Kısa dalga yayın

28.06.2008

Milliyetçilik nasıl sürdürülür?

0 yorum
Vaki sadece siyasetle olamayacağı yönündedir.Arslan Bulut, bu konuda özetle bir şeyler söylemiş:
Türk milliyetçiliği iddiasıyla ortaya çıkmış insanlarımıza baktığımızda genellikle orta ve dar gelirli gruplardan geldiğini görürüz. Oysa Batı Avrupa ülkelerinde milliyetçilik, bizim solcularımızın eskiden çok sık belirttiği gibi burjuva ideolojisidir.
Türkçesi, Batı Avrupa’da milliyetçiliği zenginler besler! Çünkü milli pazar onlarındır. Milli pazarın korunması, kendilerinin de korunmasıdır.
Türkiye’de ise milli mücadele, fakir milletin büyük fedakârlığıyla gerçekleştiği için burjuva sınıfı sonradan oluşturulmak istendi.
Bunların hiçbiri milli kültür endüstrisini desteklemedi! Aksine, Batı kültürünü yerleştirmek için trilyonlar harcadılar.
İnsanlarımız zenginleştikçe, kuruluş felsefesinden, milli kültür ve milli hedeflerden koptu.
Milleti ve devleti ayakta tutmak yine orta sınıfların ve dar gelirlilerin görevi oldu.

* * *
Siyasal milliyetçiler, ekonomik bir atılım yapamadı, dolayısıyla güç sahibi olamadı. Güç sahibi olamadıkları için de medyaya hemen hemen giremediler, siyaseti yönlendiremediler; son dönemdeki birkaç çaba dışında, kültür endüstrisinde, sinemada, müzikte, edebiyatta zayıf kaldılar!
Bunlar da milletin maneviyatını, düşünce yapısını, kültürel yapısını oluşturan unsurlardır.
Türk Milliyetçileri, çizgi filmden oyuncak sektörüne kadar bütün alanlarda bir milli kültür endüstrisi oluşturabilse, o zaman beyinlerde oluşturulmak istenen duvarları yıkar ve sadece Türkiye’nin değil, Türk Dünyası’nın birbiriyle kaynaşmasını da sağlar.
Ben konunun basın kısmındayım. Siyasi olarak ortada bazı milliyetçi hassasiyetleri korumasına rağmen MHP de dahil herhangi bir siyasi oluşum göremiyorum milliyetçilik bağlamında.

Devam etmeden önce Cengiz SEMERCİ'nin 30.06.2008 tarihli yazısından bir alıntı:


Oyuncakçı dükkanı
Geçen gün bir arkadaşım elinde bir oyuncakla çıktı geldi, iki tane serçe bir taşın üzerine tünemiş, düğmesine basınca başlıyorlar ötmeye.
Öterken kafalarını sağa sola çevirip kanatlarını da açıyor kuşlar.
Nasıl sinir bozucu bir oyuncak anlatamam.
Arkadaşımızın 1,5 yaşındaki kızı ilgilenince almış oyuncağı, tabii çocuğun ilgisi 3 dakika sürdü, biz yarım saat kurcaladık o ayrı...
Çocuğun evi zaten oyuncak dolu.
Ve geçenlerde yine aynı yavrucağa oyuncak almak için bir oyuncakçı dükkanına girdiğimizde fark ettim ki Türkiye’de satılan oyuncakların neredeyse hiçbiri Türkçe konuşmuyor.
Mesela telefonlar var, düğmelerine basınca numarayı da söylüyor; one, two, three diye...
Çiftlik hayvanları var sonra, resmine basınca hepsi kendi adını haykırıyor; cow, pig, horse...
Bütün bebekler, mammy-daddy diye ağlıyor...
Ayılar, köpekler, filler, timsahlar İngilizce konuşuyor.
Çocuk şarkıları Fransızca...
Türkçe konuşan bir oyuncak yok mu dedim.
İnanmayacaksınız koca dükkanda ilaç niyetine bir tane bulamadılar.
Çin malı oyuncaklar karşısında iflas bayrağını çekeli çok olmuş çünkü Türk oyuncakçılığının.
Fatoş Oyuncakçılık bile kapanmış.
Çin’den üçe beşe, zehirli zehirsiz ne gelirse artık onunla oynuyor bizim çocuklar.
Elin Fransız’ının, İngiliz’inin Türkçe konuşan oyuncak yapacak hali de olmayacağına göre...
Zaten dünyada oyuncağa en az para harcayan Türk çocuklarıymış, Afrikalılar’dan sonra.
Bir Japon çocuğun yıllık oyuncak harcamasını Türkiye’de 60 çocuk ancak yapabiliyor.
Modern şehirli anneler çocuğumuz hiç değilse bir-iki kelime İngilizce öğreniyor diye şikayetçi değil durumdan...
Peki çocukları kendi dilinde oyuncakla oynayamayan bir başka ülke var mıdır dünyada?..

Ne yazık ki ülkemiz küresel bir sermaye yapısına ulaşamamıştır. Bu nedenledir ki bu durumda da doğal olarak milliyetçi bir sermaye de oluşamamıştır.


Bir fikrin propagandası içinde gerekli olan en büyük destek maddi destektir. Ne kadar gönüllü olursa olsun maddi destek olmadığı sürece fikirler beyinlerde kalır ve fiiliyata geçemez. Çünkü firilerin yayılması ve fiiliyata geçebilmesi için geniş kitlelere yayılması ve kabul görmesi gerekmektedir.

2002 seçimlerinde bu kendini açıkça ortaya koymuştur. Ağır bir ekonomik çöküntüye maruz kalan koalisyon hükümeti, iktidar olduğu süre boyunca; Ecevit'in aşırı muhafazakar, Bahçeli'nin herhangi bir sosyal ve siyasi soruna sebep olmamak adına durağan ve Yılmaz'ın umursamaz ve fırsatçı bekleyişi ile aralarında birlik sağlanamamış ve kriz sonrasında da kendilerine destek verecek bir sermaye olmamıştır. Yabancı/uluslararası sermaye, ülkede gerçekleştirmek istedikleri için koalisyon hükümetinin izin vermeyeceğini anlayınca onları devirmek için tek silah olan parayı devreye sokmuş, çıkan krizin ardından da gizli saklı söz aldıkları AKP'yi iktidara getirebilmek amacıyla da propagandaya başlamıştır.

Vakıa her iktidar kendi sermayesini oluşturur. Bunun tersi mümkün olmamakla birlikle koalisyon hükümeti kendini destekleyecek milli bir sermayeyi oluşturamamak/sahip çıkamamakla birlikte koalisyonun sonunu hazırlamıştır.

Ülke siyasetine tesir edecek milli sermaye bulunmamakla birlikte, ülke siyaseti halen daha uluslararası sermayenin hegamonyasındadır.
Konuyu daha fazla uzatmadan sadete geleyim:
Ülkemizde milliyetçi fikirlerin yayılması için, mevcut milliyetçi yayınlara sağdan soldan olsun farketmemekle birlikte destek vermek gerektiği düşüncesindeyim. Halkımız doğrudan uluslararası sermaye tesirindeki medyanın propagandasına maruz kalmaktadır. Türk Milletinin gözünü açabilmek için gerçekleri haykıran, milli değerleri esas almış, inançlar karşısında saygılı medya organlarının desteklenmesi gerekmektedir. Ülkemizde çerez yazılarla haber yayınlayan ve bir bulvar gazetesi olan bir gazete 650.000 satmakta ve bunun okuyucusu kahveler vb sosyal ortamlarla yaklaşık 2 milyonu bulmakta.

