Kısa dalga yayın

31.12.2008

Eski bir Türk geleneği : Çam Bayramı (Noel)

0 yorum
Çam, eskiden Türklerde mukaddes ağaç sayılırdı. Evlerde bulundurulurdu. Onun şerefine, daha üç-dört bin yıl önce, insanların putlara tapındıkları zamanlarda, bayramlar düzenlenirdi.

Bayram, ilk olarak Dünyâ’nın merkezinde, tanrıların ve ruhların dinlendikleri yerde yaşayan Yer-su’ya adanırdı.
Yer-su’nun yanında, gür beyaz sakallı bir ihtiyar olan Ülgen bulunurdu. İnsanlar, onu dâimâ, zengin kırmızı kaftan içinde gördüler. Ülgen, aydınlık ruhların reisi idi. O, altın kapıları olan altın yer-altı sarayında, altın bir taht üzerinde oturmaktaydı. Güneş ve ay, ona itaat ederlerdi.
Çam bayramı, kışın en soğuk (25 aralık) zamanında yapılırdı.
O zaman, gün geceye gâlip gelirdi. Ve güneş, toprak üzerinde daha uzun süre kalırdı. İnsanlar, Ülgen’e duâ ederler, güneşin dönüşü için ona teşekkür ederlerdi. Duâların işitilmesi için Ülgen’in sevgili ağacı olan çamı süslerlerdi. Onu eve getirirler, dallarına parlak kurdelalar bağlarlar, yanına hediyeler yığarlardı.

Bütün gece, güneşin karanlığa gâlibiyeti hâdisesi dolayısıyla eğlenirlerdi. Bütün gece “Koraçun, Koraçun” diye bağırırlardı. Böylece bayramı “Koraçun” diye adlandırdılar; bu söz, eski Türklerin dilinde, “azalsın” mânâsına geliyordu...

Gece azalsın, gündüz artsın!

Çamın etrâfında sabaha kadar “inderbay” adı verilen bir halka (dâirevî) oyunu oynarlardı: İnsanlar, güneşi sembolize eden dâireye katılırlardı. Böylece, semâvî ışık vereni (güneşi) geri dönmeye çağırırlardı. Herkes, en mahrem dileğin, esrârengiz bu gecede, değişmeden gerçekleşeceğine inanırdı.
Gerçekten de, Ülgen, bir kere olsun red cevâbı vermedi, hayatta bir kere olsun mahcup etmedi: Bayramdan sonra gece dâimâ kısaldı; kızıl güneş ise, hep, gökyüzünde daha uzun, daha uzun süre kaldı.

Çam, “Ülgen’in ağacı” diye adlandırıldı. O, tanrıların ve ruhların yer-altı dünyâsı ile insanların dünyâsını birbirine bağlardı. Çam, ok gibi, yukarıya, gökyüzüne çıkan yolu gösteriyordu... Rusça’daki “daroga”(yol), “put’ (yol) mânâsına gelen Türkçe “yol” kelimesi buradan (çamın adından= yol’-yolka) geliyor.
İşte ağacın adının geldiği yer!

Yeni yıl ağacı (çam) bayramı, bugün herkesin mâlumu! Ülgen, gerçekten, yeni bir ad –Ayaz Ata– Noel Baba-aldı; fakat onun bayramdaki rolü ve kıyâfeti aynen kaldı.

Kaftan, şapka, kuşak, deri çizme yâni Ayaz Ata-Noel Baba-’nın kıyâfeti de eski Türklerin gardırobundan. Onlar, tıpatıp böyle bir kıyâfet içinde dolaşıyorlardı. Arkeologlar, bunun doğruluğunu mükemmel bir şekilde ispat ettiler.

Ülgen, efsânelerin söyledikleri gibi, bâzan kılık değiştirirdi. O zaman Erlik adını alırdı. Bununla birlikte, Erlik’in, Ülgen’in kardeşi olması mümkündür...
Mühim başka bir şey var... Eski Türklerde Ülgen ve Erlik, iyiliği ve kötülüğü, ışığı ve karanlığı temsil ediyorlardı. Onun için, 25 Aralık’ta, bütün insanlar, hattâ en kötüler bile, iyi ve cömert olmaktaydılar. Bu târihte, Erlik, kötülük sembolüdür. O, bu gün torba içinde hediyeler getirirdi. Çocuklar da onu ararlardı. Onlar, şarkılarla dolaşırlar, tekerlemeler söylerlerdi.
Kaynak : Kıpçaklar (Murad Adji, Çev.:Fahri Unan)

29.12.2008

Bal tutan, parmağını yalasın mı?

1 yorum
Yalamasın arkadaş!
Yalayamaz arkadaş!
Atasözleri içerisinde bir çok ahlaka aykırı davranışı topluma kanıksatmaya çabalayanlar bulunuyor. Bir tanesi de şu :Bal tutan, parmağını yalar!
Bu sözü son zamanlarda çok duymaya başladım. Özellikle de şu yolsuzluklarla ilgili muhabbetlerde insanların tavrı artık bu yolsuzlukları kanıksadıklarını gözler önüne koyuyor. Sanki kamu hizmeti görmek, nüfuz ve imtiyazların şahsi menfaatler lehine istismarına icazet veriyor. Adı üzerinde arkadaşım kamu hizmeti! Sen kamunun kaynaklarını kamu için kullanacaksın.Kamu görevi kamu kaynaklarından ve vatandaştan nemalanma yeri değil, kamuya hizmet yeridir. Bulunduğun makamı imtiyazları yönünden şahsi menfaatlerine yontamazsın. Önceleri çok duyardık şimdi ise duymak hayal oldu parmak yalama zihniyetiyle birlikte : Tüyü bitmemiş yetim hakkı.
Ne tüyü bitmemiş yetimden ne de hakkından söz eden var.
-Ne var yani, adam şunu şunu yapmış bir de kendine şu faydayı sağlamış, olmasın mı? Bal tutan, parmağını yalar! 
-Yok kardeşim, yok! Yalayamaz. Kamu hakkı da malı da bir kavanoz süzme bal değildir.
Nerede kaldı ahlak, hak, hukuk, adalet?

