Kısa dalga yayın

30.05.2009

Hoşgeldin "Olacak O kadar"

1 yorum
Ta 2007 Eylül'ünde "Ekrana muhalefet aranıyor" başlığıyla bir yazı yazarak geçmişte tv ekranlarında boy gösteren sosyal mizah programlarına duyduğum özlemimi dile getirmiştim. Ardından Foxta başlayan "Komedi Türk" bir nebze olsa bu ihtiyacı karşılamaya çalıştı ama o da olmadı.
En sonunda aranan efsane soluk ekrana geri döndü tabi ki, Olacak O Kadar.
Bu gece Fox ta yayınlanan bölümünde güncel mizah ve taşlamalarıyla, yine kaliteli esprileriyle benim gibi bir çok kişinin özlemini gidermesine sebep olduğuna eminim. Herkesin bilip de çoğunluğun söylemeye dilinin varmadığı konulara ilk bölümünde bodoslama dalabilme cesaretini gösterdi. Umarım Levent Kırca ve ekibi adına bir tatsızlık yaşanmaz da yine uzun süre halkın ekranlardaki dili olarak bu işe devam ederler.
Sen çok yaşa e mi "Olacak O kadar". Umarım bu ekibindeki yeni kuşaktan bir veliaht çıkmayı başarır.
Bu vesile ile  başka bir efsane Nejat Uygur'a da dualarımızı ve şifa dileklerimizi de eksik etmeyelim. (Bir çok kişi bloga "nejat uygur cenazesi" aramalarıyla geliyor. Merak etmeyin çok şükür ki Nejat Uygur henüz hayatta ve şu an tedavi görmeye devam ediyormuş, geçen hafta Behzat Uygur söyledi ekranda)

28.05.2009

Paris Hilton ne yıldızı?

3 yorum
Acun Ilıcalı "Var mısın yok musun" adlı yarışma için tanıtımlarda övüne övüne dile getiriyor: Sizi yıldız yağmuruna boğduk şimdi de bir yıldızı sizlere getiriyoruz. Paris Hilton pazar günü "var mısın yok musun"da.

Bu Paris ne yıldızı çok merak ettim. Hani birilerini getirdin şarkıcı, birilerini getirdin "top model", futbolcu anladık da. Peki Acun, bu .rospuyu ne yıldızı olarak getiriyorsun? Ekran karşısında yarışmayı seyreden çocuklar ailelerine sorduklarında bu kim diye acaba ne cevap alacaklar büyük merak içerisindeyim.
Hiç yakışıyor mu sana Acun? O kadar geniş bir izleyici kitlesine sansasyonları, porno filmleri, ayyaşlıkları, genel ahlaka aykırı davranışlarıyla meşhur bu kadını mı layık görüyorsun yıldız olarak???
Hem Acun'u hem Show Tv yi sağduyuyla o programı yayına sokmamaya  hem de RTÜK'ü buradan göreve çağırıyorum.
Hadi yayınladınız bundan sonra sıra kime gelecek amerikanın meşhur porno yıldızlarına mı? Bakın, burada aslında tepki verdiğim kadının kendisi de değildir; popüler kültür (popüler kültür de değil de adını koyamadım bir türlü) içerisinde ikonu olduğu anlayıştır. Zenginlikten ve pervasızlıktan başka hiçbir yeteneği, erdemi vb birşeyi olmayan bir zihniyet bu millete yıldız, ünlü, şöhret diye sunulup da ulusal bir kanalda milyonların karşısına çıkarılamaz. Eğer bu gerçekleşirse, ardını düşühmek bile istemiyorum.
Başta bütün blog camiasını, buraya ulaşan duyarlı herkesi, reyting vb sevdalar adına böyle bir yayıncılığa girişen yapımcı ve tv kanalını protestoya çağırıyorum. Kusura bakma Acun, bu zamana kadar yaptıklarının bir hemşehrin olarak bu yayınla al aşağı edilemesini sindiremiyorum. Hemşehriliği de bir kenara bırak inandığım değerler adına karşı çıkıyorum buna. Ne halkımıza ne de senin etik anlayışına bu tutumu yakıştıramıyorum. Evimizde de o gün seyrettirmeyeceğim o programı ve eşe dosta da seyretmemelerini söyleyeceğim.
Ben üzerime düşeni yapayım gerisi yapımcı yayıncı ve böyle bir yıldızı kendilerine layık gören diğer vatandaşlarımıza kalmış.
Ben bu yazımı  ilgili yerlere gönderiyorum.

Aha bu acun medyanın iletişim formu
Bu show tv iletişim
Bu da rtük formu (RTÜK eminim payılacaktır bu işe :) )

27.05.2009

Anayasal(?) çerçevede etnik siyaset

0 yorum
Başlıkta yazdığımız elbette ki yenilir yuturlur bir tarafı yok. Fakat ne hikmetse DTPli vekillerin her götleri dara girince sarf ettikleri cümle bu : Biz anayasal çerçevede kurulmuş bir partiyiz.

