Kısa dalga yayın

31.08.2007

YurtKur'un e-devleti bitirdiği an!

0 yorum

Ösys sonuçları açıklandığı gün, yoğunluktan güç bela öğrendik kardeşimin kısmetine çıkan okulu. Puanlar yükselmiş kısmete 5. sıradaki Dokuz Eylül Tıp geldi. Hayırlısı olsun dedik ardından yurt başvurusunu yaptık internetten. İnternetten ya e-devlet genişliyor ya! Ooo benim girdiğim senelere göre çok şey değişmiş, başvurular da dahil. Neyse başvurular internetten olunca şobbadanak sonuçlar açıklanınca da öğreniverirdik zannediyorduk. Oysa ne gezer...

Sonuçlar yurtkur sitesi üzerinden aha da şu adresten açıklanacakmış. Açıklanma tarihi içerisinde bulunmamıza rağmen açıklanacakmış diyorum çünkü sabahtan beri sonucu öğrenmeyi bırakın sayfa açılmıyor. Aha açıldı derken hata veriyor, sorgulama yapmıyor.

Velhasılı, yurtkur öğrencilere kan ağlatıyor. E-devlet için o kadar çalışılmasına rağmen yurtkur bu konuda sınıfta kalıyor. Başvuruları alan osym sonuçları da yayınlamış olsaydı en azından gün içinde bir şekilde öğrenmiş olurduk.

E-devlet! Çok çalışmak lazım çooook.
Ben bir daha bi bakayım belki bu sefer açılır.

28.08.2007

Türkiye Cumhuriyeti'ne yakışmadı

0 yorum

Asırlardan beslenmiş devlet geleneğine sahip Türk devletinde yani Türkiye Cumhuriyeti’nde bugün saat 19:00’da yapılacak cumhurbaşkanlığı devir teslim töreni basına kapalı olarak gerçekleştirilecek.

Sahip olduğumuz devlet geleneğine ve bugüne kadar devletimizi yüceltmek adına yapılan bütün girişimlere bu uygulamanın dünya nezdinde gölge düşüreceğini düşünüyorum.

Kenan Evren, Turgut Özal’a devrederken açık tören yapılmasını emretmiş; Süleyman Demirel A.Necdet Sezer’e bu makamı devrederken sahip olduğumuz devlet geleneğini de göz önüne alarak yabancı devlet temsilcileri, ordu komuta kademesi vs gibi 1500 kişilik bir katılımla görkemli ve asırlardan beslenen devlet geleneğine yakışır bir devir teslim töreni düzenlenmesini sağlamış. Bu, dosta düşmana karşı bir gövde gösterisiydi.

Bakın, Süleyman Demirel bu konuda Yavuz Donat’a neler söylüyor:

- Millet adına hizmet görülen bu yüksek makamlar meşruiyetlerini anayasal çizgiye bağlılıktan alırlar.
- Meşruiyetin kaynağı millettir... Milletin seçtiği Meclis'tir...
- Ben devir teslim törenini bir demokrasi hizmeti diye düşündüm.
- Bu bir gelenek olsun, yerleşsin istedim. Keşke öyle yapılabilse.

Şimdi ise bölgesinde global bir güç olmayı şiar edinmiş devletimizin, koskoca cumhurbaşkanlığı devir teslimi basına kapalı olarak gerçekleştirilecek. Madem basına kapalı, ele güne, dosta düşmana kapalı yapacaksınız daha bu devir teslimi yapmanın ne anlamı var. Mevcut başkan ayrılsın makamından diğeri de sessiz sakin gidip otursun makamına.

Belki seçilecek olan yeni cumhurbaşkanı bazı sebeplerden sevilmiyor, onaylanmıyor olabilir ama bu tavrı Türkiye Cumhuriyeti’nin devlet geleneğine yeğleyip, bu devletin devlet başkanlığı devir teslimine hani; böyle aman kimseler görmesin, duymasın, makamına geçsin otursun da ne olur olsun, diye geçiştirmek bu devlete yakışmıyor. Devir teslim töreni basına kapalı olunca yabancı ülkeler tanımayacak mı yani Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı’nı.

Gerçekten üzücü bir durum.

26.08.2007

Evleniyorlar, mutlular!

1 yorum

Bir çoğunuzu da çileden çıkaran bir durumdur; mahallenizde, sokağınızda, evinizin bitişinde akşam ondokuz-yirmi sularında başlayıp yirmi üç sularına kadar devam eden mahalle düğünleri.

Kimileri mahalle komşusu, kapı komşusu der sineye çeker. Kimileri "insan hayatta kaç kez evlenir, bir seferliğine katlanacağız artık" diye geçiştirir. Fakat bu düşüncenin, mahallede düzenlenen düğün sayısı biri aştıktan sonra pek geçerliliği kalmaz. E ne yapacaksınız bir başınıza gidip düğünü mü basacaksınız? Bu da pek mümkün değil! Karakola şikayet etseniz; o da ayrı bir mesele. O kadar masraf yapılmış, insanlar bir araya toplanmış. Onları polis zoruyla dağıtmak da pek vicdana sığmaz. Bu duruma pek çözüm bulunacak gibi değil.
Demokratik bir ülkede yaşıyoruz ya, insanlar kendilerinde bu özgürlüğü görüyorlar. Meşhur bir tanım vardır yine hepimizin malumu "Sizin özgürlüğünüz, başkalarının özgürlüğünün başladığı noktada biter",diye. Ama nerde?

Aslına bakarsanız, bu mahalle düğünleri eskiden bu kadar yaygın değildi. Bir mahallede bir, bilemedin iki tane düğün olurdu sokakta. Ama şimdi öyle mi? Bütün düğünler artık mahallelere taşındı. Bir iki hafta evvel tv haberlerinde salon sahipleri dert yanıyor muhabire; müşteri yok, diye. Olmaz tabi, niye senin müşterin olsun ki sokaklarda özgürce, bangır bangır düğün yapmak varken. Hem bir düğün salonu tutmak o kadar kolay mı? İki saatin ücreti 7-8 bin liradan başlıyor. Adam o kadar keriz mi bu ekonomik sıkıntıda? (yok canım ne ekonomik sıkıntısı, herşey rayında ülkede, dediğinizzi duyar gibi oluyorum. Doğaldır bu düşünceniz, hükümete kalsa insanların kazandıkları bile fazla. Bırak zammı geriye para almak lazım çalışandan. Gel gör ki madalyonun diğer yüzü öyle değil.)

Eskiden düğünler gül gibi salonlarda vur patlasın çal oynasın yapılmaktaydı. Hem öyle özgürlük mözgürlük sorunu da olmuyordu insanlar arasında. Çünkü salonlar yalıtımlı olduğundan (İstisnalar ayrı tabi)bırak yan komşuyu kapıdan çıkan dahi müziği duymuyordu. Yo yo, düğün salonları yerle yeksan olmadı. Aksine halk yerle yeksan oldu. Bu sıkıntılı dönemde seven iki kalbe bir yuva kurma umuduyla evlenenler, aileleri elde avuçta ne varsa ortaya koyuyorlar. Tasarruf yapılacak tek şey kalıyor o da düğün. Salona vereceğin paradan çık ikram masrafını, kaldı mı geriye güzel bir para? Ne gerek var canım gidip düğün salonuna o kadar para yatırmaya, gül gibi sokaklar, bahçeler dururken? Allah allah!

Hem artık sade düğünlerin yapıldığı yer değil, misafirler ve takılan takılar bile çaptan düştü. Önceden bir düğün oldu mu akrabalar torun torba atlar otobüse, doğru düğün mahallindeki akrabaların yanına. Yakın akrabalardan takı olarak bilezikler falan, bizatihi takılan takılar bile düğün masrafını karşılardı. Şimdi öyle mi ya?

Torun torba evden çıkacaksın, zor şer geçinen akrabana gidecek ve üç gece kalacaksın. Üstüne üstlük bir de evlenenlere tutup o halde bilezik takacaksın! yok canım, birisinin yanında demeyin. Valla kızılcık sopasıyla kovalar sizi, benden söylemesi.

Düğünlerin bile eski tadı yok artık. İnsanın burnunun direğini sızlatan hasreti giderdiği düğünlerde hasret masret de giderilmiyor artık. Aynı yerden düğüne hediye gönderecekler, durumu en yerinde olana veriyorlar çeyrek kartları; sana zahmet bunları da bizim yerimize takarsın, hadi yolun açık olsun.

Velhasılı; özgürlük mözgürlük hikaye. Katlanacağız çaresiz. Şu ekonomi haberlerinde sözü edilen gsmh dan kişi başına düşen gelir gerçekten on bin dolarları bulup da insanlar düğün yapınca ellerini ceplerine götürmekten çekinmedikleri günlere kavuşana kadar bu çileye katlanacağız hep beraber. Başka çare yok. Hükümete duyurulur, duyun halkın bu isyanını.

Düğün sahiplerine de yapacak ufak bir şey düşüyor o da yakın komşulardan nezaketen izin almak. En azından insanlar saygı gördüklerini düşünür de çıkan gürültüye ses çıkarmadıklarında kendi kendilerini yemezler.
Saygılar
Tüm evlenen çiflere mutluluklar, evleneceklere kolaylık, evliliğe poposu yemeyenlere de cesaret diliyorum bu devirde. Yapacak başka bir şey yok!

‘26 süper zenginimiz, 26 milyon açımız’ var

0 yorum
Bu yazıyı buraya alıyorum çünkü yazının sahibi "kendi iafedelerinizi ekleyip herkese gönderin" diye not düşüyor yazının sonunda. Aslında bu yazıya eklenecek pek fazla bir şey yok. Aşikar olanı görmeyenlere ne desen boş. İthalata dayalı bir sanayi, sıcak, dış sermayeye dayalı bir ekonomik büyüme işin gerçek boyutunu ve göz önüne konan büyümenin ne kadar sanal olduğunu gözler önüne seriyor.

Vatan Gazetesi, Yiğit BULUT
Başlık, kısa tutulması gerektiği için fazla bir anlam ifade etmeyebilir. Biraz daha açarak yeniden yazayım; Türkiye’de “dünya sınıflamasına girebilmiş 26 dolar milyarderimiz ve yine nüfusumuza oranı ile dünya rekorlar listesine girmemize yol açan 26 milyon açlık sınırı altında yaşayan vatandaşımız” var...

Okuyunca “Ne var, gayet normal, her yerde öyle” mi dediniz... Öyleyse “normal” olmadığını ispatlayacağım satırları lütfen atlamayın...

Sevgili dostlar, yazının ana tezi “neden fazla milyarderimiz olduğu” değil; olsun, daha fazla olsun!

Ana tez, “bu kadar dengesiz bir yapının” neden ortaya çıktığı, “26 milyarder yaratan ekonominin” neden diğerlerini “açlık sınırında bıraktığı”...

Bu noktada “konuyu detaylandıralım”, sonrasında birlikte “senteze” varmaya çalışalım:

n Türkiye’de sayı olarak, Japonya, Fransa, İtalya, Brezilya’dan daha fazla milyarderimiz var ama birçok gelişmiş ülkeden daha fazla dolar milyarderinin olduğu ülkemizde; “sıcak para politikasından” dolayı, reel ekonominin çarkları durma noktasında...

*Dolar milyarderleri dediğimiz 26 kişinin serveti, 72 milyonluk ülkenin milli gelirinin yüzde 10’una eşit. Bu da gelir dağılımı bozukluğuna en güzel örnek...

*Sayı olarak baktığımızda 26 zengin, Fransa, Japonya, İtalya, Brezilya gibi ülkelerden fazla ama aslında değer olarak baktığımızda durum çok farklı.