Oysa milliyetçi hassasiyetlerle yazan bir gazete; Yeniçağ, arkasında büyük bir sermaye grubu olmamasına rağmen, özveri ve okuyucuların desteğiyle bağımsız, iktidara yalanmadan, bir siyasi partinini hegamonyasına girmeden yayın hayatına devam etmekte ve birileri gibi halka "Cumhuriyet elden gidiyor" siye sızlanıp smsle, bağışla toplayıp da iç etmek gibi bir düşünceye meyil etmemekle birlikte Türk milletinden sadece, fikirlerin neşredildiği gazeteyi alarak destek vermelerini ve gazetenin okunmasını yaygınlaştırmalarını beklemektedir.

Madem bu fikirlerin ardında duran bir sermaye yok o halde Türk milleti olarak bize düşen bu neşriyatlara elimizden geldiğince destek çıkmaktır.

Taraf Gazetesi

0 yorum
2007 Kasımında, daha Taraf Gazetesi yeni ortaya çıktığı zaman, ne yapıp ne edeceklerini sadece Ahmet Altan'ın demeçlerinden öğrendiğimiz bir gazete olarak logosuyla alakalı bir yazı yazmıştım. Ortada henüz birşey yoktu ama şimdi öyle mi?

Taraf Gazetesi
ile ilgili hemen hemen her şey (Sadece Alkım Yayınevinin bu gazeteden dolayı ettiği zararı nasıl finanse ettiği dışında) ortaya çıkmıştır. Taraf ile ilgili bir iki basın/yayın derlemesi. Benim için sonuç netleşmiştir: Taraf Gazetesi, AKP ile başlayan emperyalist kadife devrim girşiminin propaganda bültenidir. Ordu ve antiemperyalist Kemalist devlet yapılanmasına karşı daha liberal söylemler içerisinde bulunan AKP'yi, mümkün olduğu kadar devletle ayrılığa düşürerek arkasındaki %47'yle birlikte devlet teşkilatını uluslararası sermayenin emperyalist düzenine boyun eğecek bir yapıya kavuşturma çabasının bir aletidir.
Taraf ile ilgili bir iki basın/yayın derlemesi:

GAZETECİLİK
KOMEDİ DÜKKâNI

Ahmet Altan gazetecilik dersi vermiş: “Biraz dürüstlük, cesaret yetiyor. O zaman haberler size geliyor, herkes sizden söz ediyor, tirajınız roket gibi fırlıyor.”
Yazı boyunca bir kere olsun “araştırma yapmak”tan, “sorgulamak”tan söz etmiyor Altan, hep “geliyor”, “yollanıyor” diyor. Bunlar bile Taraf’ın “konuşulan” manşetlerinin servis edildiğinin kanıtı sayılmaz mı? Patronlarına, yönettiği gazeteye akan paranın kaynağını soramayan Altan “cesaret”ten dem vurunca komik olmuyor mu?*
AB, ABD, CIA, AKP tetikçiliği yapanlar Genelkurmay’ı yıpratmak için beyin yıkama operasyonu düzenliyor Taraf gazetesi, Genelkurmay’da hazırladığını iddia ettiği “Bilgi Destek Planı” adlı bir belgeyi yayımladı geçen hafta... Genelkurmay, ertesi gün yaptığı açıklamada komuta kademesinin böyle bir planı onaylamadığını bildirdi... İçerde birileri böyle bir taslak hazırlamışsa bile resmiyete dökülmemişti..
TSK esas olarak kendini savunma derdindedir..
Dikkatimizi en başta yer alan “vazife” maddesinde belirtilen planın amacı çekiyor... Aynen şöyle:“Türk Silahlı Kuvvetleri’ni yıpratma çabalarını etkisiz kılmak ve halkla bütünleşmesini geliştirmek, cumhuriyetin temel değerlerine yapılan saldırılara karşı tedbir almaktır.” Açıkça görülen o ki... TSK esas olarak kendini savunma derdindedir... Kendi ülkesinde kendisine karşı yürütülen entelektüel ve medyatik yıpratmaya karşı halkı yanına alma çabasındadır... Cumhuriyete yönelik saldırılara karşı tedbir aramaktadır... Terörle başı zaten beladayken sivil odaklarca arkadan hançerlenmekten mustariptir. Burada daha çok bir çaresizlik hissedilmektedir.

Taraf gazetesi bu haberi “Genelkurmay’ın Türkiye’yi biçimlendirme Planı” başlığıyla verdi... AB, ABD, CIA, AKP ve onların satın aldığı tetikçi aydınlar ve gazeteciler halkın her gün beynini yıkıyor, toplumu kendi ulusal değerlerine, ulusal çıkarlarına, ordusuna, yargısına düşman edecek şekilde biçimlendiriyor... Tepki yok...

Askerlerin kendilerine yönelik düşmanlığı savuşturmak için yaptıkları bir plan taslağı üzerine yer yerinden oynuyor.. Garip değil mi!
* Melih Aşık/Milliyet

Ben Taraf gazetesinin sonunda neden çıkarıldığını anladım
Sahiplik yapısı tartışılıyor, bu parayı nereden bulduğu konuşuluyor, zarar etmesine rağmen transfer yapabilmesi, ayakta kalabilmesi merak ediliyor ya... Ben Taraf gazetesinin sonunda neden çıkarıldığını anladım. Artık bir belge sızdırılacağı zaman Taraf gazetesi kullanılıyor ve bu sayede de psikolojik harbe katkıda bulunuluyor.

Bunun başka bir anlamı olamaz. Görmüyor musunuz, Türkiye’de “taraflar” iyice ortaya çıktı artık ve bir kesim kendinden olmayana karşı ağır bir yıpratma politikası uygulanıyor. Bütün kurumların içi boşaltılmaya çalışılıyor, itibarsızlaştırılıyor. Türk Ordusu, Cumhuriyet Savcıları bundan nasibini alıyor. Ve bütün bu savaş Taraf gazetesi üzerinden yürüyor.

Çünkü artık diğer gazetelerin bir inandırıcılığı kalmadı. Herhangi bir dezenformasyon yapılacağı zaman veya bir kuruma karşı saldırı başlayacağında Yeni Şafak, Star, Zaman gibi hükümet bültenlerini kullanmak savaş taktikçilerinin işine gelmiyor. Yandaş basın fazlasıyla hükümete angaje olduğu için inandırıcılığı kalmadı. Dahası bir belge sızdırıldığında ve bu söz gelimi Yeni Şafak ya da Zaman’da yayınlandığında kolaylıkla insan “İşte Fethullahçılar kendi yandaşlarına sızdırdılar” diyebiliyor, geçiştiriliyor ve hiç kimse ciddiye almıyor.

Peki neden inandırıcı geliyor bu gazete?
Bakın Doğan Grubu’nda yazan kimi liberal isimlere. Zaman zaman bilerek ya da bilmeyerek Doğan Grubu’nun önemli gazetelerindeki köşelerden Taraf’ın reklamı yapılıyor. Bu gazetenin haberciliği, cesareti övülüyor. En son dün Hadi Uluengin yapmış Taraf’ın reklamını, köşesinden övmüş durmuş bu gazeteyi. Cengiz Çandar da bahsediyor Taraf’tan. Öyle ya da böyle haftada bir Doğan Grubu gazetelerinde Taraf’ın reklamı çıkıyor bedavadan.