Teşkilatlanmanız bile hala da hukuka aykırı, fiilen bir eşbaşkanlık tutturmuş gidiyorsunuz. Hadi onu da geçtik, peki ya yaptığınız siyaset ne çerçevede?
Siyasi Partiler Kanunu Madde 78 der ki :
MADDE 78 - Siyasi partiler:

a) Türkiye Devletinin Cumhuriyet olan şeklini; Anayasanın başlangıç kısmında ve 2 nci maddesinde belirtilen esaslarını; Anayasanın 3 üncü maddesinde açıklanan Türk Devletinin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğüne, diline, bayrağına, milli marşına ve başkentine dair hükümlerini; eğemenliğin kayıtsız şartsız Türk Milletine ait olduğu ve bunun ancak, Anayasanın koyduğu esaslara göre yetkili organları eliyle kullanılabileceği esasını; Türk Milletine ait olan egemenliğin kullanılmasının belli bir kişiye, zümreye veya sınıfa bırakılamayacağı veya hiçbir kimse veya organın, kaynağını Anayasadan almayan bir Devlet yetkisi kullanamayacağı hükmünü; seçimler ve halkoylamalarının serbest, eşit, gizli, genel oy, açık sayım ve döküm esaslarına göre, yargı yönetim ve denetimi altında yapılması esasını değiştirmek;

Türk Devletinin ve Cumhuriyetin varlığını tehlikeye düşürmek, temel hak ve hürriyetleri yok etmek, dil, ırk, renk, din ve mezhep ayrımı yaratmak veya sair herhangi bir yoldan bu kavram ve görüşlere dayanan bir devlet düzeni kurmak; Amacını güdemezler veya bu amaca yönelik faaliyette bulunamazlar, başkalarını bu yolda tahrik ve teşvik edemezler.

b) Bölge, ırk, belli kişi, aile, zümre veya cemaat, din, mezhep veya tarikat esaslarına dayanamaz veya adlarını kullanamazlar.
...
d) Askerlik, güvenlik veya sivil savunma hizmetlerine hazırlayıcı nitelikte eğitim ve öğretim faaliyetlerinde bulunamazlar.

e) Genel ahlâk ve adaba aykırı amaçlar güdemezler ve bu amaca yönelik faaliyette bulunamazlar.

f) Anayasanın hiçbir hükmünü, Anayasada yer alan hak ve hürriyetleri yok etmeye yönelik bir faaliyette bulunma hakkını verir şekilde yorumlayamazlar.
Her oturumda, tartışmada, panelde ağzınıza sakız etmişsiniz söylüyorsunuz "biz Kürt kimliği üzerine siyaset yapıyoruz" diye. PKK ile bağlarınız doğrudan  (d) bendini çiğnemektir.
Etnik siyaset yaparsınız, üniter devlet yapısına aykırı görüşleri dile getirirsiziniz, PKK dan emir alırsınız, halkı dil, ırk gibi ayrılıkçı hareketlere yönelik propagandalar yaparsınız ondan sonra biz Anasayal çerçevede kurulmuş bir partiyiz. Peki anayasal çerçevede siyasi faaliyet sürdürüyor musunuz ha? Asıl buna cevap versenize! Kuruluşunuz anaysal ama ya eylemleriniz, faaliyetleriniz, söylemleriniz bunların hangi biri anayasal?
Sonrasında silahlar sussun, siyaset yapmamıza izin verin diye millete zırlıyor mızmızlanıyorsunuz. Anayasa Mahkemesi kapısına gelince de Brüksel şefaatine sığınıp duruyorsunuz. IRA kadar delikanlı olamıyorsunuz be!
Neymiş Etkin pişmanlık zorlarına gidiyormuş, gurur kırıcıymış. Oldu kırmızı halı serelim dağdan şehire inecek teröristlerinize. İçine sıçtınız ulan memleketin 25 senedir. Bırakın Türkü kendi kardeşlerinizi, evet Kürtleri katlettiniz ulan adi şerefsizler. Ya o genelev şovalyesi Sakık'ın dediklerine ne demeli : Çıkmış ekranlarda pişmanlığın teröristte kırdığı onurdan yıktığı şereften bahsediyor. Şeref mi var da yıkılsın, kırılsın? Şerefe diyerek bu milletin kanını içiyorsunuz çeyrek asırdır. Avrupalı patronlarınız güzel öğretmiş demokrasi, mazlum edebiyatını size.
Köyünden iki garip getirsen bunlardan daha şerefli, adam gibi siyaset yaparlar hiç değilse adam ekmeğinin, çocuklarının eğitim derdinin, okula vermek zorunda kaldıkları aidatın, hastalıktan ölen hayvanının, kımıldan biten tahılının siyasetini yapar.
Sorun anayasa değişikliği ile çözülecekmiş... Anayasada ne değişecek, federal sistem mi bekliyorsunuz, etnik siyasetin bir hak olmasını mı, daha konuşayı bile bilmediğiniz Kürtçe'nin resmi dil olmasını mı? Bunlar  Kürt halkını sizden kurtaramaz iyice başlarına bela eder. Barzani gibi, Talabani gibi kendinizi köşklere Kürt soydaşlarımızın burnunu da boka sokarsınız. Artık jeneratörlerle evlere saatlik elektrik verir, kalanını Irak ın kuzeyine satarsınız. Terörsit kardeşlerinizle elele vererek içine sıçtığınız bölgenin kalkınmasına fırsat verseydiniz, biliyorum ki sizler şimdi o deri koltuklarda nah otururdunuz.
Dağdaki terörist kardeşleri eskisi gibi değilmiş, liseli, üniversiteli okumuş çocuklarmış, medyadan gündemi takip edip ne olup bittiğinin farkındalarmış. Hay onların yaladığı mürekkebe eğer öyleyse! Onların akılları başlarında olsa ne sizi ne de başlarındaki teröristleri ipler, gelir adam gibi topluma karışırlar dağda göt korkusuyla yaşayacaklarına.
Bunları adam yerine koymayacaksın. Yargılanma hakkını bile sunmayacaksın bunlara ki içeri girip de dışarıya kahraman çıkmasınlar.
Vereceksin Tayyip'e desteği, çıkaracaklar "Türkiye Milletvekilliğini" bunları da yaptıkları ırkçı siyaseti de gömeceksin tarihin kara sayfalarına.