26 zenginimizin toplam serveti yaklaşık 36 milyar dolar. Oysa Japonya ve Fransa’da bir zenginin toplam serveti 36 milyar doları geçtiği gibi bu ülkelerdeki zenginlerin toplamı bizim gibi “36 milyar dolara filan” değil “3-4 trilyon doların üstünde” rakamlara ulaşıyor...

*Bu sınıflama içinde Türkiye gibi servetlerin milli gelirin yüzde 10’una ulaştığı, hatta daha üstüne çıktığı “önemli kategorisinde yer alan” iki ülke daha var: Rusya ve Hindistan...

*Rusya ve Hindistan’da “en” tabakanın servet toplamı milli gelirin ortalama yüzde 30’u... Onlar bizden bu konuda “ileri” olmalarına rağmen dünya üzerinde “onları takip eden” önemli kategorisindeki tek ülkeyiz.

Sonuç: Son 5 yılın mucize ekonomisi “Türkiye’de” geldiğimiz nokta çok açık; dünya üstünde sadece “Rusya ve Hindistan” ile kıyaslanacak kadar “bozuk” bir yapı, 26 milyon açlık sınırında vatandaş, yılda Türk halkından 50 milyar dolar üzerinde “rant sağlayan” yabancı sermaye ve bankacılıktan en küçük üretim tesisine kadar “yabancı eline geçmiş” reel ekonomik dinamikler...

Son söz: “26 zengin, 26 milyon açlık sınırında vatandaşımız” yazısını “eleştirmek” amacıyla yazmadım. Nerede olduğumuzu görelim ve “yapmamız gerekenleri toplumsal olarak sorgulayalım” ruh hali içinde yazmayı denedim.

Tez açık ve ben de elimden geldiğince size aktardım. Çocuklarınızın böyle bir ekonomide “geleceğini aramasını” kabullenebiliyorsanız, sorun yok, hiç bir şey yapmayın! Ama “Ben bunu kabul edemem” diyor ve “Gelecek kuşaklar için bir şeyler değişsin” istiyorsanız; bu yazıyı “kendi ifadelerinizi de ekleyerek, lütfen herkese gönderin”.

Bu ülke bizim ve Başbakan köşe yazarlarına kızıp “Çek git” dese bile benim gidecek yerim yok ve buranın “olması gerekene” ulaşması için elimden geleni yapmaya çalışacağım, sizlerle birlikte.

23.08.2007

Gökkuşağını Kovalamak

0 yorum
Sonunda vakti gelmişti. O kadar ay sabretmek hiç de kolay olmamıştı benim için. Derslerde dahi hayalini kurup duruyordum; çılgınca boy atmış başaklar arasında koşturmanın, yemyeşil yamaçlardan kendimi bırakıp dereye kadar yuvarlanmanın, şapır şapır koşturduğum derenin içinden papatyaların üzerine atmayı bedenimi, ayaklarım bileklerime kadar ıslak toprağa batarak kartolluğu suvarmanın, macarkanın gözünde öküzlerini kamçılayıp "oooooho, oooho" diye bağırarak ahşap tekerlerin takırtısına eşlik etmenin sabahın dördünde yıldızların altında, sütten yeni kesilmiş buzağıların kuyruklarından tutarak çayırların içinde koşturmanın, "kabarama kabarama kel Fatma", diye bağırarak hindileri çıldırtmanın.
Fotoğraf : mpesendÜç gün sürmüştü yaz tatilinde köye götüreceğim çantayı hazırlamak. Misketler, koleksiyon kartları, uçurtma, Rus pazarından alınma daha kullanmasını bile bilmediğim plastik bumeranglar, misina ve kancalar, hasır örme fötr şapka, fotoğraf makinesi köydeki çocukları şaşırtabilecek üç beş oyuncak.
Ayın on beşi gelmiş ve babam maaşını henüz almıştı. Yapışmıştım bacağına "Hadi baba versene yol paramızı, bak çok olsun para pulmana bineceğiz n'olur", diye. "Kendine dikkat et, bir yere gittiğinizde annenlere haber vermeyi ihmal etme olur mu?" diye tembihlemeyi unutmadan parayı uzattı, anında kapıp cebime attım.
Bir yandan koca çantanın biri ucunu tutmuş annemi sürüklüyor bir yandan da sokaktaki çocuklara "Heyyy ben okullar açılana kadar yokum tamam mı? Ben yokken bir macera yapmayın bak bozuşuruz. Kızlara da bulaşmayın kurtaran olmaz sonra söyleyeyim.", diye seslenerek koşturmaya devam ediyordum. Nihayetinde varmıştık tren garına, Mustafa Kemal'in treni karşılıyordu İstasyon Meydanı'nda bizi, herkesi olduğu gibi. Çantayı tamamen anneme bırakarak gişeye koşturdum. "Osman Dayı, köye iki bilet ver pulman olsun hani şu otobüs gibi olan yer var ya" diyerek uzattığım paranın karşılığında iki bileti ve para üstünü alıp annemin yanına koştum. İstasyon tıklım tıklımdı, ben aralardan bizim köye gidecekleri görebiliyordum. Kim oldukları pek de önemli değildi yanlarındaki çocukları olmasa.
O kadar yolu arabayla gitmek hiç çekilmezdi diye düşünürdüm hep trene binmeden önce, yolculuk yaparken koşturabilir ve tuvalet ihtiyacını giderebilirdin ve en güzeli Hasankale lavaşını, Hasankale durağına gelince sıcak sıcak yiyebilirdin. Doğu ekspresi sonunda geldi hem de yeni yirmi dört binlik makineyle, demek ki daha çabuk gidecektik köye bu yeni makineyi taktıklarına göre. Tren istasyondan ayrılırken cama çıkıp çoğusunu tanımadığım insanlara el sallıyordum ve onlar da bana karşılık veriyordu, tren de en çok sevdiğim bu duyguydu. Tanıdık tanımadık kim olursa olsun, trenden el sallamak bir gelenekti, el sallananlarda aynı şekilde gülümseyerek karşılık veriyordu. Takır tukur, takır tukur olanca gücüyle giden trenden dışarıyı seyretmek ve camdan sarkarak yüzünü rüzgara vermek muhteşem bir duyguydu ama tünele girmeden içeri giremezsen suratın islenmiş bir şekilde annene ve vagondakilere gülümsemek durumunda kalmak gülünç bir durumdu. Sanki dünya dönmüyor da trenimiz dünyanın etrafında dönüyor gibi hissediyordum, ovayı ve uzaktaki dağları seyredince. İnsanlar çayırlara çıkmış otları biçmeye başlamıştı; kimileri tırpanla salla babam salla çayırlarını biçmeye çalışırken kimileri de biçeri ardına bağladıkları traktörleriyle tıkır tıkır hiç yorulmadan, rahatça biçiyordu. En güçlüleri fergusonlardı ama jandar yabana atılamazdı. Türk fiat da az değildi hani.

İstasyona vardığımızda dayıoğlu Suat ve küçük dayım karşılamıştı bizi. Annemler yola koyulmuştu ama biz kim geldi kim gidiyor diye ineni bineni seyrediyorduk. Zuhaller ve Emreler gelmişti bugün epey eğlenceli olacaktı bu yaz tatili, gelenlerden ve köyde bulunanlardan öyle görünüyordu. "Bak lan seninki de gelmiş hem de aynı trendeymişsiniz istasyonda görmedin mi onu", diye takılıyordu Suat. "O kadar kalabalıktı ki istasyon görmedim. Bu sene onlarla ortağımız varmı?", diye sordum Suat'a. Olmadığını söyleyince camide veya pungar başında görebileceğimi söyleyip Suat'ı ittirerek yürütüyordum. "Zuhal geldiğine göre Nesrinlerde bugün yarın gelirler", diyor ve yürümemekte ısrar ediyordu. Ne olduğunu sorunca, "Köye yeni birilerinin geldiğini ve yanlarında iki de kız olduğunu" söyleyip başıyla da işaret ediyordu. "Ya her kimse öğreniriz camide hadi yürü", diyerek yola devam ettik. Eve vardığımızda ananem kucaklayıp öpmeye başladı, dedem "Dur hele hanım bir de biz selamlaşalım torunumuzla" diyerek elini uzattı dedem. "Aferin abala! Karnen yine iyiymiş takdir almışsın", diyip cebinden çıkardığı harçlığı uzattı dönüp anneme bir baktım ve harçlığı alıp cebime attım. "Sağol dede. Ben istemiyorum ama onlar her sene veriyorlar" diye pişkin bir cevap verdim. Annem biraz bozuldu bu pişkinliğime ama çaktırmadı fazla. "Baba zeki bizim oğlan, derslerini yapmadan sokağa çıkmıyor" diye bağladı olayı.

-Suat, çayırlara başladınız mı? Önce nereye gidiyoruz bu sene Ağdere mi, Kayınlı mı?
-Kayınlıdan başlayacağız bu sene.
-Desene olum sarolun ve çileğin gözüne vuracağız yarın, olmuşlardır değil mi?
-Elbette
-Bu sene ayı görür müyüz Suat?
- Saçmalama oğlum ne ayısı, ayı görmek için gece oralarda olmamız gerek. Gündüz ortaya çıkmıyorlarmış. Yayladakiler öyle diyor.
-Neyse ziyanı yok, görüp de ne yapacağız sanki?
-Tabana kuvvet kaçacağız, başka ne yapabiliriz? Salak.
-Tamam lan ne kızıyorsun.

Dedem ajansı dinledikten sonra annemlere sofranın nerede kaldığını soruyordu. Cevap vermeye mahal görmeden sofra gelmişti sekiye. Önce Ayran aşı, ardından Kartol oturtması, muhteşem bir salata ve harika yoğurt eşliğinde tamamladık akşam yemeği olayını.
-Anane valla özlemiş bu harika yoğurdu, gönderdiklerin trende sıcak aldığından aynı tadı vermiyor burada yemek bambaşka.
-Kurban olsun sana abalam.
Sabah namazının ardından yola koyulmuştuk, Suat yine yolda bulduğu otları bize yedirmeye devam ediyordu.
-Bak oğlum artık yaz geldi ya her şey olmaya başladı.
-Olum şu yediğimiz otların adlarını millete söyledikçe gülmekten kırılıyorlar var ya.
-Ne bilir oğlum şehir çocuğu bunların tadını. Bir yesinler de görelim.