Bu gazeteciler Taraf’ın habercilik yapamayacağını, bu imkanının olmadığını bilmiyorlar mı? Pekala biliyorlar. Ama ya bir niyetleri var, bu harbe katkıda bulunmak istiyorlar ya da liberal kardeşliğinden dolayı destek çıkıyorlar Taraf’a.

Oysa niyet çok açık, bu gazeteye yönelik nasıl bir okunma yapılacağı bellidir.

Sahiplik yapısını, maddi durumunu da gerçekten merak etmiyorum artık. Çünkü bu kadar küçük bir gazeteyi finanse edecek kadar güçlü kurumlar var Türkiye’de. Düşünün, Zaman gibi bir gazetenin bayi satışı 20 bin civarında ama yüzbinlerce abonesi var. Bu ciddi bir organizasyon ve çalışma ağı gerektiriyor. Apartmanlara, dükkanlara onlarca bırakılıyor, dağıtılıyor ve bu bedava gazeteler finanse ediliyor.

Ne olacak, 600-700 bin tane Zaman’ı finanse eden bir Cemaat varsa, Türkiye’de 20 bin tane satan Taraf’ı da finanse edecek birileri bulunur. Psikolojik harp için çok ufak bir meblağ üstelik 20 bin satan bir gazeteyi finanse etmek. Haydi haydi karşılarlar Taraf’ın masraflarını.

Karşımızdaki bir gazete değildir. Bir propaganda bültenidir artık. O gazeteyi çıkartanlar da bu psikolojik harbin piyonlarıdır. Bu böyle biline.*

24.06.2008

Cumhuriyetin yaşattığı travmaya maruz kalanlar

0 yorum
AKP Genel Başkan Yardımcısı Dengir Mir Mehmet Fırat ( Adı böyle mi yazılıyor bilmiyorum, basında böyle geçiyor) ABD'de bir gazeteye mülakat vermiş. Neticede çok şey söylemiş ama ülkemize yansıyıp da ortalığı kasıp kavuran cümlesi: Atatürk devrimlerinin toplumda bir travma ortaya çıkardığı.

Ardından ülkemizde yaptığı basın toplantısında bütün devrimlerin bir travma ile neticelendiğinden falan bahsetmiş. Bir toplumun bir gecede dili değiştirilmiş, giysileri değiştirilmiş vs gelişmelerden bahsederek travmanın sebebi olarak bunlardan söz etmiş.

Cumhuriyet devrimlerinin travmaya sebep olmadığını iddia edenler halt etmiş!

Evet, halt etmiş! Çünkü cumhuriyet devrimleri toplumun bir kısmısında travmaya sebep olmuştur. O bir kısımısı da zamanın işgalci güçlerinin eteklerini yalayan, özgürlükten bihaber iktidar yalakası, özgürlüğü güçlü ve zalim olana baş eğmek olarak telakki etmiş şıh kesiminin başını çektiği insanlardan teşekkül etmiş bir topluluktur.

Bunlar ki sırtlarında şalvar, cübbe, başlarında sarık, ellerinde tesbihle; cumhuriyet devrimleriyle gelen, kılık kıyafet kanunu diye nitelendirilen "Bazı Kisvelerin Giyilemiyeceğine Dair Kanunu" dinlerini elinden alan bir kanun olarak nitelemekteler. Yani bu kişiler, ayet ve hadislerle riya ve sahtekarlık olarak atfedilen "daha dindar görünmek- sünnete uyma kılıfıyla bezenmiş-, bir nüfuz edinmek amacıyla giyinmeyi " kendilerince İslamın ve imanın şartları arasına sokmaya çalışmışlar ve hala daha devam etmekteler. Oysa ki o kanun, din adamlarının giyinmesini, devlet memurunun giyinmesini düzenler ve bağında bahçesinde, tarlasında çalışan, hayatını devam ettiren insanı zora koşmaz sadece önerir.

En başta Mustafa Kemal devrimleri halkın dilini değil, alfabesini değiştirmiştir. Zamanında 12 milyon nüfuslu, %9 gibi bir okuma yazma oranına sahip bir ülkede alfabe devrimi ne kadar bir travmaya sebep olabilir ki? En basitinden insanları , okuyamadığından dolayı Arap harfleriyle yazılı sigara kağıtlarına Kur'an yazısıdır diye kutsaliyet atfetmekten kurtarmıştır. Bu da doğal olarak halkı din açısından sömüren, özgürlük için savaşan insanları dahi din, iman düşmanı ilan eden bu mutaassıp, yobaz kesime zor gelmiştir. Çünkü öğrenen insanı, bilen insanı kandırmak eskisi kadar kolay olmayacaktır. (Doğuda ve güneydoğuda hala daha aynı zulümü gören insanlar var ne yazık ki) Arapça'ya Arab'a kutsaliyet atfeden insanlardan, Kur'an'a ve İslam'a saygı göstermeyi bilen insanlara bu yolda ışık tutmak da travma olsa gerek Fırat'a göre.

O zamanki travmayı atlatamayan ve nesilleri boyunca devam ettiren cumhuriyet düşmanları çeşitli kisveleri sembol olarak kullanıp dinin bir şartıymış gibi öne sürmeye halen daha etmekteler.

İşin üzücü ve umutları kıran tarafı ise din, iman, Allah diyen bezirganlara halkın hala daha teveccüh göstermesi. Her sakallı dedem olmadığı gibi her cübbeli ve sarıklı da evliya değildir, bunu ununtmamak gerekir. İbni Meymun, Lawrence, Seyduna (Hasan İbni Sabbah) gibi insanların İslam bayraktarlığı adına yaptıklarını bir durup da düşünmek ve tartmak gerekmektedir.

(Ülkemizde AKP'nin dışında herhangi bir iktidar partisi yurtdışında mülakat vermeye, devletini AB ve ABD'ye şikayet etmeye bu kadar meraklı ve cüretkar olmuş mudur? Çok merak içerisindeyim, hani olur ya benim cehaletimdendir görmemiş, duymamışımdır. )

23.06.2008

Milli takımın başarısının arkasındaki adam anlatıyor!

0 yorum
O gün milli takım iyi başlamıştı maça, o zamana kadar oynadığı maçların başlangıcından çok farklıydı. Bu oyunu görünce, zor olsa da alırız bu maçı dedim. Maçın normal süresi bitene kadar umutlarım da devam ediyordu. Son düdük çalınca, bizimkilerin yorgunlukları yüzlerinden okunuyordu.

Uzatma dakikalarının ilk düdüğü çalınca, ortaya çıkan takım beni tamamen şok etti. Gözlerime inanamıyordum, bizim takım gitmiş onların yedekleri gelmiş gibiydi. O nasıl bir güç, o nasıl bir direnç, o nasıl bir inanç? Şaşırıyordum!

İnanın bana maçın 120. dakikasında kalemizde golü görene kadar hiç dua etmemiştim çünkü bu oyunla maçı alacağımıza emindim, hiç olmadı penaltılarda elenirdik.
Ama işte Klasnic'in o kafa golü yok mu!!! Bütün şuurum tarumar olmuştu. Televizyona bakıyor ama bişey göremiyordum.Ev halkı ve eminim ki bütün Türkiye bir anda dizleri üzerine çökmüş "Tühh gitti maç!!!" derken ve hakemin bitiş düdüğünü beklerken ben, "N'olur allahım iki dakika daha versin şu hakem, iki dakika" daha diyerek dua ediyordum. Ki ekranın sağ üst köşesinde 120:54 gibi bir süreyi gördüğümde hala daha duama devam etmekle birlikte Semih'i rakip ceza sahası içerisinde topu kaleye şutlarken gördüm.