22.05.2009

Aaaaaandımıız!

2 yorum
Sabahları işe gitmek için evden çıktığım esnada hemen apartmanın yanındaki okulda da "Öğrenci Andı" okunmaya başlamış oluyor; sevimli, olanca gücüyle bütün dünyaya duyurmak istercesine bağıran bir kız öğrencinin sesiyle" Aaaandımız" diye başlayıp devam ediyor.

Kendi ilkokul zamanım aklıma geliyor. Bu andı bağıra çağıra okuduğumuz zamanlar sadece ben değil sanırsam bütün öğrenciler için sadece son sesle, ezbere okunması gereken bir metin anlamı taşıyordu. İlkokul hayatım boyunca da hiçbir öğretmenin andın ne olduğu, bu metni niye bağıra çağıra okuduğumuzu, anlamının ne olduğunu bir kez olsun anlatmış olduğunu hatırlamıyorum. Bu sebepledir ki; Türk olmak, doğruluk, çalışkanlık, büyükleri korumak, küçükleri sevmek, yurdu, milleti özünden çok sevmek, Atatürk'ün açtığı yolda, gösterdiği hedef nedir sormak da hiç aklımıza gelmiyordu. Sadece ama sadece bir gün müdür yardımcısı işaret eder de "evladım sen gel" diyerek kürsüye çağırdığı zaman yüzlerce öğrenci karşısında rezil olmamak için ezbere bilinmesi ve son nefes okunması gereken bir "şey" olarak biliyorduk.

Demokrasi, kültürel haklar, resmi(!) ideoloji tartışmalarının, andın  içinde barındırdığı "Türküm", "Varlığım Türk varlığına armağan olsun" ve "Ne mutlu Türküm diyene" cümleleri üzerinden yapılabileceği ihtimalini hiç mi hiç bilmezdik ki nerede kaldı Türk veya başka birşey olmaktan bihaber dimağların bu cümleleri sarfetmek dolayı kendi kültürlerine vs yabancılık hissedecekleri bir resmi(!) ideoloji aracı olduğunu düşünecektik.
Günümüz siyasi konjonkturunde "Öğrenci Andı" yukarıda söz ettiğim şeyden çok farklı bir hal almıştır. Bu andı okuyanlar için hala daha bir şey ifade etmemekle beraber ülke siyaseti açısından, şu ne olduğu belirsiz "Kürt açılımı"ndan dolayı nazi dönemi kalıntı, resmi ideoloji takıntısı, öğrencileri rejim muhafızı haline getirmesi gibi yaklaşımlarla kaldırılmasının istenmesi kamuyounda pek de öyle demokratik bir tatmin sağlayacak bahaneler değildir.

MEB veya bir üniversite öğrenciler arasında bir araştırma yapsa; and içmek nedir, bunu niye okuyorsun, ne demek istiyor, dediklerine sadık kalabiliyor musunuz, sizin için ne ifade ediyor gibi sorularla öğrenciler arasında bir araştırma yapsa. Sonrasında da bu uygulamanın olumlu, olumsuz etkileri ortaya konsa da görsek "Öğrenci Andı" neymiş ne değilmiş.