Birkaç haftalık yoğun çalışmanın ardından yaz yağmurları yağmaya başlamıştı. Çayırlar ıslak olduğundan biçilmesi mümkün değildi. Bize de fırsat doğmuştu. Kahvaltıdan sonra Suat'la evin önündeki örtmede dikilmiş ne yaparız diye düşünüyorduk. Çalışırken kaytarıp balık tutmak, çilek ve sarol toplamak kadar zevkli bir şey yoktu. Boş kalınca insan ne yapacağını şaşırıyordu. Camiden sonra çocuklarla bir merekte toplanıp misket oynayabilirdik veya tavşan kovalayabilirdik yada pungar başına tüneyip kızlara işmar atabilirdik.
Camiye girdiğimizde hoca mihrabın önüne diz çökmüş bizim çocukları da karşısına bir yarım daire şeklinde dizmişti. Beni görünce hoş geldin diyerek, çocuklara biraz sıkışmalarını ve bize yer açmalarını söyledi. Herkes bize dönmüş bakıyordu açılan yere diz çöktük Zuhal iki kişi solumdaydı ve yeni gelen kızlar da sağımızda kalıyordu. Cüzde son kaldığımız yerlerden okuyarak nerede kaldığımızı hatırlattık hocaya. Ben ve Suat kaç senedir Kuran'a geçememenin utancıyla biraz kızarmıştık, hoca bunu hiç yüzümüze vurmadı. Sadece biz ders verirken diğerleri arada kıkırdıyordu.
Camiden çıktıktan sonra Bakkal Ahmet'ten gazoz ve gofret alıp Mevlütlerin dama çıktık. Kızlardan ve yeni gelenlerin kim olduklarından bahsediyorduk. Gökyüzüne baktığımda beliren gökkuşağını diğerlerine gösterdim. Harika bir şey olduğunu ve bu güzelliğe hayran olduğumu belirttim. Köydekiler biraz dalga geçince moralim bozulmuştu, şehirde her dakika göremiyorduk gökkuşağını, beton binalar yüzünden gökyüzü görünmüyordu ki nerede kaldı gökkuşağı. Gökkuşağının ayaklarında birer kazan altın gömülü olduğundan ve altından geçenlerin cinsiyetinin değiştiğinden bahsettim televizyonda filmlerde duyduklarımdan. Altın konusunda herkesin bilgisi vardı da şu cinsiyet değişmesi konusunda dikkatlerini celb etmiştim. Yok olmaz öyle şey, saçmalık, mümkün değil gibi cevapların ardından, altında kazan dolusu altın olduğuna inanmalarına rağmen bunu reddetmelerini salakça olduğunu söyledim.
-Var mısınız benimle gökkuşağının ayağına varmaya. Hem altınları buluruz hem de cesareti olan altından geçer gerçek mi değil mi görürüz.
-Gökkuşağının ayağına varılabilir mi?
-Varılamaz mı?
-Birileri bunları söylüyorsa demek ki varılabiliyordur.
-Ya varırsak? Düşünsenize bir kazan altın!
-Ben varım!
-Ben de!
-Ben… Ben de varım bea!
-Peki o zaman yarın yola çıkıyoruz. Sabah namazından önce buluşmamız lazım kimse fark etmeden. Sırataşlara'a doğru yola çıkarız. Hep o tarafta görünmüyor mu? Hava da kapalı yarın kesin yağmur yağar yine. Yanınıza da çıkınlarla azık alın yolumuz uzun olabilir. Kimseye söylemeyin özellikle kızlara.

Herkesin aklına girmiştim ve anlaşmıştık sabah namazından önce yola çıkacaktık ve ulaşacaktık gökkuşağının ayağına. Suat'ın hiç sesi çıkmıyordu, ne bir şey soruyor ne de bir şey söylüyordu çocuklardan ayrıldığımızdan beri. Yemekten sonra da bir şey söylemedi. Sonunda yatağa girdimizde konuştu. Ne olursa olsun yatak muhabbeti yapmadan uyuyamazdık çünkü bu bizim bir alışkanlığımızdı. Neredeyse her gece dedemden fırça işitirdik gece yaptığımız gürültüden dolayı.
-Oğlum gerçekten yola mı çıkacağız sabahleyin?
-Evet.
-Ya, bana hiç akıllıca gelmiyor.
-Akıllıca veya delice ulaşacağız, en azından deneyeceğiz.
-Ya ulaşamazsak, ne olacak?
-Hiç.
-Hiç mi? Bir hiç için mi yola çıkacağız.
-Hiç değil… Hadi şimdi yatalım sabah erken kalkacağız hem dedem de bağırmaya başlar birazdan.

Sabah eski postanenin önünde buluştuk, hepimiz azık hazırlamıştık. Hene Nene uyanmadan ben folluktan yumurtaları yürütmüştüm. İki gün önce yapılan lavaşlardan ve gıllorlardan da almıştık yanımıza. Domates ve hıyar da vardı bizim yanımızda elbette. Diğerleri de sağlam azık hazırlamışlardı. Hadi bakalım diyerek Sırataşlar'a doğru yola koyulduk hava epey soğuktu gökyüzü de kapalı, kesin yağmur yağacaktı. Gün ışımaya başlamadan önce taşın başına varmıştık, oturup kahvaltılık bir şeyler atıştırdık. Günün aydınlanmasından kısa bir süre sonra yağmur çiselemeye başlamıştı.
-Bakın söylemiştim size, gün yükselince göreceğiz gökkuşağını şimdi yola devam edelim. Nahırlar da yola çıkmıştı otlaklara doğru, çoban yanımızdan giderken:
-Hayrola çocuklar nereye bu saatte böyle?
Çocuklar afallayıp kalmıştı, diyecek bir şey bulamıyorlardı. Ben; fırsattan istifade Aburbart'a doğru gidip çayda balık tutacağımızı söyledim çobana. İnandırıcı gelmişti, yağışlı havada daha iyi balık tutulurdu. Biraz daha yürüdükten sonra yolumuz şoseye çıkıyordu. Güneş de kendisini bulutların arasından göstermeye başlamıştı. Öğle saatlerine doğru daha da ışıklanmıştı gökyüzü ve yağmur hala devam ediyordu. Arkamızdan gelen Mevlüt ve Kahraman birden bağırmaya başladı.
-Heeeey, bakın çıktı işte.
- Evet çıktı. Sanki çok uzak gibi.
-Gidilmediği için uzak zannediyorsunuz, ulaşacağız emin olun.
Yönümüzü biraz solumuzda kalan gökkuşağına doğru çevirip yola devam ettik. Çocuklara dönüp:
-Altınlara ulaşınca ne yapacaksınız?
-Ben, zengin oldum diye bağırırım heralde
-Ben, altınlarla banyo yaparım, dedi Kahraman gülerek.
Suat:
-Bilmiyorum, daha önce hiç bir kazan altını bir arada görmedim ki.
- Hepimiz alabileceğimiz kadarını alırız kalanını da bir yere saklarız. Daha sonra gelir alırız, hepsini birden götüremeyiz.
Mevlüt:
- Ya olum sanki biz yaklaştıkça gökkuşağı bize uzaklaşıyor gibi.
- Yok be. Sana öyle geliyor, uzak olduğu için, diye cevapladım.
Biz konuşmaya devam ederken önden giden Kahraman:
- Olum şimdi boku yedik.
- Ne oldu.
- Ne olacak koskoca uçurum var önümüzde nasıl aşacağız bunu.
- Hayda bu nereden çıktı, hiç bilmiyordum burada bi uçurum olduğunu.
- Bu bir yerden çıkmadı, zaten vardı burada. Hiç bu tarafa gelmediğimiz için bilmiyorduk sadece.
- Eee, inebilir miyiz buradan?
- Hiç sanmam, daha müsait bir tarafa gitmemiz lazım. Solda, şurayı görüyor musunuz? Sanki orası iniş için daha müsait. Öteki türlü dolaşırken çok zaman alır akşam olur uçurumu aşana kadar. Hem bakın orada sakoli ve kement yaptığımız ağaçtan da var. Ondan bir kement öreriz bir birimize bağlarız.
- Peki ala ne yapalım bu kadar yoldan sonra dönülmez ya.
İkna etmiştim çocukları. Çalılığa varınca çakıları çıkarıp dalları budamaya başladık. Yeterince çalı budadıktan sonra hem mola verip hem de kement örmek için ineceğimiz yere yakın bir yerde oturduk ve kement örmeye başladık. Kement işine kendimizi çok kaptırmıştık. Öyle ki farkına varmadan yağmur durmuş ve hava kararmaya başlamıştı.
Mevlüt:
- Heyy, kement yapalım derken akşam ettik. Yağmur da durdu ne olacak şimdi.
- Ne olacağı var mı sabahı bekleyeceğiz.
- Ya evdekiler, kimseye haber vermedik. Siz haber verdiniz mi?
- Eyvah, şimdi bunlar köyü ayağa kaldırırlar ne yapacağız?
- Yapacak bir şey yok, yola çıksak bile zamanında varamayız, dünyanın yolunu yürüdük bütün gün yoldayız. Biz geri dönsek de dönmesek de onlar yapacaklarını yaparlar. Dönüşte sıkı bir sorgu bekleyecek sadece.
Kahraman dayanamadı.
- Çocuklar size bir şey söyliyeyim mi? Ama kızmayın olur mu?
- Evet
- Evet
- Hadi söyle bakalım, bu saatten sonra neye kızılabilir ki?
- Ben Esma'ya söyledim.
- Neyi söyledin?
- Bunu işte!
- Bu ne be? Allah! Gökkuşağı peşine düştüğümüzü yani.
- Evet
- İyi halt ettin.
- Ne yapayım dayanamadım. Sizden ayrılınca pungar başında gördüm onu. Fırsattan istifade sohbet ettik. Yarın ne yapıyorsun diye sorunca ben de ağzımdan kaçırdım. Ama söz verdi kimseye söylemeyecek.
- Bir kız söz verdi. Duyduğu bir sırrı kimseye söylememek için öyle mi? İnanmam. Söz verdiğine inanırım da tutacağına inanmam.
- Bi de şöyle düşünün: Bizimkiler köyü ayağa kaldırınca belki Esma'dan öğrenirler nerede olduğumuzu.
- İyi mi olur kötü mü bilemiyorum. En azından haberleri olmazsa döndüğümüzde daha mantıklı bir bahane bulabilirdik. Neyse yapacak bir şey yok, ne yandı ne döndü köye ulaşınca öğreneceğiz. Önce şu gökkuşağına ulaşmamız lazım.
Bu esnada Suat:
- Oğlum hani şu ayılar vardı ya. Gece ortaya çıktıklarını söylemiştim hatırlıyor musun?
- Evet hatırlıyorum. Anam! Ya buralarda da varsa.
Kahraman:
- Bu taraflarda ayı olduğunu hiç duymadım. Nüsünk tarafına gitmiş olsaydık o taraflarda olurdu ama buralarda olmaz emin olun.
- Nasıl emin olacağız Kahraman?
- Bana güvenin, buralarda ayı yok.
- Sana güveniyoruz da bu ayılar acaba güvenilir hayvanlar mı? Ya onların da bizim gibi maceraperestliği tutar da buralara gelirlerse ne yapacağız?
- Oğlum, saçmalama. Ayı onlar, adı üzerinde ayı. Karnını nerede doyurursa orada yaşar. Bizim gibi hayal kurup da ardından gitmezler.
- Hayalperest olmamaları için dua edeceğim gece boyunca. Allah'ım sen bizi koru!
- Hadi, sakin olun. Şu çalılıkların içine girince bırak ayıyı bizi kimse bulamaz. Yürüyün. Bir şey unutmayın ardınızda.
Mevlüt :
- Peki sabah yola devam mı edeceğiz yoksa köye mi döneceğiz.
Bu soru üzerine oldukça sinirlenmiştim. Bağırarak:
- Elbette yola devam edeceğiz. Bu kadar geldikten sonra evdeki azardan korkup geri mi döneceğiz yani? Hiç kusura bakmayın ben devam ederim siz de korkuyorsanız geri dönersiniz. Sen benimlesin değil mi Suat? Bir şehirli çocuk kadar cesaret gösteremiyor musunuz?
- Peki peki kızma, anca beraber kanca beraber. Sabah yola devam.
- Devam, devam. Azığımız yeter. Pilavdan dönenin kaşığı kırılsın.
- Aklıma bir fikir geldi. En iyisi ikişer kişi nöbet tutarak uyuyalım birer saat arayla. Herhangi bir tehlikeye olursa uyanık oluruz.