O an, evde değil de, Semih'in yanında topun kaleye gidişini izliyordum. Ve top tam da Semih'in istediği yere gitmişti. İki dakikaya gerek kalmamış yarısı yetmişti belki diğer yarısı da olsaydı penaltılara gerek kalmazdı. Yok artık diyorum!

Penaltılar, Modric' imiş adam. Topun başına geliyor. Avuçlarım Allaha dönük : İnşallah dışarı atar. at hadi , at dışarı! Ve evet top dışarda. Şükür bu geçti. Bizimkiler, zaten atar. Srna topun başında, bizim ufaklık lafa tutmuş beni o arada golü gördük kalemizde. Her neyse bir karavanaları var.
Diğer oyuncu geldi topun başına, Rakiticmiş. Yine eller havada: Alllahım atsın şunu dışarıya. Dışarı atsın dışarı atsın. Çocukluğumzdaki gibi "Ortada kuyu var yandan geç" demek geliyor içimden ama cıvıtmanın alemi yok. Veee şükür ki top yine dışarda.

Öteki oyuncu topun başında bu sefer, Petric. Bu kadarı yeter, içeri atsan da Rüştü yakalar onu, önemli değil. Ve aynın öyle oluyor. Rüştü, sağına akan topu çıkarıyor ve işte Türkiye ve Sakarya'nın yerinden oynadığı an. Ben şükrediyorum, yolunuz açık olsun diyorum. Sizce bunları söylerken yalnız mıydım?

Evet, o gün ben yalnız olmadığıma inanıyorum. Nasıl biz milli takımda ter dökenleri gönülden yalnız bırakmadıysak, bizi de yalnız bırakmadı Rabbim. Ben milli takımın başarısının arkasındaki biri olarak itiraf ettim.

Hacer ALKAN'ın dediği gibi Allah bize torpil mi yaptı bilmiyorum. Açılan elleri geri çevirmediğine eminim sadece.

20.06.2008

Google davası nerenize battı?

0 yorum
AKP, kendisi hakkında açılan kapatma davası için yaptığı savunmada, delillerin googledan bulunduğunu belirterek davayı "google davası" olarak nitelendirmiş.

Öncelikle e-devlet ve kullanımının yaygınlaşması için bu kadar çaba harcayan bu siyasi partinin tavrının hedeflerine tamamen ters düştüğünü belirteyim. Sen o kadar e-devlete yatırım yap, et, eyle sonra parti mesuplarının dile getirdikleri e-devletin "e" ortamından elde edilince figan et "google davası" diye! Bak ya, hiç oldu mu şimdi?

Hadi şimdi davada öne sürülen deliller google aracılığıyla internetten bulundu. Ne var bulunanlar içerisinde? Parti mensuplarının laiklik aleyhinde verdiği demeçlerin gazetelerin, google aracılığıyla bulunmuş, internet ortamında elde edilmiş çıktıları. Size batan acaba deliller mi yoksa "google" tarafından yapılan araştırmanın savcıya zaman kazandırması mı? Söylenen aynı sözlerin delil olarak illa ki gazete küpürlerinden mi sunulması gerekiyor? Savcı gazete, dergi vb kayıtları ajanslardan elde etmek yerine google aracılığıyla aramışsa bu mu gayri meşru hale getiriyor delilleri? Saçmalamayın allahiseniz! Yapılan haberlerde, verilen demeçlerde ancak bir tekzip varsa onu geçersiz kılar yoksa delilin google moogle aracılığıyla ortaya konması değil. Sonuçta bir şey söylenmiş ki yer aldığı ortam yüzünden "google" da yer bulmuş kendine.

Artık "google davası" falan idare edin de siz öne sürülenler doğru değilse onu ispat edin. Yoksa böyle "goole davası" diye tanımlayarak savcıyı popüler bir aşağılamaya maruz bırakmaya çalışmayın.

Zaten asıl salaklık bu "google davası" tabirinden uçurum kenarında AKPyi kurtaracak bir dal bulma arayışıdır. Teknoloji iktidarın işine gelmedi, neylersin!!!!

19.06.2008

Plagerist Yeni Şafak!

0 yorum
Nereden çıktı şimdi bu? Plagerist nedir? İbrahim Karagül kim? Bunlar bir çelişki mi?
İzah edeyim:
1-İnternetten
2- Plagerist; aşırmacı veya araklamacı da denebilir.
3- Zatı muhterem Yeni Şafak gazetesi, araştırmacı, gazeteci, savunma yazarıymış
4- Bilemeyeceğim.

Ben olayı nasıl öğrendiğimi izah edeyim. haber10.com da ne var ne yok diye gezerken, başlık (Bilderbergcilerin adayı kim?) ilgimi çekti ve tıkladım. Neyse yazıyı okudum fakat alttaki yorumlara göz gezdirirken Av.Ayten Hacıoğlu ismiyle bırakılmış bir yorum ilgimi çekti, aynen şöyle diyor:
Av.Ayten Hacioglu19 Haziran 2008 11:25
yazarim diye millete mutercimlik satan birisi varsa oda Ibrahim Karagul'dur - yeter gayri insan zekasi ile alay etmen arastirmaci gazeteci savunma uzmani ...
plagerism denir yaptigina cezai mueyidesi var. iste bak senin yazinin asli bu
>>>>> www.globalresearch.ca/index.php?context=va&aid=9270 kusura
bakma ama iyi tercuman bile degilisin kaldiki arastirmaci yazar. ayip oluyor din kardeslerine ...
Tıklıyorum verilen adrese, anaaa! Yorum doğru söylüyor. Makaledeki tahlillerin birebir aktarımı neredeyse. Sadece ayrıntılar çıkarılmış ve özü alınmış, ayıp valla! İnsan girmişken topyekun makaleyi değerlendirir di mi ama? Andrew G. Marshall'ın sorunu ama insan ülkesinin gazetelerinde böyle şeylere rastlayınca üzülyor be! Adam en azından atıfta bulunur da kendince bir değerlendirme katar...

Ayten Hacıoğlu'na teşekkürlerimi bildirerek İbrahim Karagül'ü utancıyla ve bihaber okuyucularıyla başbaşa bırakıyorum.

17.06.2008

Bölücü terörün ekranlardaki terfisi

0 yorum
Tv ekranlarındaki bölücü terör konusunda örülen ilişkilerin yer aldığı dizilerde terörist olarak ekrana yansıtılan karakterler üzerinde yapılan çalışmalarda, terörün iğrenç ve vahşi yüzünden öte sözde politik alt yapılarının sempatik karakterlerle yansıtılması aleni olarak terör örgütü propagandasıdır.

Özellikle Kurtlar Vadisi isimli dizide bu durum ,ilk başlarda azılı katil olarak karşımıza çıkan Muro ve kankaları sayesinde yansıtılmaktaydı. Burada, yapımcılar ne kadar da terörün politik alt yapısını aşağılar tarzda bir mizah yapmaya çalıştıklarını söyleseler de mizah; iyi nişan alınmadığında yanlış hedefi vurur.

(Bu konuda daha önce bir yerlere yazmıştım ama şimdi atıfta bulunmak maksadıyla aramama rağmen bulamadım. Bu blogda rastlayan olursa bilgi versin, lütfen)

Neyse asıl can sıkıcı duruma, dün gece Star Tvde yayımlanan Köprü isimli dizide rastladım. Bu dizide de ipin ucu kaçırılıyor zaman zaman ama son bölüm resmen örgüt propagandısıydı. Dizideki Meryem isimli terörist kişiliğin ağzından verilen ifadelerle örgütün gizliden gizliye propagandası yapılması yetmiyor bir de dizi içindeki haberlerde teröristlerden militanlar diye söz ediliyordu. Biz bu tutumlarından dolayı Avrupa ve ABD medyasına figan ederken içimizdeki yayın kuruluşlarının, yapımlarında buna dikkat etmemesi dikkatsizlikle savunulacak bir durum değil.

