Paşam film yanmış!"
    Musa Paşa hangi filmin yandığını hemen anladı, kuvvet kumandanlarının devir-teslim töreni filmi... Hemen döner koltuğu çevirdi, kırmızı telefonu kaldırdı:
    "Recai, gel bunları tutukla!"
    Paşa'nın "Gel tutukla!" dediği, sıkıyönetim kurmay başkanı olmalıydı...
    Neyse Musa Paşa ikna edildi, teknik cambazlıklar yapıldı, yanan karelerin yerine fotoğraflar konuldu, film baştan çekildi, kurtarıldı.

    Kendisi anlatmış:
    "TRT'de nereye elimi atsam, yok deniliyor, hele kameraman hiç yok ama herkes televizyonda görünmek istiyor. Tek kanal iyi de ben bunları çekecek kameramanı nereden bulayım? Aklıma geldi, muhabere okulunda yeteri kadar var, hem sivil hayatı öğrenirler hem de deneyimleri artar... O gün maç varmış, bunlardan birini vermişler, çocuk ilk defa maç naklinde çalışıyor, penaltı olmuş, yönetmen kulaklıktan talimat vermiş:
    'Kaleyi ver!'
    Bizimki hemen Ankara Kalesi'ni ekrana getirmiş!"
    Musa Paşa bunu hem anlatır, hem de "Yok canım, o kadar da değildi!" diye kıs kıs gülerdi.
    ***
    "12 Eylül"den sonra Musa Paşa da siyasete girdi, Turgut Sunalp'ın MDP'sinden milletvekili seçildi.
    Kütahya mitingini hatırlıyoruz; ufak bir meydan, kürsüde Turgut Sunalp, yanında Musa Öğün...
    Duvarda da bir levha:
    "Dönekler meydanı."
    Musa Paşa ile göz göze geldik, bizden önce levhayı gösterdi, gülmemek için kendisini zor tutuyordu.
    Süleyman Demirel'in "Tapulu arazime gecekondu kondurtmam!" dediği günler...
    Şimdi ortada ne tapu kaldı ne tapulu arazi...

    Emin Çölaşan’ın, “Tarihe Düşülen Notlar” adlı kitabından ilginç bir anekdot:

    Biz bunları yemeyiz
    Musa Öğün, bir gün TRT çalışanlarından Ersin Salman’ı çağırtıyor... Banda alınan bir radyo oyununun metnini istiyor. Ersin Salman, metni uzatıyor. Metinde bir adam en çok “Cengel Kitabı”nı sevdiğini söylüyor. Paşa soruyor:
    - Ne demek cengel?
    - Cengel İngilizcede jungle demek, yani balta girmemiş orman efendim.
    - Ne demek oluyor bu? Sen cengelin “c” sini at bakayım... Sonuna da bir “s” ekle
    - Evet...
    - Engels kitabımı başucumdan ayırmam demek istiyorsun burada... Propaganda böyle endirekt de yapılır. Biz bunları yemeyiz delikanlı...
    Bu olaydan sonra TRT’de bir espri yayılıyor:
    - Musa’nın m’sini at bakalım ne kalır? USA...
    Bu espri Yeni Ortam dergisinde yazılıyor. Dergi bu yüzden kapatılıyor.