Bu şekilde diken üstünde o gece sabahı ettik. Uyanır uyanmaz bir şeyler atıştırıp uçurum kenarına yanaştık. Bulutlar iyice azalmıştı gökyüzünde ama ben çocukların moralini bozmamak için yağmur yağabileceğine ikna etmiştim onları.
Önden Suat inmeye karar verdi. Çok çevik bir yapısı vardı, derede taşların üstünde ceylan gibi gezerdi ben ardından suya düşerim korkusuyla taştan taşa zıplamaya çalışır sonunda suya bata çıka dereleri geçerdim. Beline akşam ördüğümüz kementten bağladık ve inmeye başladı dayanak alabileceği bir yere varınca bizler de ardından devam ettik. Böyle böyle uçurumu yarı etmiştik. Ben sıranın en sonundaydım. Suat bulunduğumuz yerden yavaş yavaş aşağıya inmeye başladı ve kendine bir yer edinince ardından Mevlüt, Kahraman ve ben de inmeye başladık. Sağa doğru ufacık bir patikadan inerken birden sarsıldım ve dengemi kaybettim. Koşar adım ilerliyordum en sonunda durmam gereken bir yerde duramadım ve ne olduğunu anlamadan kendimi kayanın ucuna asılmış kemente sarılmış olarak buldum. Çocuklar bağrışıyordu ama onları göremiyordum. Yardım edin, buradayım, diye cevap verdim onlara. Yaklaşık bir on dakika sonra asılı kaldığım kayanın tepesinde göründüler. Mevlüt çıkınında bulunan kementi sarkıttı ve tutunduğum kementle beni çekemeyeceklerini bu kementi de belime sarmamı istedi. Aldığım kementi de belime bağlarken birden altımda bulunan koca boşluğu gördüm ve panikle çırpınmaya başladım, "kurtarın beni", diye bağırarak. Suat; sakin olmam ve hareket etmem için bana bağırıyordu. Bana söyledikleri pek mümkün görünmüyordu çünkü ömrümde hiç bu kadar yüksekte asılı kalmamıştım. Bir ara ikinci katın balkonundan atlama düşüncesine kapılıp balkondan sarkmıştım ama o yükseklik bunun yanında bir kaldırım yükseliği sayılırdı. Bir müddet panikledikten sonra Kahraman'ın kafamdan döktüğü suyla sakinleştim ve bir daha aşağıya hiç mi hiç bakmadım.
Kahraman'ın uzattığı suyu içtikten sonra hepsini birden kucakladım az kalsın bu yüzden hep beraber yuvarlanıyorduk uçurumdan. Bir müddet sonra iyi olduğumu ve inmeye devam etmemiz gerektiğini söyledim. Zaman azalmıştı, güneş tepeye varmıştı ve hafiften yağmur çiseliyordu ve elbette gökkuşağı yine görünmüştü bize.
İnmeye devam ederken bu sefer rehberimiz Suat sendelemişti Allah'tan çevik çocuktu da uçuruma yuvarlanmaktan kurtulmuştu, bu kementleri iyi ki akıl etmiştik; hepimizin hayatını kurtardığını söyleyebilirim. En son aşağı indiğimizde dönüp yukarıya doğru baktığımda indiğimiz yeri görünce yaptığımız çılgınlığa inanamadım. Anlatsak burayı gösterip, biz buradan indik diye herhalde kimse inanmazdı bize. Ben bile indiğimiz halde buradan indiğimize inanamıyordum ki yaşayan biri olarak başkası nasıl inansın. Yağmur devam ediyordu ama hafiften baş gösteren rüzgar sayesinde bulutlar iyiden iyiye dağılmıştı. Bana kalırsa akşama kalmaz gökyüzünde bir tek bulup bulunmazdı. Bunu çocuklara çaktırmamak için çok uğraştım ve fakat Mevlüt farkına varmıştı bunun. Çünkü yağmur da kesilmişti.
Gökyüzünde ne bulut, ne yağmur ne de gökkuşağı kalmıştı. Onları devam etmeye inandıracak hiçbir şey kalmamıştı elimde. Sonunda hepsi bana dönüp:
- Evet, şehirli cesur çocuk. Şimdi ne yapacağız? Gökyüzünde ne bulut ne de yağmur kaldı. Elbette gökkuşağı da.
Söyleyecek bir şey bulamıyordum. O kadar yol teptikten ve sarp ve indiğimize hala daha inanamadığım uçurumu aştıktan sonra onları yola devam ettirmeye ikna edecek bir şey kalmamıştı elimde. Anlamsız, anlamsız yüzlerine bakıyordum onlar ise tam tersi hadi bakalım bir yol göster de görelim der gibi bana bakıyorlardı. Olduğum yere çöktüm, sağa sola baktım. İlerde bir köy görünüyordu. Çocuklara dönerek:
- Geciktik. Ne yapabilirim. Demek ki gökkuşağı ona ulaşılmasını istemiyor. Önümüzde iki seçenek var: Pılımızı pırtımızı toplayıp köye geri dönmek veya tekrar yağmur yağmasını beklemek.
Suat:
- Yeter artık ya. Neyi bekleyeceğiz? Yaz ayındayız bir daha yağmur ne zaman yağar Allah bilir. Bir ay sonra mı, iki ay sonra mı? En iyisi köye geri dönelim.
Diğerleri de ona katılıyordu, doğal olarak ben de. İlerideki köye varıp oradakilerden yardım isteyebilirdik köye dönmek için.

Kahveye vardığımızda selam faslından girip derdimizi anlattık köylülere. Balık tutmak için yola çıktığımızı, sonra kaybolduğumuzu ve köye dönmek için yardıma ihtiyaç duyduğumuzu. Köyün yerlisi olan öğretmen bizi misafir edeceğini ve köyümüze doğru bir traktör çıkarabileceğini söyledi.
Traktörle köy meydanına vardığımızda herkes meraklı gözlerle bir uzaylıymışız gibi bize bakıyor ve durumumuza bir anlam veremedikleri gözlerinden okunuyordu. Kahveye hiç uğramayan dedem meydan kahvesinde oturmuş tedirgin, tedirgin birilerini bekliyordu tabi diğerlerinin ailesinden büyükler de.
Esma duvar kenarından sinsice bize bakıp gülüyordu, öğrenmişlerdi her şeyi diye düşündük. Ama gizliden bize doğru yaklaşıp:
- Korkmayın gökkuşağından kimseye söz etmedim, sadece balık tutmaya gitmiş olabileceğinizi söyledim bizimkilere. Zuhal de ben de çok merak ettik ulaşabildiniz mi?
Sadece "hayır" diyebildik bu soruya cevap olarak.
Evde sorduklarında nereye gittiğimizi, sadece balığa diye cevap vererek geçiştirdik ağır azarlar eşliğinde. Kim inanırdı ki gökkuşağının peşinden gittiğimize?
Zuhal kimseye söylememişti helal olsun. O zaman benim de gökkuşağına hiçbir zaman ulaşılamayacağını söylemem gerekmiyor diğerlerine diye düşündüm. Belki başka bir yaz veya belki başka birileri.

22.08.2007

Aha geliyorum Haydarpaşa!

0 yorum
Tren vaktinde elinde ne iş varsa bırakıp taşlı, çakır çukur yolda var kuvvetiyle yokuş aşağı koşturup varıyordu tren istasyonuna.
Meraklı gözlerle trenden inip, binenleri izliyordu. "Trene binenler acaba nereye gidiyor", diye merak edip duruyordu.
Ailesinin ekonomik durumundan dolayı okula kısa bir süre gidip bırakmak zorunda kalmıştı, okuma yazmayı da vagonlarda ki istasyon tabelalarından sökmüştü.
Kars – Erzurum... Haydarpaşa.
Bu tabelalarla yüzleştiği her defa da :
- Ey koca tren! Bir gün beni de Erzurum,Sivas değil ta Haydarpaşa’ya götüreceksin, diye içinden geçiriyordu.
Bu trenle dedesi ve ağabeyi kasabaya, dedesinin aylığını almak için gidiyorlardı. Ne kadar bu yolculuğu arzu etse de dedesi ağabeyini daha çok sevdiği için hep kasabaya onu götürüyordu.
Aylıkların alındığı aylar geçti ve o yine trenin istasyona vardığı vakitte inip binenleri seyrediyordu, zemheri ayında. Koca tren, “gidiyorum” diye feryat ediyor ve yine onu almadan köyden uzaklaşıyordu. Ellerini cebine attı usul usul yokuşu tırmanarak evin yolunu tuttu. Bir anda içinde yarın o trene binme yolunda bir ateş alev aldı ve kendi kendine tekrarlamaya başladı bağıra çağıra:
- He ya, he! Koca tren yarın beni de götüreceksin Haydarpaşa’ya, beraber gideceğiz oraya.
Aklına iyice yer etmişti, Haydarpaşa’ya gitme arzusu. Eve vardığında dedesinin odasına girdi ve cayır cayır yanan sobanın yanı başındaki sekiye uzanıp:
- Heyt ulan! Aha ben de gidiyorum Haydarpaşa’ya. Siz götürmezseniz götürmeyin... Yarın gidiyorum, diye sayıklayarak uyuyakalmıştı. İşlerini bitirip odaya varan babası, kucaklayarak onu yatağına götürdü.
- Ah balam, senin okuyup da büyük şehirlerde barınmanı nasıl arzu ederdim bilemezsin. Ama nasip olmuyor işte ne yaparsın, dedi ve fırsat bu fırsattır diyerek, yanağına kondurduğu kocaman bir öpücükle odadan ayrıldı. Ancak böyle uyurken öpebiliyordu minik oğlunu çünkü büyüklerin yanında çocuklara sevgi göstermek hatta onlarla muhatap olmak dahi ayıp sayılıyordu. Belki de bu bir veda öpücüğüydü ufaklık için ama kim biliyordu ki?
Yine sabahın erken saatinde kalkıp koyulmuştu işe. Yaptığı işe öylesine dalmıştı ki sabah treninin vaktini kaçırmak üzereydi; Haydarpaşa aklına geldi. Can havliyle elinde ne varsa savurup istasyona doğru koşmaya başladığında, tren de “ben geliyorum” çığlıklarını atmaya başlamıştı köye girerken. Nefes nefese varmıştı istasyona ve yine trenden inenler, binenler... Yolcu vagonlarına binemeyeceği biliyordu. Çünkü cebinde sadece bakkala verip bir avuç akide alabileceği, folluktan yeni çıkardığı bir tane yumurtası vardı. Trenci amcayı da bu yumurta ile kandıramayacağını biliyordu.
Fotoğraf: Hüseyin YILDIZ“Yolcu vagonuna binemezsem, ben de yük vagonlarına binerim” diye düşündü. O kalabalıkta usulca yük vagonlarından birine sokuldu ve aralanmış kapısından sızdı içeriye. Vagon yarıya kadar saman doluydu. İstiflenmiş saman balyalarına sırtını dayadı, gözlerini kapadı ve yine:
- Aha geliyorum Haydarpaşa bakalım ne menem bir yermişsin sen, diye sayıkladı kendince.
Ama garibimin; köyünün ülkenin bir ucunda Haydarpaşa’nın ise diğer
ucunda olduğundan hiç haberi yoktu. Ki o zemheri soğuğunda trenin vardığı bir istasyonda vagonun yükü boşaltılacakken görmüşlerdi, ufaklığın elindeki yumurtaya sarılmış,soğuktan mosmor olmuş o minicik bedenini...

Çocuklar, sınava kaç gün kaldı?