28.12.2008

Biri ecdadıma saldırdı mı boğarım

0 yorum
Zulmü alkışlayamam, zâlimi aslâ sevemem
Gelenin keyfi için geçmişe kalkıp sövemem
Biri ecdâdıma saldırdı mı, hattâ boğarım...
Boğamazsın ki!
Hiç olmazsa yanımdan koğarım.
Üç buçuk soysuzun ardında zağarlık yapamam;
Hele, hak nâmına haksızlığa ölsem tapamam
Doğduğumdan beridir âşıkım istiklâle,
Bana hiç tasmalık etmiş değil altın lâle
Yumuşak başlı isem, kim dedi uysal koyunum?
Kesilir, belki, fakat çekmeye gelmez boyunum.
Kanayan bir yara gördüm mü yanar tâ ciğerim,
Onu dindirmek için kamçı yerim, çifte yerim.
Adam aldırma da geç git, diyemem, aldırırım.
Çiğnerim, çiğnenirim, hakkı tutar kaldırırım.
Zâlimin hasmıyım amma severim mazlûmu…
İrticâın şu sizin lehçede ma’nâsı bu mu?
M.A.Ersoy

72. Ölüm yıl dönümünde rahmetle anıyorum. Allah mekanını cennet eyler inşallah!

Vur İsrail vur!

2 yorum
Vur vur!
Obama'nın şerefine vur!
İsrail'in Gazze bombardımanı, Barack Obama zaferinin kutlamasıdır.
ABD de bile Obama'ya oy verenler yavaş yavaş onun da sistemin bir parçası olduğunu ve ellerinde öyle uçuracak barış güvercinleri olmadığını görüyorlar artık. Belki kendisi de bunun farkına varmıştır ama çok geç, teslim olmuştur bir kere başkanlık sevdasına.
Suudiler ABD'nin müdahale etmesini istemişler. Oldu! ABD daha kendi uçkurunu toplaycak durumda değil, Aden körfezindeki korsanlara(?) karşı bile anlı şanlı ABD donanması gık çıkaramazken kalkıp da İsrail'e dur diyecek ha!
El Fetih, Hamas'ın koltuk ve otorite sevdasına yüzbinlerce insan can verdi orta doğuda, başlarında lider olarak gördükleri adamlar da, Arap dünyası da masum değil bu konuda İsrail kadar mesuller bu kaostan.
Sinanoğlu doğru demiş: ABD'nin kimseye gık çıkaracak hali kalmamıştır. Bu durum dünyada başgösterecek muazzam dehşetin ilk adımlarıdır. Hadi bakalım yüce Başbakan göster bakalım maharetini, nasıl göstereceksen artık? Amerikan Musevi Komitesi boşuna vermedi o cesaret ödülünü sana! Aslında düşünüyorum da bu komitenin El-fetih ve Hamas liderlerine de bu ödülden vermeleri gerekiyor.

27.12.2008

İlk Kürtçe seks filmi

0 yorum
Kürtçe seks rekor kırdı.
Habere bakar mısınız? 2003 Kasım ayında gazetelere yansımış bir haber: Kürtçe yasağının kalkmasıyla girişimcilerim, Kürtçe sevdalılarının(?) aklına ilk gelen şey nedir? E rekor kırdığına göre:
Seks filmi!
Demek ki insanlar Kürtçe konuşulmayan bir seks filminden keyif alamıyorlarmış.
Aman da ne kadar kültürel ve zaruri bir ihtiyaç karşılanmış. Kürtçe konuşan insanların da hasretle beklediği bir gelişmeydi; yasak kalksa da ilk seks filmini bir seyretsek diye insanlar sokağa dökülmüştü sanki. Seks filminde dil ne kadar da önemli, öyle değil mi? Gazeteler de bu gelişmeyi dört gözle bekler gibi haber yapıvermişler.
Benim asıl değinmek istediğim nokta budur işte: Kürtçe sevdalıları(?).
Kendilerini temsilcileri olarak gördükleri Kürt halkının tek sorunu buymuş sanki, dil! Değil arkadaşım değil. Kürtçe sadece bir araç insanları tavlamak için. Bu konuda daha önce yazmıştım.
Merak ettim şimdi: Yapımcılar daha önce söz ettikleri diğer filmi de çekmişler mi acaba? Başvursalar, AB kesin bunlar için bir fon ayarlardı. İnsanlar, işsizlikten açlıktan figan ediyor bunlar düşmüşler Kürtçe ile şehveti tatmin etmenin peşine.