Bana kalırsa 6 yaşından 11 yaşına kadar okuttuğumuz öğrencilere öncelikle and nedir, fikri vicdani sorumlulukları nedir, bu and niye okutuluyor vb gibi şeyler öğretilse ve andı ezbere okutmaktan ziyade özündeki erdemler benimsetilse ve sonrasında ise her sabah okutmak yerine dönem veya sene başlarında bir kez, yine diyorum öğrencilerin ne için and içtiklerini bilerek, okutulsa bence daha mantıklı olur. Bunun ötesinde aynı dağ yamaçlarında yazan "Ne mutlu Türküm diyene" yazılarından rahatsız olan, demokrasi, eşitlik vb sevdalılarıyla iktidar arasındaki boş laf kavgalarından öte başka bir işe yaramaz.
Fakat işte tartışmalar özden uzak, hamasi minval üzere yürümektedir. Öğrencilerin niye, ne okuduğu değil bunu okutan devletin üniter yapısına yönelik bir hale bürünerek etnik siyasetin malzemesi oluyor.

Bugün Türk varlığında varolamayan yarın, kendi etnik varlığında yok olur.

Bağlantı : ABD'de öğrenci andı

20.05.2009

Eğitimde yazılmamış sahneler

0 yorum
Tv dizilerinde veya sinema filmlerinde (özellikle abd yapımları) genelde seyrederiz okullardaki şiddet sahnelerini. Son zamanlarda bizdeki bazı dizilerde de yer verilmeye başlandı. Örtbas etmekle sorunların ortadan kalkmadığı aşikardır, özellikle sorunlara karşı herhangi bir çözüm ortaya konmaması bu sorunların daha da derinleşip çözümsüzlüğe tam gaz yol almasına sebep olmaktadır. Okullarda öğrencilerin kendi aralarında sergiledikleri ve hatta öğretmenlere karşı yöneldiğini çeşitli şekillerde gördüğümüz şiddet de bu tür sorunlardan en önemlisidir.
Türk Eğitim Sen öğretmenler arasında bir anket yapmış.
Öğretmenlerin yüzde 33.6’sı, öğrencileri şiddete iten en büyük etkenin öğrencinin ailesinden ya da çevresinden şiddet görmesi olarak değerlendirdi. Şiddette diğer etkenler ise yüzde 31.7 ile ebeveynlerin ilgisizliği, yüzde 16.8 ile mafya/aksiyon/korku filmleri, yüzde 8.7 ile eşlerin ayrı olması ve yüzde 4.9 ile bilgisayar oyunları olarak sıralandı. 
Öğrenci ailesine, çevresine, bilgisayar oyunlarına, filmlere yönlendirilen şiddet kaynağı tanımlamasında öğretmenlerin de iki yüzlülük yaptığını düşünüyorum. Suçluyu, sorunun kaynağını hep başka yerde arayarak üzerlerinden sorumluluk atma peşinde oldukları kanaatindeyim. Çünkü öğrenciler arasındaki şiddetin en büyük sebebi ergenlik döneminde hayatta varoluş duygusunun olması gerektiği gibi yapılandırılmayıp, yaşadığı hayatta varolmayı fiziki olarak gücünü ispatla yapılandırmalarına sebep olunmaktadır. Öğrencilere fiziki güç dışında güven duyacakları herhangi bir yetenek öğretilememiş olmasındır, bunların başında gelen. Bu yanlış yönlendirmede en büyük sorumluluk öğretmenlerde diye düşünüyorum çünkü bu sorunların baş gösterdiği orta öğretim düzeyinde öğrenci ailesinden çocuk okul ortamında bulunmaktadır.
Erkek bir öğretmenden en ufak azar işiten bir ergen, verecek cevabı olmadığı için içinde beslediği öfkeye yenik düşüp elindeki tek güç olarak gördüğü fiziki kuvveti (kaba kuvveti) kullanarak bir öç alma duygusu içine girmektedir. Eğer sınıfında güçlü bir arkadaş çevresi de varsa intikam sınıf içinde kaba kuvvetle alınmaktadır. Neyse derine girmeye gerek yok koca okumuş yazmış öğretmen kısmısına psikoloji dersi verecek değilim. :) Hepsi de kendilerinden öncekiler gibi  sorunlarını çözemedikleri gençlik döneminin içinden süzülüp çıkmış insanlar.
Öğretmenlerin ve eğitim camiasının ellerini başının arasına alıp; filmlere, aileye, filmlere suç atmadan önce yaptığımız bu hatadan en az hasarla bu çocukları nasıl kurtarırız diye bi düşünmeleri lazım. Çocuklarından ellerinden tutmaya, girdikleri bataklıkta çırpınarak boğulmalarına engel olmaya çalışmalılar çünkü o bataklıklardan kendi başlarına çıkmayı başardıklarında başta kendileri, sonra aileleri ve nihayetinde de toplum için hastalıklı bir ruh haliyle intikam duygusuna sarılmaktalar. Ellerine geçen her fırsatta da maldan, cana kadar bu intikam duygularını tatmin etme savaşı içine girmekteler. Öğretmen ya da hoca artık ne derseniz; ergen çağlarında çocuğun aileden de çok güvendiği bir limandır, arkadaş ve aile çevresine göre bir kaledir.  Eğer çocuk sorunlarında bu kaleye sığınamaz da ayazda kalırsa o zaman tek kalesi kaba kuvvet olur. Sonrasında bu kaleyi ne aile, ne din ne de eğitim yıkabilir ta ki kendisi bununla bir yere varamayacağını anlayana kadar.
Şimdi bi düşünün (kendi öğrenciliğinizde belki tanık olmuşsunuzdur) en ufak bir terbiyesizliğe, huzursuzluğa kaba kuvvetle tepki veren öğretmenlerden kaç tanesi okulda veya dışında öğrenci şiddetine maruz kalmıştır acaba? Ben kendimden cevap vereyim, hiç! Çünkü öğrenci, bırakın kaba kuvveti en ufak bir terbiyesizliğin bedelini fiziken ödediği için fazlasında daha sert bir tepki alacağını bildiğinden cüret bile edemez.
Ama şiddet şiddet nereye kadar? Bütün öğretmenlik müfredatına savunma sanatları dahil edilemeyip, öğretmenlere önerilemeyeceği için aksi yönde atılacak adımlarda da öğretmenlerin sorumluluğu büyüktür. Yel değirmenlerine suç atıp sıvışamazlar!