0 yorum

Nejat, eve dönerken büyük bir heyecan içindeydi. Telefonla kendisine verilen sevindirici haberi, ev halkına söylemek için sabırsızlanıyordu. Otobüsten iner inmez ne eşinin verdiği siparişleri almak için bakkala uğramış ne de kahvedekilere selam vermişti. O koşturmaca sadece evin ziline bastığı zaman duvara dayanıp nefeslenmesiyle duraksamıştı. Kalbi, aldığı güzel haberden dolayı göğsünden kanatlanıp uçacak gibiydi. Dış kapı açıldığında yine koşar adım evin kapısına vardı. Kapıda bekleyen eşinin meraklı ve şaşkın bakışları onun hiç dikkatini çekmedi, paldır küldür eve daldı ve baba yadigarı koltuğun üzerine attı kendisini. Oysa eşinin aklında, verdiği siparişlerin elinde olmamasından dolayı Nejat’a söylenecek üç beş sitemli söz vardı.
Nejat, “Hanım! Harika bir haberim var öncelikle bir bardak su isterim müjde olarak.” diyerek gülümsedi. Nurten, “ Hayırdır, hele anlat bakalım neymiş, verdiğim siparişleri bile unutmana sebep olan bu haber.” diyerek elindeki su dolu bardağı uzattı. Nejat, çok şükür, diyerek suyun son yudumunu yutkundu : “ Bizim ufak oğlanın girdiği sınav yok mu, hani seviye tespit mi ne diye. İşte o sınavı yapan dershaneden aradılar bugün, tam da iş çıkışına yakın, yoksa mümkün değil sabredemezdim bu saate kadar. Bayram’ın neyi olduğumu sordular, ne yalan söyleyeyim çok korktum vesselam, çocuğa bir şey mi oldu diye. Ardından telefondaki kız,bilmem ne dershanesinden arıyoruz, deyince rahatladım. Başta bir şeyler falan anlattılar karışıktı biraz, anlamadım. En sonunda; oğlunuz yaptığımız sınavda ilk ona girdi, bu başarısından dolayı Bayram’a ücretsiz hazırlık kursu vereceğiz. Kayıt işlemleri için oğlunuzla beraber dershanemize gelmeniz gerekiyor, tebrik ederiz. En kısa sürede bekliyoruz efendim, dedi ve kapattı kız telefonu. Düşünsene hanım, çocuğa ücretsiz kurs verecekler. Artık geceleri bu çocuğu nasıl okutacağız diye uykun kaçmayacak. Kurs işi bu şekilde hallolduktan sonra okul masraflarını öyle yada böyle hallederiz, sen gönlünü ferah tut. Nerede bizim oğlan daha gelmedi mi? Gelsin, ona da verelim bu müjdeyi. Havalara uçacak var ya hanım!” diye tamamladı sözlerini.
Bayram, kendisi için bambaşka bir dünyanın kapılarını açacak olan müjdeden habersiz, son zille birlikte defterini, kitabını çantasına doldurdu. Neredeyse bir komandonun dağlarda gezerken sırtında taşıdığı kadar ağır olan çantasını omzuna atarak sallana sallana dolmuş durağına doğru yürüdü. Durakta kendilerini alacak servisi bekleyen diğer öğrencilerin aralarındaki konuşmaları duyduğu her sefer, yaşadığı hayata lanet okuyor ve bir gün hayal ettiği hayatı yaşabilmenin umuduyla kendini avutuyordu. Duraktaki öğrencilerin biri babasının aldığı yeni cep telefonunu arkadaşlarına göstererek özelliklerini anlatıyor, biri ailesine aldıracağı ayakkabıların ne kadar pahalı olduğundan bahsediyordu, bir diğeri de babasının telefonuna kaç kontör yüklediğinden bahsediyordu. Kendisine göre tatsız olan bu sohbetlere kayıtsız kalmaya çalışırken tıklım basa dolu gelen dolmuşa kendisini zor atmıştı. Nadiren dolmuşa binen insanların yakınmaları ona komik geliyordu, kendisi için bir hayat tarzı olmuştu bu şekilde yolculuk yaparak eve ve okula varmak. İçinde yaşadığı şartlar sebebiyle karşılaştığı sıkıntılar alışkanlık olduktan sonra doğal olarak hayat tarzına dönüşüyordu Bayram için. Son durağa yakın olduğundan eve yaklaştıkça dolmuş yavaş yavaş boşalıyordu, zor bela bindiği dolmuştan bu sayede rahatça inebiliyordu.
Eve doğru yürürken: “Ben bu şartlarda nasıl diğerleriyle yarışabilirim? Onların keyfi yerinde. Çoğusunun bir eli yağda bir eli balda. Kendilerine ait odaları var, müzik isterlerse dinleyebiliyorlar, ders çalışmak isterlerse çalışıyorlar. Ben, ben ise iki odalı bir evde çırpınıp duruyorum. Hele şu dershane işi! Şart, şart. Dershaneye gitmeden onlara yetişmem mümkünde değil. Bu şartlarda da dershaneye gitmem mümkün değil. Allah’ım sen yardım et, bir fırsat ver bana.”, diye söyleniyor ardında da dua etmeyi eksik etmiyordu genellikle.
Evin ziline bastığında babasının ve annesinin, verecekleri haber sebebi ile Bayram’ın gözlerinde görecekleri sevinç ışığını görme hevesi görülmeye değerdi. Kapıyı açar açmaz Bayram’ın kendisini annesinin kolları arasında bulması bir olmuştu. Nurten, öyle bir sevinçle kucaklamıştı ki oğlunu; Bayram, “Anne hayırdır! Öldüreceksin sıkmaktan” diyebilmişti fısıltıyla. “Gel oğlum, gel. Babanın harika bir haberi var sana, koş içeri. Uçacaksın sevinçten.”, diyerek kapıyı kapattı Nurten. “Oğlum; geçen hafta sınavına girdiğin dershane var ya. Bugün aradılar beni. Sınavda ilk ona girmişsin ve sana ücretsiz kurs vereceklermiş. Bizi kayıt için dershaneye çağırdılar. Yarın ilk olarak işyerinden izin alıp seni okuldan önce dershaneye kayıt ettirmeye götüreceğim. Zaman kaybetmemek lazım. Ne olur ne olmaz geç kalmayalım. Senin, yüzümüzü kara çıkarmayacağını biliyordum. Necmi’nin ve diğerlerinin yüzünü görmek isterim bu haberi verince hanım. Çocukları sınavlardan bir dört alınca kapanmak bilmiyordu çeneleri, bakalım buna ne diyecekler.”, diye soluksuz anlatıyordu Nejat. Bu haber, Bayram’ın tarifi mümkün olmayan bir sevinç deryasına dalmasına sebep olmuştu. Minik yüreği fokur fokur kaynamaya başlamıştı.
Binlerce insanın toplandığı bir meydanda kalabalık; Bayram, Bayram! diye tezahürat ediyordu. “Aferin oğlum, aferin sana” diyerek başını okşayan insanların arasında zorlukla, meydanın ortasında kendisi için hazırlanmış, onlarca basamaktan çıkılarak varılabilen bir kürsüye ilerliyordu. Kürsüye vardığında kollarını iki yana açarak deli gibi dönmeye başlamıştı ki; annesinin kendisini omuzlarından tutarak “Bayram, bayram! duymadın mı oğlum baban ne diyor. Sana ücretsiz kurs verecekler. Bayram!” diye sarsmasıyla gerçek dünyaya döndü.