TRT 6 ve Türkçe

0 yorum
TRT 6 kanalında test yayınıyla birlikte Kürtçe yayın başladı. Test yayınında Kürtçe klipler, şarkılar ve filmler gösterilmeye başlandı. Fakat bence asıl önemli olan TRT bünyesinde Kürtçe yayın yapılması ve Türkçe'nin hiçbir şekilde yer almamasıdır. Test yayını esnasında çeşitli tv eleştirmeleri ve şahsiyetlere görüşleri sunularak Türkçe konuşmaları kısılıp doğrudan Kürtçe yayınlanmaktadır. Eminim ki bu resmi dil ile tezat oluşturmaktadır. Bir devlet televizyonunun resmi dil dışında diğer dillerde resmi dilden arındırılmış bir yayın yapması hukuki bir açmaz oluştrumaktadır. Yayın dili hakkında TRT kanununda Türkçe dışında başka bil ve lehçelerde yayın yapılabilir deniyor ve  yönetmelikte ne kadar düzenleme yapılsa da kendi içinde çelişkiler içermektedir.
Daha önce yapılan başka dil ve lehçelerdeki  süreli yayınlarda Türkçe altyazı kullanılması AB tarafından eleştirildi ve o zamanlar yetkililer tarafından gerekli tavır konulmuştu fakat şimdi görülüyor ki o zaman konulan net tavır güme gitmiş. TRT 6 daki Kürtçe yayında Türkçe altyazıyı bırakın Türkçe konuşanların bile sesi kesilmekte. Yani o zamanki tavır bir göz boyamaydı bu kesin.
Bu resmi dil konusunda bir tavizdir ve dikkatsizlik vb şekilde savunulamaz. Kürtçe yayında Türkçe altyazı yer almalıdır aksi durum yapılan yayın dilinin devlet nezdinde uygulamada  resmileştirilmesidir. Bundan sonrası hukuki olarak çok dilli bir devlete doğru gitmektedir. 
Basın, yayında Kürtçedeki X,Q,W harfleri eleştirilemektedir. Madem Kürtçe yayın yapılıyor o zaman o dilin harfleri illa ki kullanılacaktır ben bunu o kadar dikkate değer bulmuyorum asıl öenmli olanın salt Kürtçe yayın yapılması olduğu kanaatindeyim.

26.12.2008

Ne baskıymış bee!

0 yorum
Baskı yapacak mahalle mi kaldı allahisen?
Tutturmuşlar bir mahalle baskısı, bastıran kendi tarafına çekip duruyor. Yok mahalle baskısı vardı, hayır yoktu! Ağırlıklı olarak iktidardaki dinci tayfanın sergilediği dile getiriliyor.
Arkadaş; bir toplumda gruplaşma, cemaatleşme varsa elbetteki grubun dışında kalan karşı tarafa doğru da bir baskı olacaktır. Bu bir aileden tutun da mahalleye oradan şehire oradan siyasete ordan da ülke sathına yayılan bir zıkkımdır işte.Mardin, dünyada böyle bir kavram yok demiş. Aman ne iyi, öne geçmiş olduk sosyoloji literatürü bakımından. Argoda bir tabir vardır: Basana basarlar. Bir zaman iktidar senden yanaydı sen bastın şimdi iktidar ondan yana elbette ki o basacak, çünkü içinde kuyruk acısı var, hıncı var.(O erdemi gösterebilseler de hınçlarının, aşağılık duygularının esiri olmasalar. Neeerde?)

Aşırı dincisinden, aşırı laikine her grupta bu lanet baskı karşı tarafa doğru baş gösteriyor işte. Ne evirip çeviriyorsunuz?
Çözüm mü? Elbette ki hoşgörü. Sen hoşgörülü olur da nüfuzun ölçüsünde dışarıda kalanlara baskı uygulamazsan gün olup da senin dışında kalanlar iktidara geldiklerinde ya da çoğunluğu sağladıklarında da sana baskı uygulamaz. (Tabi bu genelleme; baskı unsurlarını elinde tutan insanın ahlaki seciyesine kalmış. Ama ben en başta hoşgörüyü kendilerine dinci, dindar, mütedeyyin artık ne şekilde isimlendirmeyi uygun görüyorlarsa onlardan beklerim.)
Dincinin baskısından dindar, mütedeyyin insan zarar ve sıkıntı görür benim en büyük endişem budur. Ülkedeki laik-dinci inatlaşmasında başı çekenler yüz binlerce insanın bu fil tepişmesinin altında kalmasına sebep oluyorlar.

25.12.2008

Gençliğimize tüküreyim

2 yorum
Sadece kendi gençliğime değil, tüm Türk gençliğine tükürüyorum. Şu iki ihtiyar kadar cesaretimiz yok. İki ihtiyar diyorum ama asıl gençlik onlarda bizim ruhumuz kefterlemiş.
Çığ 95, Karaca 87 yaşında. Bu yaşlarında memleket toprağının kadrini kıymetini bilen iki insan memleket topraklarının satılmasına karşı belki de en etkili eylemi gerçekleştiriyor. Ekran başında tüylerim dikenlendi ve gençliğimden utandım. Sizin gibi insanlara bu vatan adına kurban olunur be! Yaşlarına hürmeten meclis polisi - pankartlarına el koysa da- sert çıkamıyor. Belki gençlik veya başka birileri meclisin kapısına dayansaydı bu kadar hoşgörüyle karşılanmazlardı. Bu bizler için bir fırsat, bir topluluğun yapamadığı bu eyleme hepimiz sahip çıkmalıyız, çıkmak zorundayız.