16.05.2009

Efsane yeniden: Reha Oğuz TÜRKKAN

0 yorum
Reha Oğuz Türkkan...
Bu ismi hep (Birileri bunları görmezden gelip farkılı şekilde yaftalanmıştır ama ) Türk dünyasına ilişkin efsane araştırmaları ve 2. Dünya Savaşı esnasında Azeri mültecileri Rusya'ya iade etmeyi kafasına koymuş İnönü'nün karşısına 23 yaşında dikilip hesap soran, ardından kendine 1944 Türkçülük Turancılık davası sorgulamalarında nerdeyse yapılmadık işkence bırakmayanlara inat devletinin Başkanına (İnönü'ye),  ABD'deki Ermeni lobisini karşısına alarak, sahip çıkacak kadar cesur bir şekilde destek veren  topluluğu bir araya getiren  bir cengaver olarak bildik. Basımı yapılmayan kitaplarına ulaşmak mümkün olmasa da dilden dile dolaşan hayatı ve eylemleriyle  milliyetçi/Türkçü gençlerin gönlünde tath kurmuş bir insan.

Şahsen bu efsanenin hayatta olduğunu bile bilmiyordum. Ama Fatih Altaylı ve Murat Bardakçı sayesinde bu akşam tekrar verilen "Teke Tek Özel"de görme ve dinleme şerefine kavuştum. Kendilerine şükranlarımı sunuyorum. Umarım ki yaşayan bu 88 yaşındaki efsaneye tvde ve basında daha fazla yer ayrılır ve hayattayken kendisinden daha fazla faydalanabilelim ki Nihal Atsız'ın, kafatası ölçerek türklük tespiti yaptığı gibi benzer hurafelerin olmadığı bazı kuşbeyinlilerin dimağına iyice bir işlensin.
Kafatası ölçme meselesi bir sohbette söz konusu olur ve kendisinden kafatasını ölçmesini isteyen Atsız'ın kafatasını ölçen Türkkan, Atsız'ın kafatasının Türk-Turani ölçülere uymadığını söyler. Atsız bunun ardından sinirlenir fakat Türkkan; kafatası ölçmeyle insanın ırkının belli olamayacağını bu ölçümün antropolojik bir yöntem olduğunu belirtir.(Hurafe için bknz.) Türkçülük  karşıtlarının o zamanlardan bir koz olarak söylem haline getirdikleri "kafatası milliyetçiliği" söylemi de bu şekilde çökmüş bulunmaktadır. Çünkü Türkkan asla bu tür yaklaşımlarda bulunmadıklarını ve kimseyi kafatası ölçüsüne göre Türktür veya değildir diye nitelendirmenin bilimsel olmadığını belirtmektedir.
Atsız ile Türkkan'ın aralarının açılması ise bu kafatası meselesinden değildir. O zaman Türkkan'ın çıkardığı dergide yazıları yayınlanan Atsız'ın hakaretamiz cümleleri artıp da dergi kapatılınca Türkkan, Atsız'ın yazılarına sansür uygular. Bundan sonra Atsız kendisi bir dergi çıkarmaya başlar ve Türkkan aleyhine etnik iftira ve hakaretlerde bulunur. Bu süre içerisinde Zeki Togan, fikri mücadelenin, egolara yenik düşürülmemesi gerekçesiyle ikisini bir araya getirerek barıştırır.
İnsanların fikirlerinin çarptılması, anlaşılmaması o fikirleri ortaya koyanların suçu değildir. Birine  ne anlatırsanız anlatın alacağı kapasitesi kadardır. Neyse...
Umarım bu yayınlardan sonra Türkkan'ın o bulunmayan değerli eserleri yeniden basılır da bizler de faydalanma imkanı buluruz. Benzer ilgi ile  Kazım Mirşan'ın kitaplarının da yeniden basımına ön ayak olunur belki.