“Hoş geldiniz beyefendi, siz de küçük bey. Bayram’dı değil mi? Öncelikle seni tebrik ederim. Çok başarılısın, böyle çalışmaya devam edersen iki sene sonunda bizim de desteğimizle istediğin okulu kazanabilirsin. Biliyorsun bu yarışta ilk adımı atıyorsun. İlk adımın ne kadar önemli olduğu kadar ardından atacağın adımlar da büyük önem taşıyor. Başta sabırlı olmak gerekiyor. Önünde seni bekleyen süreç konusunda rehber öğretmenlerimiz yardımcı olacaktır. Beyefendi sizi de tebrik ediyorum bu kadar yüksek başarılı bir öğrenci yetiştirmek kolay olmasa gerek? Bize gelen aileler, çocuklarını bu kadar başarılı görebilmek için neler feda etmeye hazırlar bir bilseniz. Siz, içlerinde en şanslılarındansınız bunu bütün içtenliğim ve samimiyetimle belirtmek isterim. Bayram için gereken kitap, test, hazırlık sınavları gibi yayınları tedarik ediyoruz, zaten kendi yayınlarımız da var. Bu konuda size ek olarak bir yük binmeyecek. Kendi derslerimiz dışında bir de Bayram için çalışma programı hazırlayacağız bu programı ne kadar uyumla takip ederse başarısı da o kadar artacaktır. Şuraya bir imzanızı rica edeceğim, teşekkür ederim.” Bayram’ın bu sözleri ağzı açık olarak dinlediği dershanedeki ilk günün üzerinden yaklaşık iki sene geçmişti.
Bu süre boyunca okul-dershane-ev arasında mekik dokumuştu. Kendisini bu zorlu üçgen dışına ancak arada sırada okuduğu kitaplar sayesinde çıkarabiliyordu. Koşturduğu bu sınavla mücadele dünyasından nefes almasını sağlayan kitaplar, dershane tarafından öğrencilere verilen kişisel gelişim kitapları dışında kendi seçtiği klasikler veya kitapçılarda gezerken gözüne, dipte köşede ilişen hikaye ve romanlardı. Ne kadar kitaplarla kendine nefes alabilmek için bir dünya oluşturmak istese de ailesinin, akrabalarının ve dershanenin baskısı sebebiyle üstüne gelen hayatla mücadele etmek epeyce zorlaşmıştı.
Fotoğraf: mynet.comDershane, çocuklarında başarılı bir gelecek konusunda olumlu sonuca yansımasını görebilmek amacıyla koşturup duran, çabalayan aileleri, Bayram ve onun kendisi gibi başarılı arkadaşları sayesinde kendisine çekiyor. Bayram gibi dershane öğrencilerinin sınav sonuçlarında elde ettikleri başarı, gazete ve şehrin çeşitli yerlerine asılan afişlerle ifşa ediliyordu. Bu, aileler için bir gurur kaynağı olduğu kadar çocuklara da o ölçüde baskı olarak yansıyordu. Üzerlerindeki bu baskıdan kurtulmanın en iyi yolu olarak daha çok çalışmayı gören çocuklar da ister istemez kendilerine bir rekabet ortamı hazırlıyorlardı.
Bayramın hep başarıyla ve alnının akıyla çıkmayı hayal ettiği fen lisesi sınavlarına az kalmıştı. Çalıştıkça çalışıyor, sayfa sayfa testler ve soru üstüne sorular çözüyordu. Dershane, öğrenciler arasında sınava odaklanma ve rekabet ortamı yaratma konusunda; üstün başarılı öğrencileri ayrı bir derslikte hazırlamakla kalmıyor ayrıca çalışma temposunu da diğerlerinden farklı bir şekilde yükseltiyordu. Başarıyı bir yola benzetirsek onlara göre başarı; ne için yüründüğü değil, yürümeyi kimin ve nasıl öğrettiğiydi.
Bayram, vagonun ortalarına doğru, trenin gittiği yönün tersi yöndeki sırada cam kenarındaki koltuğa oturmuştu. Ardında kalanları kendince daha iyi görüyordu bu şekilde. İstasyonda annesinin kimseye fark ettirmeden silmeye çalıştığı, gözlerinden süzülen bir-iki damla yaşı görünce; ailesinden ilk defa ayrılacak olmanın ve geçireceği hasret dolu yalnız günlerin hayaliyle gözlerinin dolmasına ve dudaklarının titremesine engel olamıyor, hüngür hüngür ağlamamak için kendisini zor tutuyordu, Bayram. Hareket memurunun öttürdüğü düdüğün ardından trenin kalktığını haber vermek için trenin ağır ağır hareketlenmesi eşliğinde düdüğe asılınca makinist; annesine el sallayamadan, artık içindeki ayrılık pınarına engel olamayacağını anlayıp koşa koşa vagonun tuvaletine doğru koşmuştu Bayram, annesinin ağladığını görmemesi için. Trenin her takırtısında sanki yüreğinden de takır takır bir şeyler dökülüyor gibi hissetmişti. Bir mücadeleden başarıyla çıkmanın neticesinde bu ayrılığın ortaya çıkması ufak bir tedirginlik salmıştı içine. “Acaba başarıyla sonuçlanan her mücadelenin sonunda bir ayrılık mı var?”, diye düşünmeden edemedi. İçine kapanık olduğu biliniyordu çevresinde, yaşadığı tedirginlikleri, heyecanları, buhranları pek kimseyle paylaştığı duyulmamıştı bu sebeple. Neyi varsa tek başına yaşıyordu. Kısa bir süre sonra içini çeke çeke uykuya dalmıştı.
Tren yolculuğu oldukça yormuştu Nejat ve Bayram’ı. Nejat, yolculuktan önce uzaktan akrabaları olan İbrahim’i aramış, oğluyla kayıt için geleceklerini ve bir gece kalabileceklerini söylemişti. O gece İbrahim’in evine misafir olmuşlardı. İbrahim’im eşi de haberi alınca boş durmamış; misafir, uzaktan da gelmişler diyerek enfes bir akşam yemeği sofrası hazırlamıştı.
Yemekte tek konuşulan konu Bayram’ın başarısı ve bundan sonraki hayatıydı. İbrahim, öğrenimi esnasında neler yapması, nelere odaklanması, nasıl çalışması konusunda uzunca bir vaaz verdi sofra başında Bayram’a. Kendi kızı, ailece sarf ettikleri bütün çabalarına rağmen bekledikleri başarıyı gösterememişti. Bayram’a söylenen o kadar lafın altında, harcadıkları çabalara rağmen ufak da olsa başarı kaydedemeyen kızına sitemi yatıyordu İbrahim’in. Bayram, yemek boyunca neredeyse hiç ağzını açmadı, sadece İbrahim’in söylediklerinin ardından anladım kabilinde her cümlenin sonunda hafifçe başını aşağı yukarı sallıyordu. Yemekte babasının söyledikleri dolayısıyla İbrahim’in kızı Nurdan, kendisini yerin dibine girmiş gibi hissediyordu. O da hiç konuşmamıştı yemek esnasında, nasıl konuşabilirdi ki babasının söylediklerinden sonra. Bayramın burada olması kendi başarısızlığını iyice belirginleştiriyor diye düşünüp içten içe öfke besliyordu. Bayram’ın da bu durumda pek mutlu olduğu düşünülemezdi. Nurdan’ın suratına yansıyan, yaşadığı yıkımın, güvenilmezliğin sebebi olarak kendisinin ve başarısının burada bu kadar övülmesi olarak düşünüyor ve üzülüyordu.
Ertesi gün kayıt yaptıracakları okulda müdür yardımcısının odasındaydılar. Müdür yardımcısı öncelikle kendilerini tebrik etti, okuldaki imkanlardan en nihayetinde de aidat adı altında yatılı olarak gelen her öğrenci için almak zorunda oldukları paradan bahsetti. Nejat, Bayram’ın okula yerleştirme sınavından ayrı parasız yatılı sınavını kazandığını söylediyse de müdür yardımcısı onun da şak diye cevabını vermişti: “Parasız yatılı ve bursluluk sınavını kazanan öğrenciler eğer yatılı olarak kalmazsalar kazandıkları burs kendilerine ödeniyor. Yok eğer öğrenci yatılı kalacaksa başarılı oldukları sınav sebebiyle hak kazandıkları burs yatılı masraflarından düşülüyor. Yemekler dışarıdan geliyor, hizmetli sözleşmeli parasını biz ödüyoruz, yakıt, elektrik falan derken masraflar artıyor. Bu okulu da bir şekilde döndürmek ve bu zeki çocuklara eğitim vermek zorundayız. Bu sebeple de velilerden belli bir meblağ almak durumundayız. İmkanınız varsa topluca yoksa aydan aya ödersiniz. Bakın bizde okuyan vali, savcı çocukları var onlar bile ödüyorlar.” Müdür yardımcısının sözlerinden sonra şaşkınlığa kapılan Nejat diyecek bir şey bulamıyordu. Aklına bir şeyler geliyor fakat bunları da bir tartışma ortamına düşmemek açısından dile getirmek istemiyordu. Alınacak kitapların fiyatlarını, çocuğun harçlığını, okula ödenecek parayı düşünüp, bunun nasıl bir parasız yatılı sistemi olduğunu anlamaya çalışıyordu. “Demek ki; devletin başarılı öğrencilere desteği (!) bu şekilde oluyor” diye alaylı bir düşünce geçti aklından. Parayı ödememek için diretip idareyle arasını açamazdı, daha dört sene Bayram burada yaşayacaktı, bu insanların elinde. Masrafları, diğer ödemeleri ufaktan bir hesaplayınca, iş arkadaşından borç olarak aldığı paradan neredeyse Bayram’a verecek harçlık kalmıyordu. Çaresiz, okul yönetimi tarafından istenen parayı taksitlendirilmiş şekilde ödemeyi kabul etti. Müdür yardımcısıyla tokalaşıp Bayram’ı odasına yerleştirmek üzere hizmetliyle birlikte ayrıldılar. Bayram’a verilecek odaya doğru yürürlerken Nejat bir yandan da okulu süzüyordu. Fakat aidat diye alınan paraları düşününce, bu paraların okula harcandığına aklı ermiyordu. Şehrin devlete ait en gözde eğitim-öğretim kurumunun görünüşte durumu pek de aynı kanıyı uyandırmıyordu kendisinde. Hayırlısı, diye söylenerek Bayram’a verilen odaya varmışlardı.
O akşam dönecekleri için şehri dolaşmak istemişti Nejat. Hem şehri gezmeyi hem de şehirdeki dershanelere giderek oğlunu tanıştırmayı planlamıştı. Bayram’ın fen lisesi öğrencisini öğrenen dershane görevlileri hemen Nejat’la oğlunu müdürleriyle tanıştırıyorlardı. Her başarı potansiyeli öğrenciyi, görev yaptıkları kurum için büyük reklam olanağı olarak gören müdürler samimiyetle onları karşılıyor ve sunabilecekleri imkanlardan söz ederek Bayram’ın kendilerine emanet edilmesini arzuluyorlardı. Şehrin en gözde dershanesi Nejat için ilk tercih olacaktı doğal olarak. Bu dershanenin müdürüyle uzun süre sohbet ettiler. Bayram’ın geleceği için bu dershanenin iyi bir seçim olduğunu düşünen Nejat, maddi durumlarından söz ederek bu konuda da Bayram’a destek çıkılması ile birlikte oğlunun burada kurslara devam edeceğini söylemişti. Müdür memnuniyetle kabul etmişti bu durumu. Bayram’ı artık şehrin en gözde dershanesine de emanet etmenin mutluluğuyla Nejat’ın kaygıları biraz azalmıştı.
Eğitim yılının açılışıyla Bayram için, hayat(!) yeniden başlamıştı. Yeni bir şehir, yeni arkadaşlar, yeni öğretmenler, yeni dershane ve başarıyla sonuçlanması hedeflenen yeni bir sınavla birlikte. İlk sene, yabancı dil ağırlıklı olduğu için sınava hazırlık konusunda rahat geçmişti. Ardından asıl yarış başlamıştı. Okulda rekabet gittikçe artıyordu, daha birinci sınıfta öğrenciler sınav sonuçları sıralamasında diğer arkadaşlarını altlarda ezebilmek amacıyla deliler gibi ders çalışıp soru çözüyorlardı. Kendilerine nefes almaya bile imkan tanımıyorlardı. Ailelerin bu konuda öğrencilere verdiği destek(!) yadsınamazdı. “Ne demek beşinci oldum, uyuyor musun sen? Biz seni bunun için mi gönderdik oralara. Bir daha konuşmamızda birinci olduğunu duymak istiyoruz. Hep zirveye, zirveye. Yok öyle altlarda kalmak, altlarda kalırsan hayatta bizim gibi ezilirsin. Hep zirvede olmak için çalışman gerekiyor.”, Bayram gibi bir çok öğrencinin aileleriyle telefon görüşmeleri hal hatır sorulduktan sonra ekseriyetle bu şekilde sona eriyordu. Kendi aralarında bir çoğu bu tür görüşmelerden bahsetmemekle birlikte alttan alta da kendilerini diğer arkadaşlarına karşı bilemekten geri kalmıyorlardı. Sıralamada alta düştükçe üst sıralarda bulunan arkadaşlarla sosyal ortamlarda gerginlik artıyordu. Aralarındaki konuşmalarında hep karşılarındakilere ne yaptıklarını sorguluyorlardı, içlerinde körükledikleri “karşıdakinin yerini almak” duygusunu kimse dile getiremiyordu.
Bayram, kendi kendine bunu itiraf edebiliyordu ama yapabileceği bir şey olmadığını düşünüyordu. Dışarıdakilerin beklentilerini karşılamak konusunda bu tür duyarlılıklara kayıtsız kalmak gerektiğine inandırıyordu kendisini. İkinci senesinde artan istikrarlı başarısı sayesinde dershanelerin ilgi odağı olmuş durumdaydı. Ama yine yalnız değildi, bu konuda da rekabeti göz ardı edemezdi. Rekabet ettiği arkadaşlarına göre hangi dershane daha iyi şartları öne sürerse oraya yönelmek fikrindeydi. En son tercih ettiği dershane kendisi için oldukça sıcak gelmişti. Genç ve sıcakkanlı öğretmenler, kitap ve test desteği oldukça yeterli, ulusal bir yetkinliği olan dershaneye kendisini yönlendirmişti, iyi yaptığını da zamanla görmüştü. Önceleri ayda bir kez gidebildiği baba evine artık o kadar sık gidemiyordu. Kendisini o kadar kaptırmıştı derslere ve sorulara; “Biraz geç döneceğim bu akşam okula ama etüde yetişirim, sen hocaya söylersin.” diyerek saç tıraşı olmak için yanından ayrıldığı arkadaşı, okula döndüğünde , “Hani sen saç tıraşı olacaktın n’oldu?”, diye sorunca “ Offff tabi ya! Ben saç tıraşı olmak için berbere gittim ya, baktım ki sıra var. Açtım kitabı ve başladım soru çözmeye. Testin soruları bitince kalktım geldim, dalgınlık işte!” şeklinde Bayram’ın cevabıyla ikisini birden gülme krizi tutmuştu.
İki haftalık bir aradan sonra yaz tatilini normal bir tatil gibi değerlendirmek, girdiği yarışta boşa zaman kaybetmek gibi geliyordu ona. Hemen eve dönüp kitaplarına, sorularına kavuşmak istiyordu. Yoğun ısrarları sonucunda annesi kendisinin eve dönmesine izin vermişti. Günün büyük bölümünü dershanede geçiriyordu. Sabahları sadece kahvaltıda evdekilerin yüzüne bakıyor, genelde akşam yemeklerini de evdekiler yattıktan sonra geç saatte soruları başında yiyordu. Bayram için okulda bulunması çalışmak için evde bulunmaktan daha verimliydi, okulun açılmasını sabırsızlıkla bekliyordu.
Artık son senenin ikinci dönemine varmıştı. Etütler artmış, zor şer, rica minnet alınan sağlık raporları sayesinde okuldan iyice kopmuştu. Evde agresifliği had safhaya ulaşmıştı. Kendisi için endişelenen ailesini, yemek yemesi ve uyuması konusundaki uyarıları sebebiyle sert ve sitem dolu cevaplarla incitiyordu, farkında değildi. Sadece hedefine odaklanmıştı ve gerisi onun için boştu.
O gün dershanedeki etütten sıkılmıştı, günün kalan kısmına evde devam etmeyi planlıyordu. Kitapları, testleri çantasına doldurmuş, müzik çaların kulaklıklarıyla dünyaya tıkamıştı kulaklarını ve eve dönmek için dolmuşlara doğru yürüyordu. “Kulaklıklarından dışarıya kadar yansıyan müziği dinliyor muydu?” yanından geçenler bu konuda şüpheli bakıyorlardı kendisine. Dışarıdan, ruhu bedeninden ayrılmış sadece yürümeye programlanmış bir insan bedeni görünümü arz ediyordu. Gözleri, nereye baktığı belirsiz, dimdik karşıya bakıyordu. Bir şeyler görüyor muydu? Görüyor denemezdi. Yine programlanmış vücut görünümüyle dolmuşa bindi, sadece inmesi gereken durakta; kulaklarındaki yüksek müzikten olsa gerek “Kaptan, inecek var” diye yüksek tonda bir ses çıkarmıştı, üzerine dikilmiş garipser bakışlara aldır-a-madan. Aynı tavrı eve varana kadar devam etmişti.
Babası maaştan arta kalanlarla neyi nasıl ödeyeceğini hesaplamaya çalışıyor annesi de mutfakta bulaşıkları yıkamakla uğraşıyordu. İkisi de işlerini tamamladıktan sonra Bayram’a hiç bulaşmadan, sessiz,sedasız yatak odasına çekildiler. Sabah olduğunda Nurten: “Hadi uyan bey, ben çayı koymaya gidiyorum” diyerek odadan çıktı. Nurten’in “Nejaaaaaaaaaaaaaaat”, nidasıyla sanki bir deprem olmuşçasına Nejat yataktan fırlayıp don katı odaya koşturdu. Nejat bir an duraksadı, “Bir şey yok hanım uyuyakalmıştır. Ben birkaç kez rastladım” sözleriyle az da olsa sakinleşen Nurten, kolları yanlarına sarkmış ve yüzünün sol yanı masaya dayalı Bayram’ın yanına yaklaştı ve saçlarını okşarken yüzünün renginin kızardığını ve açık olan gözlerinin kendisine bakar durumda olduğunu görünce kekeleyerek; “Nejat çocuğa bir şey olmuş, n’olur hastaneye yetiştirelim” diyor ve gözyaşlarının süzülmesine engel olamıyordu.