    Hıncal ULUÇ'tan
    VAN'DA teğmendiler babamla birlikte.. Hani "Kucağımda büyüdü" derler ya.. 3 yaşındaki Hıncal öyleydi, Musa Öğün Teğmen için..
    Askerlik işte.. İkinci karşılaştığımızda Musa Öğün, Musa Paşa'ydı. 12 Mart'ın TRT Genel Müdürü.. Hıncal Uluç da, 12 Mart'ın Ziverbey'e çektiği Cumhuriyet'in TV yazarı.. Kadere bakar mısınız?.
    O beni zaten seviyordu. Ben de onu sevdim. O zor koşullar içinde nasıl dengeler kurmak için çabaladığına şahit oldum..
    Alnının akıyla ayrıldı TRT'den.. Orduya döndü..
    Bir anım vardır, unutmam..
    Odasında sohbet ediyoruz.. Telaşla bir televizyon yöneticisi girdi içeriye.. "Akdeniz Oyunlarını veremiyoruz" dedi.
    1971 Akdeniz Oyunları İzmir'de ertesi gün başlayacak. TRT naklen yayın için tüm çalışmaları yapmış. Bu Türkiye televizyonlarının ilk canlı spor yayını olacak ayrıca.. Tarihi bir olay..
    Bre aman!.. Neden?..
    Naklen yayın arabası İzmir gümrüğüne gelmiş. Ama TRT'de gümrük ödeyecek para yok. Rezaleti düşünüyor musunuz?..
    Ertesi gün yayın yapıldı..
    Musa Paşa'nın asker kafası bir tek şey biliyordu.. "Görev yapılacaktır."
    Anında emir verdi.. Antalya Radyosu binası, Ziraat Bankası'na ipotek edildi. Alınan borç İzmir gümrüğüne yatırıldı. Naklen yayın arabası Atatürk Stadı'na getirildi.
    Devletin binasını, devletin bankasına ipotek edip, devletten aldığı parayı devletin gümrüğüne yatırarak, devletin aracını, devlete teslim etmek, bir devlet adamının işiydi..
    Türkiye'nin de hala ve hala içinde boğulduğu bürokrasi rezilliği..

    TRT den kronoloji
    27 Temmuz 1971- Adnan Öztrak istifa etti. TRT Genel Müdürü Musa Öğün oldu.
    3 Ekim 1971- İlk spor naklen yayını gerçekleşti.
    11 Aralık 1971- İstanbul televizyonu haftada 4 gün yayına başladı.
    31 Aralık 1972- Yılbaşında 14 saat sürekli TV yayını ilk kez yapıldı.
    30 Ağustos 1973- Musa Öğün görevden ayrıldı. Yerine vekaleten Doğan Erden atandı.

    20.09.2007

    Sami Yusuf ; bu milletin teveccühünden sonra bu olmadı işte.

    0 yorum
    Sami Yusuf'un hayranları onun bu tercihine ne diyecekler?


    ekovizyon.com özel haber;
    Türkiye'de bazı medya kanallarına ambargo koyan Sami Yusuf Roj Tv'ye konuk oldu.

    Türkiye'ye geldiğinde bazı kanalların tekliflerini reddeden Azeri asıllı Sanatçı Sami Yusuf, PKK yanlısı yayın yapan Roj Tv'ye konuk oldu. Sami Yusuf yaklaşık 2 saat sohbet edip sevilen parçalarını stüdyo ortamında seslendirdi.

    Program boyunca ingilizce konuşan Sami Yusuf konuşmasını tercüman aracılığıyla yaptı. Yusuf, Roj Tv'de "Sallallahu Aleyhi ve Sellem" ve "Allahu Allah" gibi çok dinlenen eserlerini seslendirdi.

    Geçtiğimiz hafta İstanbul Feshane'de yaklaşık 50 bin kişinin izlediği bir konser veren Sami Yusuf'u büyük bir hayran kitlesi coşkuyla izlemiş ve söz konusu konsere bir çok gazete ve televizyon kanalı geniş yer vermişti. Kaynak: www.ekovizyon.com


    Haberden de görüleceği üzere Sami Yusuf bölücü örgüt pkk/kadek yayın organı roj tv de yayına çıkmış.
    Belki ülkemizin bölücü unsurlar konusundaki hassasiyetinden bihaber diye düşünüyor insan iyimser tavırla. Ama gelgör ki ülkemizdeki bir çok kanalı reddeden Sami Yusuf bir gecelik konsere yüz bin dolarcık istemeye gönül koyabiliyor. Yeni Yusuf İslam diye tabir ediliyor ama bana kalırsa Yusuf İslam gibi olabilmesi için çok yol katetmesi gerek.
    Ülkemizde yayınlara çıkma konusunda seçici davranan bu şahsın daha doğrusu menejerini halkımızın gösterdiği teveccühe rağmen roj tv ekranlarında yer alması oldukça üzücü. Her zaman derim kapitalist düzen işte, ne din dinler ne iman. İşin ucunda para olmaya görsün. Belki içine düştüğü durumu fark edecek sonra ama sırtındaki İslami rockçu cübbesi bu durumda karizma olarak pek de birşey kaybetmemesini sağlayacaktır.