15.05.2009

Sivil toplum kuruluşları ve şeffaflık

0 yorum
Malumunuz Almanya'daki Deniz Feneri e.v. den hareketle ülkemizde de bir soruşturma yürütülmeye(?) çalışılıyor.
Sosyal yardım vb dernekleri, vakıfları az çok biliriz, yaptıkları hizmetlerin büyük kısmını bağışlardan bir kısmını da çeşitli gelir getiren faaliyetlerden elde ederler.

Sosyal amaçlarla kurulmuş yardım ve destek kuruluşlarının temelinde; bağışçıların ve destekçilerin güvenini temin etmek ve elde edilen gelirlerle neler yapıldığının bağışçılara ve kamuoyunun bilgisine sunulması ve şahsi, siyasi, ideolojik amaçlardan uzak bir  yapıda olmaları gerekmektedir ki bu sonuncu ütopya gibi birşeydir.

Bakanlar Kurulu Kararıyla kamu yararına çalışan statüsünü alınanlar başta olmak üzere bütün derneklerin gelir-gider hesaplarının kamuoyuna, talebe gerek olmaksızın duyurulması şeffaflık endişelerinin giderilmesi açısından zaruridir.
Özetle şöyle bir denetleme yapısına bakacak olursak :
-Derneklerin kendi bünyelerinde bir denetleme kurulu zaruridir fakat bunların sorumluluklarını yerine getirmeleri iş olsun maksadıyla ekseriyetle birer imzadan ibarettir.
-Bunun dışında gerekli görüldüğü hallerde İçişleri bakanlığı veya mülki idare amiri tarafından da denetlenebilmektedir.
-Kamu yararına çalışan dernek statüsüne alınanlar da ise Devlet Denetleme Kurulu'nun her türlü araştırma, inceleme ve denetleme yetkisi bulunmaktadır.
-Maliye Teftiş Kurulu da mali olarak dernek, vakıf ve sendikaları mali yönden teftiş etmek yetkisini sahiptir.
-Türkiye Büyük Millet Meclisi araştırma, soruşturma ve ihtisas komisyonlarının kararına istinaden Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlığının talebi üzerine Sayıştay, talep edilen konuyla sınırlı olmak kaydıyla denetimine tâbi olup olmadığına bakılmaksızın özelleştirme, teşvik, borç ve kredi uygulamaları dahil olmak üzere tüm kamu kurum ve kuruluşlarının hesap ve işlemleri ile aynı usule bağlı olarak, kullanılan kamu kaynak ve imkânlarından yararlanma çerçevesinde her türlü kurum, kuruluş, fon, işletme, şirket, kooperatif, birlik, vakıf ve dernekler ile benzeri teşekküllerin hesap ve işlemlerini denetleyebilir.

Görüldüğü  üzere memleketimizde her konuda olduğu gibi stklar konusunda da muazzam bir denetleme teşkilatı var. Ama ardından bu denetleme mekanizmasının ne kadar işlediği sorusu akla geliyor.

Derneklerin kendi bünyelerinde yer alan denetleme kurullarının etkinliği arttırılarak şeffaflık konusunda diğer unsurlara gerek kalmadan en basitinden yıllık hesaplarını kamuoyuna açıklamalılar. Belki hatırlayanlar olur, anonim şirketler için bilançolarını internet sitesi üzerinden yayınlama konusunda yasal bir zorunluluk getirildi. (Uygulaması tartışılır) Aynı şekilde yasal bir düzenleme ile derneklere de böyle bir zorunluluk getirilmelidir. Günümüzde bir internet sitesinin maliyeti çok da düşüktür ve şeffaflık konusunda böylesine önemli sosyal organlara engel teşkil etmeyecek kadar düşük bir maliyettir. Kaldı ki bunlar valilik ve kaymakamlık gibi mülki idareler tarafından da karşılanması mümkün maliyetlerdir. Bu şekilde nereden ne şekilde gelir elde edilmiş nereye ne şekilde harcanmış kamuoyu bilgi sahibi olur. Her yıl yapılması gereken bu uygulama dernekler nezdinde bir sorumluluk yaratacak, yerine getirmeyenlere yaptırım sağlanacak ve usulsüzlük, yolsuzluk konusunda insanların güven duygularında bir nebze olsun tatmin sağlayacağı görüşündeyim. Bunlarda da meydana gelecek tereddütlerde diğer denetim mekanizmaları devreye girer.
Hatta dernekler masası vb denetleme kurullarınca yapılacak denetlemelerle kültür, dayanışma, yardımlaşma vb adlarla kurulu, lokal dernekçiliği, fon rantiyeciliğinden başka bir işe yaramayan, dişe dokunur  faaliyetleri bulunmayan bu sivil toplum parazitlerinin de kapatılmaları sağlanmalı.