Fotoğraf : ntvmsnbc.com
Devlet hastanesinin acil kapısına vardıklarında nöbetteki sağlık memurları ve hemşire yarı uykulu bir şekilde karşılamıştı onları. Nejat; “N’olur yardım, doktor hanginiz?” “Zeki bey, lütfen doktor beye haber verin acil var. Tamam beyefendi sakin olun, hemen şuraya alalım”. Hemşire tansiyon ve nabız alırken doktor varmıştı yanlarına. “Evet, hasta ne durumda hemşire hanım? N’olmuş öğrendiniz mi?” derken doktor; hemşire tansiyon, nabız ve şuur durumunu aktardı. Aynı zamanda Nejat da ne durumda, nasıl bulduklarını anlattı doktora.
Epey bir müddet sonra Nejat ile Nurten’in yanına gelen doktor “ Beyefendi büyük geçmiş olsun. Önce sakin olun, lütfen oturun. Hemşire hanım lütfen birer bardak su verir misiniz, beyefendilere? Derin nefes alın, korkacak bir şey yok. Çocuğunuz beyin kanaması geçirmiş, Allah’tan kanama üç saati aşmadan yetiştirmişsiniz. Kurtuldu yani. Sadece kısa bir süre sonra ameliyata alacağız.” Ameliyat lafını duyan Nejat’ın üstü başı buz gibi terden sırılsıklam olmuştu ve Nurten de kocasının koluna sımsıkı sarılmış ağzı açık sadece dinliyordu gözlerinden yaşlar süzülerek.
“A.. A… A… Ameliyat diyorsunuz doktor bey! Hani kurtulmuştu”
Ortalık Nejat ve Nurten için buz kesmişti. Doktor bir şeyler söylüyordu fakat ikisi de duymuyordu doktorun dediklerini. Doktorun hafifi şiddetteki tokatlarıyla ikisi de kendilerine gelmişti. Nejat.
“Hemen ne gerekiyorsa yapalım doktor bey. Allah’ınızı severseniz, Allah rızası için onu bize kavuşturun.”
Bayram’ın ameliyatı sorunsuz geçmiş ve bir iki günlük yoğun bakımın ardından kendisine gelmişti. Haberi alan okul arkadaşlarından ulaşılabilenler bir araçla Bayram’ı ziyarete gelmişlerdi. Bayram’ın yüzünde güller açıyordu. Önce annesi, sonra babasına en son doktora baktı ve arkadaşlarına dönüp gülüseyerek:
“Çocuklar sınava kaç gün kaldı?”

Kamil Dede

0 yorum
Fotoğraf: Hüseyin YILDIZ
Kamil Dede’nin hikayesi uzun, yetmiş beş yıllık bir hikaye. Yetmiş beş yıllık hayatta yaşananları anlatmak ne yetmiş beş yıla sığar ne de yetmiş beş asıra. Bu yetmiş beş yıllık hayatın dönüm noktası, İstanbul’un taşı toprağı altın şehir olarak dillere destan olduğu zamana denk düşüyor. O vakitler Kamil Dede de eşi Kezban Nine’nin “Etme bey! Ne işimiz var yaban elde? Şurada iki inek, iki avuç toprakla karnımız tok, sırtımız pek geçinip gidiyoruz. Yaban elde bize bir şey olsa, ele avuca düşsek kimin haberi olur, kim bakar bize? Nasıl geçiniriz oralarda?” diye sorduğu sorulara kendince cevaplar hazırlamış ve bir evin reisi olarak kati kararını verip İstanbul yoluna koyulmuştu.
İstanbul’da inşaat ameleliği yapan Nalbant Kemal’in kardeşi, ellerinde satıp savdıkları ineklerin ve toprakların parasıyla bir zaman barınabilecekleri bir gece kondu ayarlamıştı. Kamil Dede’ye de kendi çalıştığı şantiyede kalıpçılara amelelik yapabileceği bir iş ayarlamıştı, buradan kazandığı da yaptığı hesaba göre evde yaşayacak iki canı kayırmaya yetecekti. Kalıpçıların yanında yaşının da verdiği hırsla olanca gücüyle çalışıyordu. Şantiyede çalışmaya başladığından dolayı şantiye çavuşuna birkaç ay aldığının bir kısmını vermek zorunda olduğunu öğrenmişti ilk yevmiyesini aldığı zaman, Nalbant Kemal’in kardeşinden. Tabi ya, kolay mı öyle taşı toprağı altın şehir İstanbul’da bir iş tutup da yan gelip yatmak. Tuttukları evin ilk ayının kirasını ödeme zamanı geldiğinde de iki kira bedeli hava parası ödemesi gerektiğini anlatmıştı Nalbant Kemal’in kardeşi. Evet o da kolay değildi, taşı toprağı altın şehirde bir ev bulup da barınmak. Ona hava parası, buna cila parası derken ineklerin parası da, toprakların parası da suyunu çekmişti.

Kamil Dede, taşı toprağı altın şehrin düzenini öğrenene kadar artık ne kesede para ne de taşta sabır kalmıştı. Didinip çabaladılar üstüne üstlük pek zamansız iki de evlat sahibi olmuşlardı taşı toprağı altın şehirde Kamil Dede ile Kezban Nine. Bu iki evladın masrafları da Kamil Dede’nin içine öyle bir oturmuştu ki kalbinin bir zaman yerinden fırlamasına vesile olmuştu. Kezban Nine vazgeçmemişti: Bey boşver İstanbul’u. Varıp dönelim memlekete, bir inek alırız, bir de eski günlerin hatırına başımızı sokacak bir dam buluruz köyden. Buralarda biz de harap oluruz, çocuklar da, diye söylenip durdu uzun zaman. Kamil Dede, delikanlı adama çıktığı yoldan dönmenin yakışmayacağını, eğer dönerse köylünün yüzüne bakamayacağını anlatmaya çalıştı ama Kezban Nine hiç oralı değildi, memleket de memleket der dururdu. İki evlattan büyük olan kız çocuğuydu, on dördüne vardığında ilerdeki mahalleden bir işçiye, Allah’ın emriyle istenince vermek durumunda kaldılar. Ondan üç yaş küçük olan oğlan çocuğu da okul hak getire, eli ayağı tutmaya başladıktan beri inşaatlarda ortacı olarak dolaşmaya başladı, zaman sonra sıvacı oldu. O da bir hatuna abayı yakınca elde avuçta birikmiş ne varsa düğün masrafına gider edildi. Kamil Dede ile Kezban Nine, bırakın evlatlarından yardım görmeyi, onlara dar günlerinde el uzatmalarına rağmen çocuklarından asgari hürmeti görmeye bile hasret yaşadılar hep.

Kamil Dede’nin beli büküldükçe bükülmeye, gün geçtikçe yüzü yere bakmaya başlamıştı. Evin kirasını ödeyemez duruma gelmişlerdi, aşağı mahallede sahibi yurtdışına gitmiş bir harabeyi çat pat onararak başlarını sokacak bir yuva yapmışlardı kendilerine. Ne elektrikleri ne de suları vardı evlerinde. Kezban Nine’nin komşu apartmanlarda temizlik işine koşturmaya dahi hali kalmamıştı. Onları ne oğlu ne de kızı aramaktaydı hayat kavgasına düşmüş düşeli.Dünya ile beraber Türkiye de üçüncü bin yıla girmişti. Apartmanlar yükseldikçe yükselmiş, küçücük bakkalların yerini ultra mega marketler almış, otomobiller şehri yaşanmaz hale getirmiş, hemen hemen her eve doğal gaz girmiş, İstanbul’un meşhur yedi tepesinden eser kalmamış, komşular aynı apartmanda oturmalarına rağmen birbirlerini tanımaz hale gelmiş, İstanbul’un taşından, toprağından altın eleyenler varlıklarına varlık katmış, Türkiye de küreselleşmeye baş eğmiş, kendi kendini doyuran yedi ülkenin içinden çıkmış, velhasılı Türkiye gelişmiş o zamandan bu zamana.