    Türban geliyor türban, ya lele ya lele

    1 yorum

    Eh be Necmettin hoca ne diyeyim ki ben sana? Yaşın vardı seksene, sen göçüp gideceksin ama bizlere kimselerin sahiplenmediği, daha doğrusu sahiplenenlerin bile içinden çıkamadığı bir belayı miras bırakıp gideceksin. O tarafta ne kadar huzur içinde olursun Allah bilir, belki Münker ve Nekir yanına dikilince aşağıda bıraktığın sahneler biraz olsun içini sızlatır da pişman olursun, en azından ilahi adaletten kendini kurtarmak adına. On iki, on üç sene olmuştur heralde bu belayı başımıza saralı. İnsanın çektiği dili belası.

    Üniversite dönemi, o sahneler hiç gözümün önünden gitmiyor. Şimdi ben kampüsten uzaktayım ama o sahneler hala daha beynimin içinde bir bir kendilerini duvarlara vuruyor. Türbanlı-başörtülü artık siz adına ne derseniz- takan arkadaşlarımız, diğer öğrenciler, fakültede daha dolmuştan iner inmez, kimileri kendilerine başlarındaki örtüyü çıkarmak, kimileri de peruk takmak için ilim irfan yuvasında ilk ziyaret edilecek bina köşelerine koşuşturuyorlar, sanki birer vebalı gibi. Bu insanların çektiği vicdan azabının ilk müsebbibi sen sonrakiler de rejim konusunda bir bez parçasından korkacak kadar halka güvenmeyen, laikçi geçinen zat-ı muhteremler.
    Sadece başı inançları gereği örtülüler değildi o zamanlar bu ızdırabı çekenler; kimisi modaya uyup kafasına geçirdiği boneli, bandanalı kızcağızlar, özel güvenlik görevlilerinin zebellah gibi kollarına yapışarak: Ya o başınızdakini çıkarın yada kampüsten çıkarmak zorundayız, şeklindeki yaklaşımlarına maruz kalan o insanların gözlerindeki korku ve nefreti sizlerin hissetmesini ne kadar arzu ediyorum bir bilseniz!


    Medya ayağa kalktı; vay efendim türban serbest olursa toplumsal baskı olur, başı açık kızlarımıza da zorla türban taktırılır. Ulan halktan ne kadar uzak bir değerlendirme bu? En acı olanı ise bu salakça tutuma kapılıp ardından giden onlarca aydın(!). Yasağın olması başörtülü insanlarda ne kadar baskı oluşturdu da başlarını açtılar? Zamanımızın sisyasi Nostradamusu Tarhan Erdem'de bu tavıra katılıyor ve seçimlerde sağladığı başarıya güvenerek üstün körü bu tavrı destekliyor.

    Sokaklarda çarşaflı ananın yanında gezen dekolte kızları hiç gören yok bu yorumları yapanlardan. Çarşaf, en mutaassıp ailenin fikrinin sokağa yansımasıdır. Bu tutumda olan aielerin kızları dahi dekolte veya başı açık dolanabiliyorsa analarının ve babalarının yanında, öne sürülen toplumsal baskı tezini çürüten en makul delildir. Demek ki o toplumsal baskıyı ortaya çıkaracak aile otoritesi dahi tarumar olmuştur bu devirde. Öyle fildişi kuleden tez sallamakla topluma bir fayda sağlanmaz aydın efendiler.

    Şimdi bu iki ucu boklu değeneği kim nasıl tutup da yaslanacak büyük merak içerisindeyim. İktidar talip oldu ama seçimlerin ardından yüzde 47 oy alan iktidar partisine, "halkın darbesi" manşetleriyle destek veren yalaka aydın(!) medyamız sağolsun "darbe isteriz de darbe" diye yırtınarak vazgeçirmeye çalışıyorlar şimdi.

    E hocam! Milli görüş ne diyor bu konuda, var mı bu çıkmazdan kurtulmanın bir yolu?

    Bence var ama onun için de yaklaşık 72 milyonluk Türk halkına güvenmek gerek!
    Mustafa Kemal bu güveni mandacı İstanbul hükümeti ve halifeye karşı göstermişti zamanında on iki milyonluk anadolu halkına.
    Şimdi sıra sizde!