Başvuru kaynağı

14.05.2009

Hesap sormak

1 yorum
- Bu ülkede hesap sorarsan, hesap sorarlar. Hakkını arıyorsan hesap sormadan arayacaksın.
- Nasıl yani?
- Mazlum mağdur ayağına yatacaksın
- !?
- Hem mazlumu oynayıp hem nasıl hesap sorulur ki? Mazlum oynayıp hesap sormak mümkün mü? Mazluma kim hesap verir?
- İşte ben de onu diyorum, hakkını almak istiyorsan hesap sormayacaksın. Mağdur rolüne yatıp hakkını isteyeceksin. Yok demokratik hak, yok anayasal hak, hukuk diye hakkının peşinden hesap sorarak gidersen hakkını ne özel sektörden ne de devlet alırsın. Üstüne üstlük bir de hesap vermek zorunda kalırsın. O yüzden hakkını almak istiyorsan, mağduriyetin giderilsin istiyorsan "ayıya, köprüyü geçene kadar dayı diyeceksin". Karşındakine muhtaç olduğunu belirteceksin, kendisini büyük hissedecek, sana lütufta bulunduğunu sanacak ve sen de hakkına ulaşacaksın.
- Aaa... Ama...
- Aması maması yok, sen hakkını almak istiyorsan...
- Eee başlarım öyle hakka, hukuka. Benim aldığım hakkım olmalı, karşımdakinin lütfu değil. Karşımdaki benim, hakkımı aldığımı bilmeli yoksa ne anlamı var hak aramanın, almanın?
- Bilmem, benden söylemesi...

13.05.2009

Serkisyan, eteğindeki taşları döktü

0 yorum
Başbakan bir yandan medyaya çattı, bir yandan da ülkemizde Ermenistanla kapıların açılmasına karşı kamuoyunu bilgilendirmek için ülkemize gelen Azerbaycan milletvekillerine. Başta Ermenistan devlet başkanı, kapıdan geçip Türkiye'ye gideceğim dedi, kimse ciddiye almadı. Canan Arıtman'ın sayesinde iktidarımızın gizliden gizliye Ermenistanla kapı görüşmelerinin yapıldığını öncelikle avrupadan duyduk. Sonra ABD gazetelerinden en son Ermeni basınından. Türkiye'de iktidarın bu tutumuna karşı hem halk hem de siyasi partiler nezdinde yüksek perdeden itirazlar yükseldi. Ülkesini Türkiye'nin sessizliği karşısında köşeye sıkıştırılmış hisseden Aliyev Moskova'ya yol aldı. İktidar ser verip sır vermedi ta ki Prag'da sıkıştırılan Serkisyan eteğindeki taşları dökünceye kadar. Ve nihayetinde Başbakan Azerbaycan meclisinde son noktayı koydu: Azerbaycan topraklarının Ermenistan tarafından işgaliyle kapattığımız kapı işgal edilen topraklardan Ermenistan'ın çekilmesine kadar kapalı kalacaktır.
Hem Azerbaycan hem de Türkiye tarafından sessiz sedasız bu politikanın neticesi beklenmiş olsaydı sanıyorum ki durum bu aşamaya gelmeden Ermenistan lehine sonuçlanabilirdi.
Ümit ederim ki ülkemiz iktidarı, kolpacı batı ve Ermenistan'ın ipiyle bu millete rağmen kuyuya inilmeyeceğini anlamış olsunda diğer konularda da bunu göz önüne alabilsin.

12.05.2009

Bir ki üç, adli tıp!