Onu bunu bilmem, RTÜK ekranlarda sigara, içki görüntülerine, milletin dekoltesine nikahına takıp ceza keseceğine biraz da bunlara dikkat etse daha bir görevini yerine getirmiş olur, zannımca!


Konuyla ilgili bir bağlantı : Kurtlar Vadisindeki sempatik teröristin amacı ne?

15.06.2008

Eğitimde kalite için hazırlık kursları kalkmalı

0 yorum
Başbakan Erdoğan İzmir'deki Miilli eğitimin düzenlediği bir toplantıda şöyle demiş:
Okullarımız yok mu, var. Bu okuldan mezun olan yavrularımız mezun olduğu zaman, niçin üniversiteye rahatça giremesin?" diye soran Başbakan Erdoğan, öğrencilerin okullardan edindikleri bilgiden yeterince faydalanamadıklarını ve başka bilgilerden yararlanma imkanı aradıklarını kaydetti.

"Bu bilgiyi neresi veriyor? Üniversite hazırlık kursu veriyor. Bunlar aşılacak, ama milletçe buna karşı bir mücadeleyi vermemiz gerekiyor" diyen Erdoğan, "Ve biz akılsahibi, insaf sahibi, izan sahibi olanları, bu noktada dayanışmaya davet ediyoruz. Hatta bu noktada desteğe davet ediyoruz. Belki bu, birilerinin çıkarına, menfaatine ters düşebilir ama milletimin menfaatine uygun düşeceğine inanıyorum. Çünkü bunlar az paralar değil, çok ciddi paralar buralara harcanıyor ve bunun bedelini ödeyen var, ödeyemeyen var.Bakıyorsunuz en güçlü liseden, fen lisesinden, Anadolu lisesinden mezun oluyor, o bile hazırlık kursuna gidiyor, bu bir garabet. Bundan ülkemin kurtulması lazım. Milletçe kurtulmamız lazım" dedi.

Bence doğru demiş.Hazırlık kurslarına oldum olası karşıyımdır. Eğitimde ikilik doğmasına sebep oluyor. Aslında bu kurslarda bir eğitim verildiği de yok, asıl sorun buradan kaynaklanıyor. Yardımcı bir kurum olması gereken hazırlık kursları bütünüyle eğitim sistemimize bir seçenek olarak ortaya durmaktadır.

Çocukların eğitim gördüğü okullarda istenen paraları (bu da ayrı bir garabet ya çözülecektir inşallah ben başka bir açıdan bakıyorum şimdilik) ödemeye veliler "hani eğitim ücretsizdi neden bu paralar isteniyor?" diye tepki verirken; haneye giren geliri, diğer aile fertleri büyük fedakarlıklarla hanenin öğrencisini göz önüne alarak hazırlık kurslarına akıtmaktalar.
Sonuçta o öğrencinin sınavda başarılı olup istediği yere girebileceği konusunda bir garanti de yok. 5 seneyi bulan hazırlık kursu evresinde hiç aşama kaydedemeyen insanlarla karşılaşınca insan üzülüyor doğal olarak.

MEB bünyesinde öğretmenlik yapan, mesai sonrasında veya hafta sonları üç-beş kuruş para için hazırlık kurslarında çabalayan öğretmenlerin verim kaybı da başka bir mesele.

Şöyle bir düşünce geliyor aklıma (Bir an için eğitimin ücretsiz olduğunu unutun): Bir okulda öğrenim gören öğrenci ailelerinin gelir durumları oranında okula aidat ödediğini, belli bir kısmının okulun giderlerine ayrıldığını ve kalanın da öğretmenlerin eğitim verdikleri öğrencilerin sts sınavlarında aldıkları başarılı sonuçlar nispetinde öğretmenlere dağıtıldığını düşünün. O öğretmenler, eğitim verdikleri öğrencilere daha itinalı yaklaşıp da öğrenmeleri konusunda daha da azimli olmazlar mı?

Hem öğrenciler hazırlık kursları sıralarında para ve zaman kaybetmez hem de eğitim sisteminde verim artışı ortaya çıkmaz mı? Ayrıca öğrencilerin okula kendilerini vermeleri ve okulda kalacakları süre uzar ve en azından öğrendiklerinin yanında eğitim alırlar.
Erdoğan, "Çok açık, net söylüyorum, Milli Eğitim Bakanı'mla konuşuyorum, niçin acaba öğrenciler üniversite hazırlık kurslarına giderler? Bunu anlamakta zorlanıyorum. Anlıyorum da, bu sistem nasıl oluşturulmuş? Bunu kaldırmaya kalktığınız zaman acaba hangi bariyerlerle karşı karşıya kalacaksınız?" diye konuştu.
Bir de böyle bir durum var, artık hazırlık kursları bir ticar, sektör haline gelmiş ve bu işe girişenler ciddi ciddi yatırımlar yapıyorlar. Nasıl ve ne şekilde kaldırılabilir? Derin düşünülmesi gereken ve zor bir konu. Sayın Başbakan bu konuda azmetmişse halkın da (her konuda olduğu gibi) bilhassa bu konuda arkasında olacağına eminim.

14.06.2008

Sevmek ya da sevmemek, bütün mesele bu (mu?)

0 yorum
Yazıya nasıl başlasam? Bilmiyorum... Bir yerden başlamak lazım.

Bir insanı sevmekle mi başlar ve biter olay? Konu beşeri bir durum olsaydı buna evet diyebilirdim ama öyle değil. Sosyal ve siyasi bir olay/durum söz konusu olunca sevmek ya da sevmemekle iş bitmiyor.

Gazete köşelerini, ana haber bültenlerini ve tartışma programlarını cana getiren olay neymiş?
Bir tartışma programında iki genç kız Atatürk'ü sevmediklerini ve Humeyni'yi sevdikleri dile getirmekle kalmamış İngiliz himayesinde yaşamayı Türkiye Cumhuriyeti'nde yaşamaya tercih ettiklerini dile getirmişler ve mevcut cumhuriyet yönetimini aşağılamaya yönelik cümleler sarfetmişler. Ekranlarda uzatılan mikrofonlara verdikleri demeçlerde(!) söyledikleri sözleri izah etmeye çalışmışlar ama boş...

Söz konusu sevilmeyen kişi kim? Mustafa Kemal Atatürk. Sevilmeyebilir mi? Bence sevilmeyebilir, insanlara bir kişiyi zorla sevdiremezsiniz. Söylenen sözler, aldıkları eğitimin bir tezahürü! Sözü söyleyen kişi bu ülkenin bir vatandaşı değil, iltica etmiş başka bir ülkeye. Bu ülkeyi, devleti ve milleti hiçe sayıp, değer vermeyip kaçmış! Kaçan bir kişinin kaçtığı bir yeri eleştirmeye hakkı var mı? Bence yok! Hele eleştirmeye hiç hakkı yok!

Zaten devleti ve milletiyle bir ülkeden kaçmış birinden, o ülkeye ve değerlerine saygı duymasını beklemezsiniz. Bir düzeni eleştirebilmeniz için önce onu kabul etmeniz gerekir fakat bu kız kaçmış, reddetmiş... Sadece Müslüman(!) olduğu için ve ülkesinde nasıl bir müslümanlık yaşandığını bildiği (bildiği biraz meçhul ama) bir adamı sevmeyi, Mustafa Kemal'e tercih etmişse, şahsen cehalete yorarım ben bunu.