21.12.2008

ABD başkanı ve Kung-fu

0 yorum
Belki biraz geç oldu ama ben de yeni buldum. ABD başkanlık seçimleri yarışına atıf yapılan bir oyun. Şahane ya! Oyunu oynarken ortaya çıkan sürprizler gülmekten çatlattı beni. Palin'in dünayada egemenlik kurma için silahlı kuvvetleri artırma, Obama'nın barışsever söylemlerinin temsili beyaz güvercinler gibi adayların seçim yarışında ortaya koydukları poltikalarla ilgili şahane savaş araçları eklemişler. En çok zorlayan Obama ve Bush oldu. Hillary ile dövüşürken şahane bir sürpriz çıkıyor ortaya, şaşırmayın.

20.12.2008

Dünyaya mermer çakmayacağım

0 yorum
Mezarlıkları hepimiz biliriz; eskileri oldukça düzensiz, alelâde olsa da yenileri site blokları gibi oldukça düzenli. Hatta Kıranköy'ü son gördüğümde giriş kapısına bir bilgi merkezi koymuşlardı. Kiosktan meftunun adını girdiğinizde size mezarının krokisini tarif ediyordu. İlginç geldi bana.

Mezarlığa her gidişimde yüzümde engel olamadığım bir gülümseme başgösteriyor, bu durumu yanımdakilerin tavrı sayesinde farkediyorum.

Ziyaret edeceğimiz mezara doğru ilerlerken etraftaki mezarların başında sergilenen hengâme düşündürüyor beni. İnsanlar, ellerinde su bidonları suratlarında, belki meftun yaşarken istediğinde surat yaparak verdikleri bir bardak suyun mahcubiyetiyle telaşlı telaşlı mezara doğru koşturuyorlar. Mezar mermelerini deterjanlı su ile yıkıyorlar ve mezarın köşelerindeki sulukları temizleyerek kuşlar için dolduruyorlar. Mezar taşlarını öpenler, kucaklayanlar... Acaba meftun hayattayken kaç kere canım diye sarılmışlardı babalarına, analarına, kardeşlerine?

Hem sonra mezar taşları... Bazılarında şuranın eşrafından,şuradan emekli, bunun mahdumu, şunun eşi vs namlarıyla şecereleri yazılı sanki o tarafta künyesi sorulacak da buradan kopya veriliyor, bu taraftaki nüfuzunun bir faydası olacakmış gibi.

Olmayan bir kabir azabında, meftunun acısını azaltması için ağaç dikmeler, ölünün ruhunu incitir diye mezar üzerindeki otlara dokundurtmamalar!

Vs. vs. Daha taşın işlenemediği dönemlerde ve ekolojinin bozulmadığı zamanlarda dayanıklılığı daha az ama işçiliği kolay ağaç mezarlar yapılmış Mezopotomyada. Eskilerde çeşitli Türk boylarının önde gelenlerinin (Daha doğrusu ölenin ardından dikilen anıt - Balbal) mezar taşlarında sağ kalanlara dünya hayatına yönelik öğütler yer alırmış. Bir zaman sonra mezar taşlarına çeşitli motifler ( Koç, aslan vb) işlenmeye başlanarak öğütler taşlarda yer kaybetmiş. Zaman sonra ölenlerin dünyada nüfuzunu, kıdemini, makamını gösteren (Geri kalanlar tarafından bir gurur vesilesi olacak şekilde) simgeler kullanılmaya başlanmış. Şimdiki mezarlarda da benzer şecereler kullanılıyor. Şecereler de bir tarafa maddi imkanlar ne kadarına el veriyorsa o kadar görkemli (sadece büyüklük olarak) mermer mezarlar (Baş ve ayak taşlarıyla birlikte) yapılmakta. Estetik desen yok, sanat desen yok, gelecek nesillere devrinden bir satır olsun miras yok. Benim sıkıntım bu mu? Hayır değil sadece aklıma gelmişken söyleyeyim dedim, madem birşey yapılıyor bir anlamı olsun isterdim. Artık mezarlıklar bile anlamını yitirmiş, mermer sitelerinden başka birşey değil.

Uzunca zamandır düşünüyorum!
İslam dini; bugün ölecekmişsin gibi ahirete, hiç ölmeyecekmişsin gibi bu dünya çalış der. Deyimlerimize bile bolca girmiştir; yalan dünya, fani dünya gibi.
Peygamber Efendimiz (s.a.s) İslam’ın ilk yıllarında kader inancı tam oturmadığı ve cahiliye alışkanlıkları hayattan tam sökülüp atılamadığı için kabir ziyaretini yasaklamış ancak daha sonra buna müsaade etmiş hatta kabir ziyaretini teşvik etmiştir. “Ben sizi kabirleri ziyaretten men etmiştim. Artık onları ziyaret edebilirsiniz. Çünkü onlar size ahireti hatırlatır.” (Müslim, Cenaiz 106; Ebu Davud, Cenaiz 81)
Peygamber Efendimiz kabir ziyaretine müsaade ederken bu hükmün illeti olarak, bu ziyaretin kişiye ölümü ve ahireti hatırlatacağını zikretmiştir. Buna göre dünya hayatının debdebesinden uzaklaşarak mezarlıkları ziyaret etmek; kişiye dünya hayatının fani olmasına bedel baki olanın ahiret yurdu olduğunu fısıldayacak, önünde duran mezarlarda yatanın bir gün kendisi olacağını hatırlatacak ve böylelikle yaşadığı hayatın değerini daha iyi anlamasına vesile olacaktır. Çünkü mezarlıklar ibret mahalleridir. Aldatıcı dünya hayatı içinde çoğu zaman unutulan ölüm düşüncesinin çepeçevre kişiyi sardığı yerlerdir. Dünyanın cazibedar güzelliklerine aldanmayarak müstakim bir hayat yaşamak için vazgeçilmez olan rabıta-i mevt düşüncesinin en canlı yaşandığı yerdir kabristanlar. Kabir ziyaretinin, derin bir muhasebe ve murakabeye dalarak insanın sergüzeşti hayatını gözden geçirmesi ve eksiklerini telafi edebilmesi açısından da önemi büyüktür.