Kamil Dede, sokaktan eve ağır ağır adımlarla, oflaya puflaya dönerken bir eskicinin arabasında duran tartı gözüne ilişmiş ve eskiciyi durdurup fiyatını sormuş. Sıkı bir pazarlıktan sonra cebinden ne çıkardıysa o günkü ekmek parasını ayırıp eskiciye vermiş ve tartıyı koltuğunun altına sıkıştırıp eve yol almış. Kezban Nine, gözüne Kamil Dede’nin koltuğunun altında ilişen şeyin ne olduğunu merak etmiş etmesine ama uzun zaman önce bıraktığı gibi ne Kamil Dede’nin kolunun altındakini ne de niçin onu aldığını sormuş. Kamil Dede ertesi sabah tren geçidinin altına oturarak hemen ayaklarının dibine de tartıyı koymuş. Bir nehir gibi akan insan kalabalığının içinden kimileri “Aaa şurda bi tartılayım bakalım kilo vermiş miyim” diyerek kimileri de Kamil Dede’nin bu devirde azmini ödüllendirme maksadıyla tartılmaya başlamışlar. Burası artık Kamil Dede’nin işyeri olmuştu. Geçidin altı yalnızca Kamil Dede’nin iş yeri değildi elbette. Bir de derbeder görünümlü, üzerinde eski bir paltosu ayaklarında mest lastiği, başında takkesiyle bir akranı burayı kullanmaktaydı. Gözleri içinde fıldır fıldır dönen, önlerine uzattığı avucunu boş çevirenlere içinden kalayı basan bu akranı her zaman oralarda değildi. Gelip geçenden işittiğine göre çeşitli günlerde ve çeşitli zamanlarda bu akranı farklı yerlerde dileniyormuş. Kamil Dede bu yaşına kadar çektiği bütün cefaya, açlığa rağmen hiç kimseye el açmamış bir şey dilenmemiş olduğundan bu dilenciye uzatılan her elde içi içini yiyordu. İçinden geçen bütün bunlara rağmen Allah’a şükrediyor yine de ele güne el açtırmaması için dua ediyordu. Az ileride cami olmasından dolayı cuma günleri aynı Kamil Dede’nin bu akranı gibi her yaştan dilenciyle doluyordu bu geçit altı. Kamil Dede ise namaz saatleri dışında başka bir maksatla camiye yanaşmayı hiç aklından geçirmiyordu.Kamil Dede, bir akşam yatsı namazından sonra tartısı koltuğunun altında tıknefes eve doğru yol alırken içeriden yüksek seste bir uğultunun duyulduğu kahvehanenin kapısından kafasını uzatıp televizyona baktığında, ahalinin lanet ve bela okuyarak, suratına tükürerek pür dikkat seyrettiği haberde geçidin altında kendisiyle zaman zaman aynı yeri paylaşan dilencinin olduğunu gördü. Haberde bu dilencinin Pendik’teki bir alt geçitte dilenirken zabıta ekipleri tarafından yakalandığı, üzerinde bilmem kaç milyon parayla birlikte banka cüzdanlarının bulunduğu ve banka hesabının yükünden ve sahibi olduğu iki lüks evden söz ediliyordu. Kamil Dede, bunun üzerine önce koltuğu altındaki tartıya sonra üzerindeki giysilere bakmış. Sonra bu haberi seyreden ve kendilerine uzanan o eli, boş çevirmeyen insanları düşündü.
Ya Rabb’im, sen ele avuca düşürme. Sana sonsuz şükürler olsun diyerek evine ve Kezban Nine’ye doğru ağır ağır, sallana sallana yürümeye devam etti Kamil Dede.

Botlar da ayağımı vurmasa

1 yorum
Hasretin en derin noktasında
Sevdanın kaçışmış perilerini ararken
Sen yine yoksun, dert değil
Ah şu botlar da ayağımı vurmasa

Uçuşan yıldızları sayarken başucumda
Beceremediğim bir sevdayı anarken öfke ile
Sen yine oradasın, dert değil
Ah şu botlar da ayağımı vurmasa

Dağlara karşı haykırırken öfkemi
Geçmişin kancası takılmışken boğazıma
Sen geldin aklıma, dert değil
Ah şu botlar da ayağımı vurmasa

Nöbete vurmuşken hasretim
Zifir siyah gecenin boynunda
Gözlerini gördüm hilalin koynunda
Ah şu botlarda ayağımı vurmasa

Saya saya tüketemediğim şafağımı
Bir bir ranzaya kazımanın mutluluğuyla
Beni sattığın gün geldi aklıma, dert değil
Ah şu botlar da ayağımı vurmasa

Şafağım doğan güneşe varınca
Ben yine özgür olacağım, sensiz
Yeni bir başlangıç ve yeni umutlar ama
Ne sen olacaksın ne de ayağımı vuran botlar hayatımda

Pişman olursunuz

0 yorum
"ne istiyorsunuz benden?
silahınız bıçağınız da vardır sizin
ama pişman olursunuz baştan söyleyeyim"

tekme tokat dalabilirsiniz bana
ama o alıştığınız sesleri duyamazsınız benden
attığınız her yumrukta
vatanlarından sürülmüş mazlumların feryatlarını duyarsınız
kemiklerimi kırabilirsiniz
çıtırtılarını duyamazsınız asla!
ancak kafalarına dıpçik darbesi yiyenlerin sabrını duyarsınız
hadi durmayın bıçaklayın
bir damla kanım akarsa ne olayım
kan akmaz benden
analarının kucağında can veren bebelerin gözyaşları akar fırat misali damarlarımdan
durmayın, öldürün
öldürseniz de ruh çıkmaz benden
yad ellerde, zalim mekanlarda işkence gören mazlumların şahadetleri yükselir bedenimden gözlerimi oysanız ben yine görürüm masumların çektiği acıları
göğsümü yarsanız ciğerimi, yüreğimi göremezsiniz
oluk oluk kanla sulanmış topraklarda açan gül goncaları işte onları, onları görürsünüz!

Kıranköy

0 yorum
Dünyaya veda etmiş canlıların dünyada yaşayan nefesi
canlı beşerin hayatından daha da tertipli
her an ilah-i kelam inler semaında
yaşayanlardan, yüreğinde korku bulunan
bin kez daha tövbe eder gezerken kabirlerin civarında
insan ölümü daha yakın hisseder her zamankinden
sanki ölülerin,
"geleceksin aramıza!" çığlıkları yankılanır kıranköy'de
elbette!!! bu kaçınılmaz son beşer için
lakin farkında olan kim?
orada yatıp kalkmak geliyor içimden ki
ölümü hiç mi hiç unutmamak için...
onlar şimdilik mutlu
ya biz yaşayan ölüler
daha ne kadar işkence edeceğiz saf ruhumuza
herhalde yapışınca Azrail boynumuza
işte o zaman nihayete erecek ruhun bu işkencesi
ya da şehvet-i nefsi basınca kor aleve...

Kaldı mı memlekette

0 yorum
çalışma/Fotoğraf: Hüseyin YILDIZ
Dadaşlar Diyarı'nın ihtiyar delikanlısı,
kahverengi gözlerindeki sevgiyle bakmayı öğrendim insanlara.
Pos bıyığınla kapanmış dudaklarındaki gülümsemeyle, konuşmayı öğrendim.
Öfken ne kadar hiddetli olsa da cemalin bir o kadar sakindi
ne sağın belliydi ne solun
mahallenin babası, amcası oldun
ben hep kıskandım diğerlerini.
Sana ağabey diye seslenenler
ülkenin batısından, kuzeyinden, güneyinden ve buradan
yine aynı sevda ile sesleniyorlar sana
sanatkârdın, sevdanın sanatkârı
Palandöken'in, Ağrı'nın, Erciyes'in fatihi
toprak gözlerini görmeyen kaldı mı memlekette?

Ben daha on beşinde beraber başlamıştık
seninle alınterimizi duvarlara işlemeye,
bir duvardaki terin kurumadan başka duvarlara işliyordun terini.
Alın terini sürmediğin eser kaldı mı memlekette?

Ya fırça ile tuallere, duvarlara
ya kalem ile kağıtlara, ya da murç ile kayalara yazıyordun gönlündeki manzumeyi, manzumelerini okumayan kaldı mı memlekette?

Kader seni alıp gitti gideli
benim gibi naçar, yetim kaldı mı memlekette?

Sen yoktun artık

1 yorum
evin kapısında hala duruyordu adın
zihnimde hatıraların ve efkarın gibi
sen yoktun artık
ama adın vardı gönüllerde.
Erzurum ovasına yayılıyordu
kaleden adına yakılan ağıtlar
dağları, ovaları aşıyor kavuşuyordu Karadeniz'de yüreğime
seni yaşatmak yokluğunda,
hayattaki zorlukların başında olsa gerek
kalemlerin, fırçaların, kağıtların, tuallerin
hepsi ama hepsi öksüz kaldı
hiçbirini bulamıyorum artık evin içinde
sanırım, onlar da ardından yola koyulmuşlardı ebede
Erzurum'da artık eski neş'e yoktu, suskundu, küskündü.
Dolaştığım sokaklar şiir okumayı, türkü söylemeyi kesmişti
tıpkı senin gibi, Erzurum da beni terk etmişti...

Söylemeyi unutmuşlar

0 yorum
gözler çakmak çakmak olur görünce
kalp fırlayacak gibi, tutulamaz dilin,
damağın kurur ağzından tek laf çıkamaz
gecelerin gündüzden farkı kalmaz
her anın bir rüya olur onunla beraber
onu düşünmeden, görmeden
zaman geçmek bilmez
yan yana gelince
hele bir de elin değmişse eline
aşkın en özgür kölesi olmuşsan
o anda ellerinde, ayaklarında, boynunda
ateşi kalbine işleyen prangaları hissediyorsan

işte aşk böyle birşey dediler ya

yine düşünürsün onu
bu sefer her zamankinden fazla
anın içindedir vehmi
bakamaz olursun gözlerine
baksan dahi göremezsin ki
eski gördüğün şeyleri düşünürsün
ama görmek istemezsin
cehennem çığlıkları yükselir yüreğinde
ezelden ebede yaşanmış bütün aşklar can çekişir misali
mecnun suyundan, ferhat azminden koparılmış
ne leyla var orada ne de şirin
ağzından gelen kan gülün gözyaşları
ne ideallerin kalmış
ne de inançların bedbaht bir ayyaş gibi.
geçen her an ayyaşın şişesinden
bir yudum şarap gibi

ayrılığın böyle bir şey olduğunu söylemeyi unutmuşlar

Hepsi hüzne karşı

0 yorum
Bir zamanlar vardın
Şimdi de varsın
Ama artık yoksun, olmayacaksın!
Bir tarafta sevinç çığlıkları
Diğer tarafta gözyaşı
Yükselsin, yükselsin çığlıklar
Belki bir gün geçer arşı
Ebede akan gözyaşları
Hepsi ama hepsi hüzne karşı

Bırakın

1 yorum
Bakışlar seziyorum
aldırışsız, acımaklı görmüyorlar
Köhne bir duvar dibine
-bir cami kapısı bile değil-
terkedilmişlik dört bir koldan sarmalamış yüreğimi
Yalnızca gözlerden uzak olmak mı
yoksa, farketmeden gönüllerden de mi?
bu olabilir içimdeki piçlik hissinin sebebi!
ama saçma...

ne hep yalnızım
ne de değil
ya alın kollarınıza beni
ya da bırakın temelli piç gibi

Mavi gül

0 yorum
Efsanevi aşkların sessiz çığlıkları inliyor bozkırda
bir duyan pişman, bir duymayan
duyanın yüreğinde bir sevda alev alıyor ki
ne çoruh, ne fırat ne de aras söndürebilir bu sevdayı
işte baki kalan bu hayatta
mümkün olmayan sevdayı bulmak
kendi beni yakar sedası seni
duyuyor musun?
hadi, dinle ki
duyabilirsen, benimle varsın ölüme
yoksa elveda

-sevdayı ulaşılmazda aramak, yalnız yaşamak onu-
ulaşılmaz mefkuremde varsan
bende de varsın o zaman...
işte o zaman baki kalır sevdamız
kafdağında açan mavi gül gibi
kimse ulaşamaz koparmak için
hep ümit edilir lakin;
ulaşamaz kimse
sen ve benden başka kafdağına

15.08.2007

Soyunun İnsanlar

0 yorum
Soyunun insanlar!
Kandırmayın kendinizi
Biz insanız diye
Neyinizle insansınız
Üzerinizdeki iki paçavra ile mi?
Artık hayvanlara da giydiriyorlar onları