Fatih Altaylı, bence geçmişiyle tanıdığı bu kızı konuşturarak bir tesbite ön ayak olmuş. İyi yapmış kötü yapmış orası ayrı konu.
Kızın söylediklerinde hakaret, aşağılama veya bir suç unsuru varsa yargı gereğini yapacaktır zaten.

Fatih Altaylı'nın gündeme getirmeye çalıştığı konu; bu kız vb zihniyetteki insanların bu ülke içerisinde bir şekilde yetiştirildiğidir. Tartışılması gereken bence budur. Kız vaka değil, neticedir. Bu neticeyi ortaya koyan vakayı değerlendirmek gerek.

Senato ve Yargının Egemenlik Hakkı

0 yorum
Son günlerde gerek türban konusunda, gerekse kapatma davası konusunda Anayasa Mahkemesi'nin kararı ve yargılama süreci senato konusunda çeşitli tartışmalara çanak tutmuştur.
İktidar; egemenlik yetkisinin Anayasa ile millete verildiğini ve Anayasa Mahkemesi'nin TBMM'nin bu yetkisine tecavüz ettiğini öne sürmekteler. Hatta Juristokrasi gibi bir tanıma sığınıp devleti yargının yönettiği gibi savlar öner sürerek yargının egemenlik hakkını tartışmaya açmaktalar. Oysa ki Anayasa'da:
MADDE 6. – Egemenlik, kayıtsız şartsız Milletindir.
Türk Milleti, egemenliğini, Anayasanın koyduğu esaslara göre, yetkili organları eliyle kullanır.
denmektedir. Bu yetkili organlar nelerdir? Elbetteki yasama, yürütme ve yargıdır yani doğal olarak yargı da Anayasaya göre egemenlik yetkisini kullanma hakkına sahiptir. Özellikle, egemenlik yetkisi sadece ve doğrudan TBMMye değil de yetkili organlara dağıtılmıştır. Bunun temelinde de bu yetkili organlardan özellikle yüksek yargı, yasamayı kanunlar nezdinde kontrol ve denetim altında tutma yetkisine kavuşmuştur. Neticede, millet egemenliğini kullanma yetkisi salt TBMM'ye ait değildir.

Anayasa Mahkemesi mi Senato mu?
Öncelikle şunu belirtmekte fayda var: T.C. nde Anayasa Mahkemesinin teşkilatlanmasında özellikle iktidarın hegemonyasını kırmak için (genellikle demokrasilerde bu böyledir) üye seçimlerinde Cumhurbaşkanıyla birlikte diğer yüksek yargı organlarına da üye verme yetkisi tanınmıştır.

Amerika vb. çift kanatlı parlamentolarda öyle bir teşkilatlanma kurulmuştur ki; yürütmenin görev süresi sonunda seçtiği senato ve yargı üyeleri kalmakta ve gelecek bir sonraki iktidarı kontrol mekanizmasının içinde yer almaktadır. İşte bu şekilde iktidar hegemonyasına engel olunmaktadır.

Senatoya ihtiyaç var mı yok mu konusuna gelince; öncelikle ne için senatoya ihtiyaç duyuluyor ona bir bakmak lazım. Şimdiki Anayasa Mahkemesinin teşkilatlanmasında doğrudan iktidarın etkisi bulunmaması, verdiği kararların çoğunun iktidar aleyhine çıkmasından dolayı iktidarı rahatsız etmekte ve senatonun bunun çözümü olacağı düşünülmektedir.

Yaptığım araştırmalarda, Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim KILIÇ'ın Başkanvekilliği döneminde (zannedersem 2005 yılı, tarih bulunmuyor makalede) yayınladığı bir makalede bu konuya değindiğini gördüm. Bu çalışmasında hem yüce mahkemenin hantal yapısıının değişmesine yönelik dünya ölçeğinde kıyaslamalarla öneriler bulunmasının yanında bir de Anayasa Mahkemesi teşkilatlanmasa TBMM'nin de üye verebilmesi konusunu gündeme getiriyor ve şöyle diyor :
146. maddede önerilen en önemli ikinci değişiklik, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nce Anayasa Mahkemesi’ne üye seçimiyapılmasına ilişkindir.

1924 Anayasası’na göre egemenlik gücünü yalnız başına kullanan Parlamento, 1961 yılından itibaren bu gücü Anayasa’da öngörülen esaslara göre “yetkili organlar eliyle” kullanılacağının belirtilmesiyle sözkonusu yetkili organlarda yasama organına ait
egemenlik gücünden kullanmaya başlamışlardır. Bu yetkili organlardan birisi de Anayasa Mahkemesi’dir.

Her ne kadar anayasa yargısı temel meşruiyetini korumuş olduğu insan hak ve özgürlüklerinden almış olsa da, kullandığı egemenlik gücü üzerindeki tartışmaların en aza indirilmesinde Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne Mahkeme’ye üye seçme olanağı verilmesinin olumlu katkılar sağlayacağına inanılmaktadır.

Bu bağlamda, Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne seçim için 4 üyelik kontenjanı düşünülmekte, bunlardan 2’si Yüksek Öğretim Kurulu ve Barolar Birliği’nce önerilecek 3’er aday içinden seçilmesi, diğer 2 üyeliğin ise Sayıştay Başkan ve üyeleri arasından Türkiye Büyük Millet Meclisi’nce doğrudan yapılacak seçimlerle doldurulması öngörülmektedir.

Hemen belirtmek gerekirse; 1961 Anayasası’nın 145. maddesinde Anayasa Mahkemesi için öngörülen 15 asıl üyenin 5’i ve 5 yedek üyenin ikisi, Türkiye Büyük Millet Meclisi ve Cumhuriyet Senatosu’nca seçilmekte idi. Başka bir anlatımla, Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne üyelerin üçte birini seçebilme imkanı verilmiştir. Yeni öneride bu sayı dörtte birin altına indirilmekte, diğer taraftan da Kurumların önerileri ile sınırlandırılmış bir seçim yetkisi tanınmaktadır.

1961 Anayasası’na göre Türkiye Büyük Millet Meclisi ve Cumhuriyet Senatosuna verilen kontenjana o dönemde 18 üye seçimi yapılmış, bunların tamamına yakını yargı mensupları arasından tercih edilmiştir.
Makalenin 8. sayfasında da diğer ülkelerdeki anayasa mahkemesi üyelerinin hangi kaynaklardan seçildiği gösteren bir tablo bulunuyor.

(Bu noktada da şunu belirtmekte fayda var: AB'nin "Türkiye Kemalizmden kurtarılmalı" dediği işte bizim bu anayasal yapımız. AB, her teşkilatta seçilmişlerin ve özellikle de yürütmenin etkili olmasını istiyor. Çünkü sermayenin yürütmeyi etkilemesi eldeki imkanları dolayısı ile oldukça kolay ve bu durum sermayenin işine gelir. Ama bizdeki teşkilatlanma sermayenin ülke üzerindeki (özellikle de yürütme) tesirini azaltacak şekilde bürokratik, daha doğru anti emperyalist. Yani kurumlar doğrudan yasama ve yürütmenin etkisinde değil, bunların ve daha önceki iktidarın oluşturduğu teşkilatlanmalar içinden doğuyor. Karar mekanizmaların bir anda ve şuursuzca kararlar verebilmeleri engelleyen birbirine bağımlı bir devlet teşkilatı, işte Kemalizm diye içimizdeki liberallerin ve AB'nin kurtulmak istediği bu. Doğrudan sermayenin tesirine açık bir devlet teşkilatı daha doğrusu örgütü. Çünkü ABnin istediği hiyeraşik bir devlet düzeni değil başına buyruk bir yürütme.)