Tabii ki ifade edilen bu faydalar, ibret almasını bilenler içindir. Yoksa kişiyi kalın bir gaflet perdesi bürümüş ve her yönüyle dünya hayatına boğularak varı yoğu dünyasını imar etmek olmuşsa, böylelerine kabrin de ölümün de ifade edeceği hiçbir şey yoktur. Dolayısıyla kabir ziyaretinden istenilen maksadın hâsıl olması için şuur ve düşüncenin açık olması lazım ki o esnada ölümü, kabir hayatını ve ahiret menzilleri ve buralarda karşılaşacağımız zorlukları düşünebilelim.
Kıyamet gününe kadar meftunun ruhuna dua edilebilir, çeşitli fıkıh alimleri bunun da meftun ruhuna faydası olacağını dile getiriler.Kuranda bu konuya ilişkin kesin bir ifade olmamasına rağmen hadislere dayanılarak böyle bir bilgi verilir.
Peki sadece ölümü  hatırlamaya yarayan bir yer için bu kadar çaba nedendir niyedir? Bir mezar, eğer türbe değilse en fazla ailenin iki kuşağı (Çocuk ve torun) tarafından ziyaret edilir ondan sonra (Süre taş çatlasın, seksen senedir) unutulur gider. Daha önce de dediğim gibi ne tarihi ne edebi ne de sanatsal bir değer taşımadığından şehir mezarlıkları kimse tarafından da korumaya alınacak durumda değildir. Sorun bakalım ananıza,  babanıza; dedesinin, nenesinin mezarı nerdedir, bilen var mı?

Ruhları da dünyaları gibi taşlaşmış bir toplumdan ne beklenirdi ki? Taşa dönmüş kalplerin, ruhların ölülerin şahsında kendini tatmin meydanıdır ölümün simgesi mermer mezarlıklar.
İşte bu sebeplerledir ki ben ruhumun olmayacağı bir yere mermer çakmayacağım. Evladım olur da benden sonra başına gelip bir ağaç, iki damla suyla ruhunu teselli edecekse onu da mermerden bir mezarın başında değil, hiç kimsenin  yok etmesine izin vermeyecek ahşap bir mezarın başında yapacaktır.

Özürlü aydınlar neyin peşinde?

0 yorum
Geçen cuma akşamı başlayıp cumartesi sabahına sarkan Ceviz Kabuğu programında konu Ermeniler ve özür meselesiydi. Konuklar Özcan Yeniçeri ve Doğu Ergil.
Bilal Şimşir'di
Doğu Ergil, "Özür diliyorum" adlı kampanyaya imza atmış bir kişi olarak katıldı programa. Metni kendisinin yazmadığını, fikrinde ve zikrinde yer etmiş, değerleri karşıladığını düşündüğü için metni imzaladığını belirtiyor. 6-6.5 saatte ancak dile getirebildiği meramının iki cümle ile dile getirildiğine nasıl kanaat getirdiyse artık?
Ermeni soykırımı yalanını desteklemediğini, zamanında Türk ve Ermeni halklarının neler yaşadığını bildiğini (Artık nasıl bilmekse, telefonla programa katılan konukların anlattıklarını ağzı açık, hayretle dinliyor ardından sorularını soruyor ve kapak gibi cevapları alıyordu.) bu metnin altına imza atarken asıl amacını şöyle izah ediyordu: Ben milli mücadele döneminde çetecilik yapan, masum insanları katleden eşkıyadan değil, zamanın ASALA'sından değil, Ermeni diasporasından değil, Ermenistan'da yaşayan geçmişte zuhur eden hiçbir olayla tarihi bağı bulunmayan masum Ermenilerden özür diliyorum.
Ey hoca adama sormazlar mı? ASALA dediğin ne için kan döktü? Bugünkü  Ermenistan'ın temelini ben mi attım yoksa o özrünüzün içine girmediğini belirttiğiniz ASALA mı?
Tarihe iki yönlü bakıp, biz milli mücadele verirken Ermeniler'in de bağımsız bir devlet hülyası ile bu tür mezalimlere giriştiğinden dem vurarak, Fransızların oyununa geldiklerinden bahsetti.
Devletlerin politikasından ziyade halkın politikasının dikkate alınması gereğinden bahsetti. Özür dilediği insanların bu sorunların çözümünde anahtar rolü olacağından ve süre verilmesi gerekeceğinden bahsetti.
Ben de o zaman Doğu Erdil ve benzer duygularla o metnin altına imza atan insanlara soruyorum: 6.5 saatte anlatmaya çabaladığınız  fikirlerinizi; acıları yaşamış Türk milletine, Ermeni milletine üç cümle ile anlatabildiğinize inanıyor musunuz? Yine o üç cümle ile Ermeni tehcirini kendileri için siyasi bir baskı unsuru olarak kullanana devletlere meramınızı anlatabildiğinizi ve buradaki iyi niyetinizin devletimiz aleyhine suistimal edilmeyeceğine ihtimal veriyor musunuz?
Ermenistan  devlet başkanının azğından çıkan "Türkiye'den toprak talebimiz yoktur" sözünün bir devleti bağlayacağından dem vuruyorsunuz fakat Ermeni Anayasasında atıf yapılan Bağımsızlık Bildirgesinde hala daha Ermeni soykırımının uluslararası arena tanıttırılmasının ve Doğu Anadolu'nun Ermenistan toprakları olduğu maddeleri hala daha durmakta.
Paris Antlaşması ile toprak bütünlüğü garanti altına alınan Osmanlı'nın topraklarının, devlet temsilcileri tarafından resmen imzalanmış olmasına rağmen yok sayılması gibi bir olay tarih sayfalarında yer almaktayken siz bir şifai beyanın bağlayıcılığına nasıl inanabiliyorsunuz?

19.12.2008

Kıranköy'ü anımsama

0 yorum
işte getiriyoruz,
dünyaya verecek nefesi kalmayan
sahte sevgilere maruz
riyakarlıklar içinde kaybolmuş
bir oğlun evinden bir diğerine kovulmuş
altmış veya yetmiş
yaşı farketmez
sonunda bir insan
dünyadan el ayak çekmiş
dilinde söylecek bir kaç kelimesi varken
hep yüz çevrilen ve ihtiyarlığından dolayı
artık kendilerine yük olduğu düşünülen
bir fani meleği
getiriyoruz sana
kıranköy...

14.12.2008

Bilgi: Mesaj alındı.

0 yorum
Ey yüce Yaradan!
Bu biçare kuluna reva gördüklerin yüreğini yaralıyor. Sabır taşı bile bağrında çatlayacak.(Benden daha iyi bilirsin)
Ben, herşeyi bir işaret olarak görme huyundan vazgeçmeliyim. En son bunu anladım, akışına bırakmalıyım hayatımı.
İşaret olarak kendimce yorduğum ne varsa tersine işaretler de günü aşmadan karşıma çıkıyor. Bu kadar mı seviyorsun beni ya Rab?

13.12.2008

Sponsor güdümünde AROG bu kadar olur

0 yorum
Ne başlık atmışım be! (Öyyyle bakarsın elbet) Altına bir şey yazmasam da aklımdan geçenleri izah etmiş. A.R.O.G.dan bahsediyorum elbette.
Çok belli oluyor ama kaaaaaardeşim.
Bir senaryo  bu kadar da sıkılmaz ki ama değil mi?
Mesaj, mesaj, mesaj...
Kaygı, kaygı, kaygı...
Nereye kadar? Nah işte filme girene kadar!
Kıroyum emmeee para bende, demiş açık açık Türk telekom.
Hadi bu seferlik Cem Yılmaz albenisiyle yutturdunuz filmi peki ya sonrası? Jübile miydi bu yoksa Cem Yılmaz için?
Hele şu ecnebi filmlere ve yerli filmlere göndermeler yok mu?
- Yalaaaan söylüyorsun! (Kadirizm kabilinden)
Yok valla öyle. Farzet ki adam seyretmemiş o filmleri, n'olcak o zaman senin o çözücü gerektiren şakaların? Yeşilcam kalıpları da bir yere kadar. Hele CMYLMZ gösterisi şakaları, ıyyy. Filmi tek başına birine seyrettir bak bakalım bir iki ıhı ıhıdan başka bir tepki alabilecek misin? Toplum psikolojisi işte!
En azından eğlenceliydi. Gülmekten çatlatmıyor insanı ama 5-10 dk biraz olsun eğlendiriyor.

7.12.2008

Eski bayramların yerini biliyorum

0 yorum
Bayramların beylik serzenişidir : Nerde o eski bayramlar?

Gencinden yaşlısına hepimiz bir arayış içerisindeyiz, "nerede, nerede o eski bayramlar?" diye. Hiç düşündünüz mü acaba bu soruyu sorarken neyi aradığımızı? Gerçekten eski bayramları mı arıyoruz?

Eski derken neyi kastediyoruz, bayramları mı kendimizi mi?
Eskiden, uzakta olan sevdiklerimize ulaşmak şimdikinden çok daha zordu. Bayram kutlamak için, bayram kartları yazılır, göndermek için postanelerde sıraya girilirdi. Bazen bayram kartı yerine yeni doğan çocuğun, askerden dönen yeğenin, evlenen kızın, ailenin bir arada fotoğrafın arkasına kutlama temennileri yazılarak gönderildi. Şansı olup da telefon bağlatmış olanlar düşürebilirlerse karşı tarafla bir kaç dakika telefonda bayramlaşırlardı.

Ulaşım imkanları daha da kısıtlıydı bugüne göre. Trenden yer ayırtmayı başarabilirsen ne ala yoksa bir dünya para ayırıp otobüsle memlekete, büyüklerin yanına gitme imkanı sağlanabilirdi.

Peki şimdi? Bilgisayardan iki tık tıkla karşındaki insan görüntülü olarak karşında, her dakika telefonla görüşme imkanı var. Ulaşım desen uçakla seyahat fiyatları otobüslerden neredeyse daha ucuz, zamandan bile kazanabiliyorsunuz.

Peki hasretin mesafesini bu kadar azaltan imkanlar elimizin altında iken neden hala daha geçmişe öykünüyor, hasretini çekiyoruz?