Parantez epey uzun oldu ama değdi. Nerede kalmıştık, hah Anayasa Mahkemesi!
Neticede bir açılım yapılması gerekiyorsa bence senato konusu dolambaçlı ve zor bir konu, H.KILIÇ'ın Anayasa Mahkemesi üyelerinin seçiminde TBMM'nin de etkisinin olması önerisi bu tartışmaları noktalamak konusunda dikkate değer.
Sonuçta senato diye ortaya konacak olan yapı da bir yanda seçilmişler bir yanda atanmışlardan oluşacak bir yapı olacak. Bürokratik elitten dert yanan iktidar, şimdi kendi bürokratik elit zümresini oluşturup devlet teşkilatında etkili bir hale getirme çalışmalarının alt yapısını yapmaya çalışıyorlar. Bunun başını da Meclis Başkanımız çekiyor ama yaptıkları toplantıda meclis içinde destek bulamadılar.
Hem zaten ülkemiz liberalleri, o kadar destek verdikleri iktidara bu konuda (bürokratik elitten dert yanıp da iktidarın kendi bürokrasisini oluşturma çabalarına) destek çıkarsalar ( ki çıkanları da yok değil) kendi tükürdüklerini yalamış duruma gelirler.

İktidarın bu tutkusu hayalden öteye gider mi? Sanmıyorum ama bekleyip görmekte fayda var.

13.06.2008

Adalet isteyen, önce hukuka uysun!

0 yorum
Adalet istemeyen var mı bu ülkede?
Bu ülkeyi bırakın dünya adalet istemeyen yoktur.
Hepimiz her konuda adalet isteriz; ücretlerde, öğrenimde, sağlıkta,ulaşımda, vergilerde...
Evet, istemek kolay! İsteyenin bir yüzü kara ...
Demokratik, sosyal, hukuk devleti olan Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı herkes hakkı doğal hakkı olan adaleti ister.
Adaleti isteriz ama adalet neye göre sağlanır işte ondan bihaberiz. Adaletin sağlanmasında temel alınan kurallar koyulmuştur ortaya işte buna da hukuk diyoruz. Kendi içinde bölümlere ayrılıyor, uzmanlık konusu, girmeye gerek yok, şimdilik...

Adalet isteyenler nedense hukuku hiç hesaba katmaz ve kendi aleyhlerine olan her yargı kararını adaletsizlik olarak nitelerler, çünkü adalet sadece bizim için vardır; başkasının adalete ihtiyacı yoktur. Hukuk; taraflara çeşitli sorumluluk ve görevler yükler. Hukuku çiğner iplemezsen adaletin kırbacını yer, adalet istiyorum diye yırtınırsın.

Ülkemizde adaletin olduğuna (hemen hemen her konuda) inanan pek kimseye rastlamadım bu aralar. Bu topraklarda adaleti gören olmadı mı hiç benden ve hüküm veren hakimlerden başka?

Neyse arkadaş, bu yazı çok uzamadan sonuca geleyim: Adalet istiyorsan, önce hukuka uyacaksın! Hem hukuka uyma hem de adalet istiyorum diye poponu yırt. Yok öyle yağma...

Kişi, kurum, siyasi parti fark etmez önce hukuk sonra adalet. Hukuk olmadan adalet olmaz zaten, hatırlatırım!

Söz temsil: Gazetelerin, internet sitelerinin, tv ekranlarının, radyoların köşe taşları yargı sürecinde bulunan bir dava (adı lazım değil baş harfi AKP kapatma davası) hakkında, taraflar hakkında davanın gidişatını etkilemeye yönelik her türlü haltı yemekte, hakimleri önceki kararlarından hareketle hedef göstermekte sonrasında ise adalet istemekteler.
Hem hukuku ipleme hem de ardından yargının verdiği kararı adil bulma. E doğal, uymadığın hukukun kararı nasıl sana adil gelebilir ki????

10.06.2008

Sevgililer Vadisi: Aptallar aynı hatayı tekrar yapar!

0 yorum
Birbirinden oldukça farklı, iki ayrı dünyanın ürünleri gibi görünen iki tv dizisi yayın dönemi sonunda (sezon finali) bir ortak noktada buluştular.

Bana kalırsa ve çevremden gördüğüm kadarıyla ortak seyircisi (bir tanesi bendim) olma ihtimali çok düşük olan iki diziydi bunlar:
  • Devletin, ülkedeki yasadışı yapılanmayı kendi silahlarıyla ortadan kaldırmak için yaptığı mücadeleyi konu alan ve kamuoyunda milliyetçiliği körüklediği yönünde söylemlerden payını alan Kurtlar Vadisi: Pusu.

  • Gencecik bir kızın, komşunun oğluna olan aşkıyla beraber babalarının siyasi olarak (ilerici-dindar(!)) mücadelelerinden gaz alıp Menderes'in idamına varan sürecin sonunda nedereyse bütün kahramanlarının, komunizmin literatürürü yazmış, aydın(!), ilerici bir hale büründüğü ve milliyetçi, bizatihi ülkücü kesimin yerden yere vurulduğu yapımcısının bile yapımın taraflı olduğunu dile getirdiği Hatırla Sevgili. Son iki bölümde, kamuoyundan aldıkları tepkiden olsa gerek yayınladıkları bütün bölümler adına günah çıkarırcasına dizideki ülkücü kişiliklere kendi fikirlerini bir iki cümleyle de olsa ifade etme şansı tanıdılar.

Her iki dizi hakkında da (aleyhte-lehte) yüzlerce metin yazılıp çizilebilir, asıl değinmek istediğim o değil. Yazdığım ilgili yazılarda sürekli değindiğim ve iki diziyi bir noktada buluşturan konu: Herkesin Cumhuriyet tarihi boyunca yaşananların farkına varıp da hiç kimsenin ders almaması.

Kendilerince iki farklı uçta duran bu yapımlar dönem sonunda aynı noktada buluştular, seyredenler bilir. Birebir aynı cümlelerle, metin yazarları kafa kafaya verip düşünseler bu kadar isabetli bir sonuca varamazlardı, eminim. KV:Pusu'da Polat, İskender'i sorguya çekerken ve Hatırla Sevgili'de Necdet elindeki delil dosyasıyla derin adamın karşısındayken iki dizide geçen ortak konuşma şöyle:

- Biz, dış düşmanlardan bu devleti korumak için bunları göze aldık.

Necdet ve Polat'ın karşılarındaki adamlara cevapları:

-İçeride sizin gibi düşmanlar varken bizim dış düşmana ihtiyacımız yok!

Tekrar dile getirmekte fayda var; zamanında sağından solundan kendilerince haklı bir mücadeleye girenler, bugün kullanıldıkları konusunda günah çıkarmaktalar ve fakat neden hala daha ders almamakta bu kadar ısrarcılar? İşte bunu anlamaya benim kafam basmıyor...

Ne kadar kendimi inandırmak istemesem de aslında aklıma bir şeyler geliyor... Ahmet Altan'ın yazısı, zamanının hızlı ülkücülerinden Muhsin Yazıcıoğlu'na dair birşeyler söylüyor. Ders almammış olmak işte böyle bir şey! O zaman içinde bulunduğu hareketin benzeri şekilde şimdi liderliğini yaptığı bir yapılanmanın kullanılıyor olması acaba hiç dikkatini mi çekmiyor yoksa kendisine vaad edilen birşeylere mi kanıyor bilmiyorum.