Endişelerimiz bugünkülerden çok daha farklıydı, samimiydi. Çünkü o zaman ki endişelerimiz; sevdiklerimizle aramızdaki mesafeler, sevdiğimizin iki dakika olsun sesini görebilmek, yeni doğmuş yeğenin fotoğrafını görebilmek ve küçükler için büyüklerden alınacak bir kaç lira harçlıktı. Bugünlerde el öpmek çağdışı bir gelenek haline geldi. Sadece yaşlıların gönlünü almak ve bir an önce inzivaya çekilip kafayı dinleyebilmek için yerine getirilip bir an evvel  kalabalıktan sıyrılınması gereken bir gelenek. Kucaklaşmak, sevdiğine sıkıca sarılmak bile abes hale geldi. Kendimizi, sevgiyi, bir arada olmayı, muhabbeti, paylaşmayı unuttuk...

Bugün geçmişe nazaran bir çok imkan olmasına rağmen hasretlerimizi, hasletlerimizi kaybettik, endişelerimiz, beklentilerimiz değişti. Geçmişte zamanın büyük kısmını kendimize ve sevdiklerimize ayırabilirken bugün hayatımızı devam ettirebilmek için işimize ayırmak zorundayız. Tamamlanacak tasarılarımız, yetiştirilecek siparişlerimiz, bitirilecek işlerimiz, gönderilecek -epostalarımız, hazırlanacak raporlarımız bize fırsat vermiyor. Kafamızı kaşımaya dahi vakit ayırma imkanı vermeyen iş dünyamız bir-iki günlük bayram tatillerinde hasretlerimizi gidermeye değil kendimize bir nebze olsun bütün dünyadan sıyrılıp nefes almaya zorluyor.

Geçmişe göre üretim yapıları, tüketim yapıları, mesafeler, imkanlar,duygular ne varsa değişti, bayramlardan başka.

Evet doğru anladınız, bayramlar hiçbir yere gitmedi. Hepimiz sadece üstünü örttük, görmezden gelebilmek için.
Nerede o eski bayramlar? Eski bayramlar kalbinizde, sadece üzerindeki örtüyü kaldırmanız yeterli.Kendimizi kandırmayalım...

6.12.2008

Erkeklerin ateşle imtihanı

0 yorum
Birçok gazete ve tv haberine de konu olmuştur; ateşle oynayan çocuk evi yaktı, samanlığı yaktı vs.
Kendi çocukluğumu hatırlıyorum; bir zaman evdeki çekyatın arkasında gizli gizli kibriti yakıp seyrederken çekyatın arkasındaki bezin bir ucunun tutuştuğunu ve bez tamamen yanana kadar zor söndürdüğümü hatırlarım. Annem temizlik yaparken farketmiş bir şekilde kapanmıştı olay. Yine çocukluğumda yaz tatilinde köyde derede balık tutarken ne için yaktığımızı hatırlamıyorum bir tarlayı tutuşturmuştuk da elbiselerimizi ıslatıp alevleri döverek ancak söndürebilmiştik. Ta köyden bile yanık tarla belli oluyordu tabi o olaydan da bir şekilde yırttık kalmadı üzerimize. Sonrasında sokakta bulduğumuz kağıtları, kaldırım kenarlarında biriken kavak pamukçuklarını ne bulursak yakıyorduk. Şehrin ortasında, bakkalın deposundan meyve kasalarını yürütür, sokak ortasında yakarak üzerinden atlardık.

Erkek olup da çocukluğunda ateşle oynamayan veya bir yeri tutuşturmayan pek yoktur sanıyorum.Varsa da bence o erkek değildir. Şaka bir yana ciddi ciddi erkek kısmısının çocukluğunda baş gösteren bu ateşle oynama sevdasını seciyesindeki yok etme tutkusuna bağlıyorum.

Çocuk psikologları; (genelde erkek) çocuklardaki bu ateşe yatkınlığı psikopatolojik bir hastalık olarak tanımlıyor. Demek ki bütün erkekler olarak, kafadan dünyaya ruh hastası olarak geliyoruz.  Bilim, hastalık deyip çıkıyor işin içinden ama bence o kadar basit değil başka bir unsur var bu ateş işinde.

Düşünüyorum, ateş deyince aklıma ilk gelen şeytan oluyor. Dumansız ateşten yaratıldığı bilinir. (Kur'an-ı Kerim,Sâd 76) Bu ne demeye geliyor? Ben bu durumda şeytanın, akıl çelme konusunda erkekler üzerinde kadınlara göre daha etkili olduğunu düşünüyorum. Çocukluktan başlayan bu zayıf seciye insanın kendini ve şeytanı kavrayabilmesiyle yavaş yavaş ortadan kalkıyor. Fakat nefsini törpüleyemeyen insanın içindeki bu ateş tutkusu ilerleyen yaşlarda daha da etkili şekilde baş gösteriyor.
Erkek, şeytandan kendini korumakta acizlik, irade zayıflığı gösterdiği ve diğer erkeklerdeki bu zayıflığı da bildiğinden dolayı ailesindeki hanım kısmısını diğer erkeklerden sürekli saklamak ihtiyacı hissediyor ve sonuçta yüzlerce yıldır üst üste binen bu zayıflığı örtme çabaları hatun kısmısı üzerinde bir baskıya dönüşüyor. Bu baskı özellikle hatun kısmısı üzerinde olmasına rağmen başka şekillerde erkeğin gizli baskı sebebi olarak baş gösteriyor.
Sonuç olarak erkek kısmısı, kendi iradesine sahip olamadığı, dizginleyemediği için sürekli onu tahrik edecek unsurları göz önünden ötelemek, saklamak, ihtiyacı gösteriyor. Bu dediğim elbette ki iradesinin zayıflığının farkına varıp onunla savaşamayan ama tahrik unsuru gördüğü şeyleri göz önünden kaldırmaya yönelik eğilim gösteren bir tip. Bir de başka bir tip var ki bu da bu zayıflığın farkında olmayan ve sürgit aileyi, toplumu, milleti, insanlığı, dünyayı şeytanla kolkola perişan edecek zulmü fiilen ortaya tiptir.

Erkeklerin ateşle imtihanı; aileden tutun da insanlık varlığının üzerindeki karabasandır. Bu imtihandan başarıyla çıkmak ise bir insanın nefse, şeytana yenik düşmeyip merhameti, iyiliği, hoşgörüyü, tevazuyu, kanaatkarlığı ortaya koymasıyla mümkün olabilir kanımca.

5.12.2008

Özürlü aydınlar

1 yorum
Ülkemiz aydınlarını(?) anlamakta zorluk çekiyorum, yeteri kadar liberal demokrat olamadığımdan mı? Kesin, AB normlarına uyduramadık gitti şu demokratlığımızı!
Ülkemizin  özür dileme komisyonu tarafından geleneksel hale getirilen "soykırım için özür dilerim" etkinliklerinin bilmem kaçıncısı tekrar başladı.  Acaba diyorum ben de ottan boktan, altından kalkamadığım veya araştırmak için götümün yemediği veya nemalanacağım bir yer bulup onların tezlerini savunmak amacıyla, milletime atılmış ne kadar iftira varsa hepsi için bir özür dileme komisyonuna girsem, aydın olur muyum acaba? Ya da şöyle geçmişin kurucu unsurlarını, Osmanlıyı, Selçukluyu vs kökten reddedip ondan sonra günah çıkarmak maksadıyla hatalarını(?) kabullenip yine bir özür dileme seansına katılsam, milletimin bağrından tarihinden Brükselin şefaatine sığınsam beni de AB nin aydınlar kulübüne alırlar mı?

Yoook yağma yook, beni elbette almazlar. Çünkü benim akademik veya basın gücüm olmadığından adamların tezlerini savunmak için verdiği kaynakları harcayacağım bir bilimsel araştırma ortamım yok.
Dileyin kardeşim dileyin! Özür mü şefaat mi ne diliyorsanız dileyin ama benim ve milletimin adına değil. Kendi adınıza kendi tarihinizden ve inandığınız etik değerlerden.
İşgal vakti ananızı bellemek için sıraya girmiş adamlardan özür dilemeyi içiniz kaldırıyorsa, dileyin tabi.
Hatta diyorum zamanında deli fişek ittihatçılara gazı veren Almanlara bir el uzatsanız, geçmişleri adına özür dilemeyi pek bi severler. Belki o zamanki pişteklerini hatırlar da sizin yerinize dahi özür dilerler.
Bağlantılar : 1 2 3 4

1.12.2008

İran idam cezasını beceremiyor

0 yorum
Belki de "İran neyi becerebilmiş ki zaten?", diye soruyorsunuzdur içindizden. Orası farklı bir mesele.
Şu uygar dünyada tahammül edemediklerimin içerisinde ceza hukukunun suçluları ıslah etme sevdası geliyor. Suçluyu, hele ki cinayet, tecavüz, ırza geçme (çocuklara karşı yapılanlarını aklıma bile getirmek istemiyorum) gibi suçları işleyenleri  ıslah etmeye çalışmak topluma ve suç mağdurlarına karşı işlenmiş bir suç gibi geliyor bana. Caydırıcılıktan öte suçluyu teşvik etmeye yönelik cezalara tahammül edemiyorum.

İdam gibi cezanın infaz şeklini de önemsiyorum:
Yağlı ilmek boğaza geçirilir. Birkaç basamak ile yüksek bir nesneye çıkarılır. Bu sandalye olabilir. Ayağını yerden kesecek kadar. Bir tekme atılır ve kişi sallanır.(sallanma tabiri) Bu idamın felsefesinde ip tıpkı bir köleye ve köpeğe takıldığı gibi boyna takılır. Mesaj şudur: "Sen işlediğin suçla şeytanın bir kölesisin. Bunu boynuna takıyor ve hayatına son veriyoruz."

Ayakla tekme ise işlediği suçtan ve günahtan dolayı hakir görmeyi simgeler.*
Bu yüzden İran'ın ve benzer ülkelerin  idam cezalarını infaz görüntüleri midemi bulandırıyor. Cezanın infazı, insanın varlığına son verirken dahi saygı uyandırmalı cezayı kesen otoritenin insanlığa duyduğu saygı açısından. Bir vinçin ucunda sallanan bok çuvalı gibi asılmış cesetleri teşhir etmek idam değil bir rezillik ve o cezayı kesen otoritenin suçu cezalandırmaktan ziyade toplumu cezalandırmasıdır. Başta da bahsettiğim gibi suçları işleyen suçluyu ıslah etme çabası hem insanın varlığını hem de oluşturduğu toplumu yok saymaktır bence. İdam cezasını uygulamamak, kaldırmak bence ilkelliğin ta kendisidir.