Ayrıca önemli bir öneri
"Kurtlar Vadisi: Pusu", dönemin son bölümündeki Polat'ın İskender'i sorgu sahnesinin seyredilmesi. Bu kadar çarpıcı laflar ne God Father'da ne de başka bir filmde dile getirilmiştir.

4.06.2008

Anonim(!) bloglama

0 yorum
beyn.org sayesinde okuduğum bir yazı bu yazıyı yazmamın sebebidir. dergi.biz blogunu isimlendir, çünkü... başlığıyla kendi adlarıyla aynı ada sahip alan adlarında blog yazmaya devam eden yazarlarla bir söyleşi yayımlamış.
---- atıf özeti ----
Yazarlara sorulmuş 5 sorunun cevapları yer alıyor yazıda.
"Neden isminizi blogunuza verdiniz?" sorusuna verilenler cevaplarda; takma addan hoşlanmama, güvenilir olma, yazdıklarıyla tanınma ve kendilerine kolay ulaşım imkanı sağlama gibi düşünceler yer alıyor.
Yararları ve zararları kısmında zararlarından söz eden olmamış. Bilakis yararları dile getirilmiş; isimleriyle doğrudan tanınmalarına ve blogkürede kendilerine bir yer edinmelerine olanak sağladığı söylenmiş.
Neticede söyleşi yapılan yazarların çoğunluğu diğer blog yazarlarına benimsedikleri tutumu önerirken amaca bağlı olarak veya markalaşma(!) konusunda blogların isimlendirilmesi gerektiğini söyleyenler var.

İnsan bir şeyler yazıyor, çiziyor ve bunları başkalarıyla paylaşmayı göze alıyorsa her halükarda büyük bir fedakarlık yapıyordur. Yapılan işte elbetteki yapanın kendi adına görmeyi umduğu bir fayda söz konusudur. Nitekim söyleşiye katılan yazarlar da bundan bahsediyor. İçlerinde en ilginç olanı, gelecekte yapacağı işte bir referans olarak blogunu kullanmak isteyen bence.
----

Bir insanın yaptığı işlerin, ortaya koyduklarının neticesinde iltifatlar, ödüller görmesi büyük bir keyif ve gurur verir. Tanınmak, marka(!) olmak vb egoyu besleyen ve ardından birşeyler beklenen duygular benim açımdan hiç önem taşımıyor.

Ben internette kendimi; nebilim, blogumu nebilim.net olarak tanımlıyorum, çünkü:
  • Benim başkaları için kim olduğum, söylediklerimin kimliğimle kalıba sokulması demektir. Dost, samimi olduğum insanlar öyle düşünmeseler dahi kendilerince beni üzmemek adına söylediğim şeyleri övüp, onaylayabilirler ama ya beni tanımayanlar, kimliğimden habersiz olanlar? İşte asıl değerlendirme onların değerlendirmesidir, beni tanımazlar. Sadece ortaya koyduğum fikir kırıntılarını tartıp, düşünüp veya bunları hiç yapmadan bağnazca sövüp sayabilirler.
  • Benim nebilim.net üzerinde dile getirdiğim olaylar, düşünceler, sitemler tarafsız bir şekilde ve yazarından bağımsız şekilde değerlendirilmeli.
  • Ben değil, söylediklerimin dikkate değer alınması önemli.
  • Önemli olan ben değil, benim zihnimden üreyen fikirlerdir.
  • Mesela bu zaman kadar yazdıklarından, söylediklerinden, çizdiklerinden ziyade yaşantılarıyla birlikte insanları kucaklayanlar! Acaba o insanlar şahsi fillerini ortaya koymadan sadece fikirleriyle ortada olsalardı, o fikirler ne şekil alırdı? Mesela Nazım'ın vatan haini olarak nitelendirildiğini ve hüküm yediğini bilmeseydik ( bir nevi mağdur olmasaydı), Necip Fazıl'ın geçmişinde bohem hayatından bihaber olsaydık, Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının yaptıkları yasadışı eylemleri bilmeseydik, M.Ali Ağca'nın katil olduğunu bilmeseydik, Haluk KIRCI'nın Bahçelievler katliamından bihaber olsaydık, Abdullah Çatlı Susurluk kazasından çıkmasaydı, zamanın hızlı solcuları ve sağcılarının o zamanlarda eylemleri için finans kaynağını uyuşturucudan sağladıklarını bilmeseydik vs. vs...
Kişileri, fikirlerini ve olayları sınıflandırmaya girmeden değerlendirmemiz gerekmektedir. Önemli olan fikirdir, beyinlerimizi kafese tıkıp kişilere takılma gibi toplumsal başka bir hastalığımızdan kurtulmamız gerekmektedir. Fakat insanları bireyselleştirmeye tam gaz devam eden kapitalist düzende pek mümkün görülmemekle birlikte varılması gereken nokta olarak bende umut olarak yer etmiş bir yaklaşımdır bu. (Küçüklüğümden beri sırf bu yüzden babam, benden bir bok olmayacağını söyleyip durur. Çünkü kapitalist düzen insanları bunun olamayacağına inandırmıştır ben hariç. Bunu ayrı bir yazı konusu yapayım en iyisi.)

Blogkürede yalan, araklama, çalıntı, kopyala-yapıştır gibi durumları doğrudan şahıstan bağımsız isimlere izafe etmek önyargıdır. (Aman ha! Ateş yakalım derken kuru-yaş ayrımına dikkat...)

3.06.2008

Seyyah-ı Fakir

0 yorum
...
Bırakın dört yönden şaha kalksın yalnızlık.
Yeter ki siz unutmayın
Gümüş kabzalara sinmiş çağları
Ve emin siperlerin arkasında
Hırsla soluyan tuğları...

Şimdi güvercinler geçer üstünüzden,
Selâmsız, kavgasız, töresiz...
Acı rüzgârlarda saçlarınız savrulsun.
Işık düşünceli çocuklar, canım çocuklar!
Yenilginiz kutlu olsun!

Hemen hemen her insanın fikirlerine, eylemlerine; yazdıklarıyla, söyledikleriyle rehberlik eden bir insan vardır.

Çoğu zaman onlarla şahsen tanışma şerefine erişemesek de fikirleriyle tanışıp kaynaştığımızda onlarla da birebir oturup muhabbet etmiş, karşılıklı çay içmişiz gibi hissederiz. Bazen söylediklerini, dile getirenlerin fikirleri belleyip varlıklarından da bihaber olabiliriz.

Kendisine ait sözleri, mütevaziliklerinden dolayı kendisinden başka herkes sahiplenir bizler sayesinde. Böyle insanları ancak vefat haberleri medyada dillenince gerçekten tanıma şansımız olur. İşte Seyyah-ı Fakir Evliya Çelebi müstearıyla da yazmış olan Dilaver CEBECİ de bu müstesna şahsiyetlerden birisiydi. 29 Mayıs 2008'de vefat haberi duyuruldu ajanslar tarafından. Ülkemiz için değerli bir cevherdi. Ardından söyleyecek pek bişey olmasa da bizlere düşen eserlerinden payımıza düşeni almaktır. Allah ruhunu şâd etsin.

Kendisinin vefatı hakkında yazılan bir iki yazı bağlantısı: Kemal ÇAPRAZ , Cazim GÜRBÜZ
Şiirlerinden bazıları