0 yorum
Bu ülkeden bazı insanlar sanki ilahi bir el tarafından milletin gözü önüne çıkarılıyor. Bunlardan sonuncusu,Doç. Dr. Ayten Erdoğan, Zonguldak Karaelmas Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Ana Bilim Dalı Öğretim Üyesi.
Geçen ay Adli Tıp Kurumundan istifa etmişti. Şu Üzmez olayına istinaden en son "yine aynı raporu verecekler" demişti.
Bu akşam Star Haber'de Uğur Dündar'a anlattıklarının bir kısmını yayımladılar. İnsanın tüylerini diken diken edecek şeyler.
En başta geleni ise taciz, tecavüz davalarında mağdur hakkında verilen "ruh sağlığının bozulup, bozulmadığına" ilişkin kararlar. Mahkeme karar vermek için dosyayı ve mağduru üniversite hastanesinde çocuk psikoloğuna gönderiyor, çocuk psikoloğu genelde "ruh sağlığının bozulduğu" yönünde karar veriyor fakat itirazlar vb sebeplerle dosya adli tıpa gönderiliyor ve uzman kararlarının neredeyse hepsi, içinde çocuk psikoloğu bulunmayan kurul tarafından aksi şekilde "ruh sağlığı bozulmamıştır" diye değiştiriliyor.
Ve bu değerli insan göreve başladığından beri eline aldığı her dosyada istisnasız aynı uygulamayı (uzman görüşlerinin, içinde bir tek dahi konu uzmanı olmayan kurul tarafından değiştirilmesini) gördüğünü belirtip, istifa ediyor. Ceza kanununda cinsel istismar davalarında
103/6 : Suçun sonucunda mağdurun beden veya ruh sağlığının bozulması hâlinde, onbeş yıldan az olmamak üzere hapis cezasına hükmolunur.
dediği için  mağdurun "beden ve ruh sağlığının bozulup bozulmadığı yönünde” Adli Tıp Kurumu Genel Kurulundan rapor istenmesinin bir hata olduğunu ve cinser istismar davalarında bunun sorulmasının dahi büyük hata olduğunu, hüküm verirken  "ruh sağlığının bozulduğu" önkabulü ile davaya bakılması gerektiğini söylüyor ve bunu da dünya çapındaki uzmanların görüşlerine atıfta bulunarak dile getiriyor. Cinsel istismar davalarında bu önkabulün göz ardı edilerek görüş sorulmasının bile bir hata olduğunu dile getirerek, bu yönde verilen kararların AİHM nezdinde tazminata müstehak  olduğunu söylüyor.
O kısa bölümden sonra asıl programı seyretmekten, içim kaldıramayacağı vazgeçtim. Bu kadar önemli bir konuyu gündeme getirdiği ve adaletin yolunu açmaya çalıştığı için kendisine, bu ülkenin bir  vatandaşı olarak teşekkürü  borç biliyorum.
İnanıyorum ki bu insanların üzerinde ilahi bir el var ve düzeltilmesi gereken haksızlıklara işaret ediyorlar. Umarım iktidar ve diğer siyasiler bunu bir an evvel görürler de bir çözüm için çalışmaya başlarlar. Tabi bu konuyla birlikte yeni kadın ve aileden sorumlu devlet bakanı, "egeli muhafazakar" milletvekili Selma Aliye Kavaf'tan da artık siftah bekliyoruz.

10.05.2009

Ne namus ne de kan davası

0 yorum
Mardin Mazıdağındaki katliam insanın ağzını açıkta bırakıyor.
Sürekli bölgedeki sosyal araştırmalar konusunda çalışan Dicle Üniversitesi çalışmalarına göre bu katliam ne namus ne de kan davası. Çünkü bölgedeki törenin bile sınırları var, onaylarsınız onaylamazsınız.
Bir namus davasında söz konusu ailedeki bir kadınsa aile meclisi toplanır, namusu temizleyecek kişiyi belirler, yakalanıp da ceza almasının sonrasına taahhüt verilir eline silah tutuşturularak kurbana gönderilir. Taciz, tecavüz, ırza geçme olayında kadının mağdur olması önemli değildir sadece kaçma ve kaçırma olaylarında istisna olarak erkeğe de sıçrar temizlik operasyonu öteki türlü genelde kadının öldürülmesiyle namus temizlenmiş olur. Kan davasında ise genelde kısasa kısas kuralı işler bir can verilmişse bir can alınması gerekir. Kadına, kıza, kızana dokunulmaz.
Bölgedeki bu tür olaylarda idari yöneticiler, ilgili akademisyenler bir duyum aldıklarında il veya ilçe artık neyse jandarmasından emniyetine, sosyal hizmetlerinden STKlara kurum ve kuruluşların yaptıkları toplantılarla olaya müdahil olunup, mağdurlar mevcut sosyal baskı çevresinden uzaklaştırılarak sorunun çözümü sağlanır. Çoğunlukla da başarılı olunur, başarı genelde aşiretin inadıyla ters orantılıdır. Devlet ve toplum bütün varlığıyla olaya müdahil olsa da ortada eksik birşeyler var kanaatimce. Çünkü devlet kurum ve kuruluşlarının  STKlarla bir araya gelmesi bu tür olaylara sebebiyet veren sosyal baskıyı ortadan kaldırmaya yetmemekte sadece mağdurları bu sosyal baskıdan uzaklaştırmakta, feodalitenin eriminden çıkarmaktadır. Eğitim, öğretim dahi bu feodal yapının (bölgedeki diyemiyorum çünkü ülkenin diğer ucunda en modern şehirlerde yaşayan aşiret üyelerine bile tesir edebilmekte) hukuka direncini kıramamaktadır. Düşünsenize hukuk, siyasal bilimler öğrencisi olan aşiret mensupları bile bu baskıya karşı çıkamamaktadır. Aslında bunun temelinde de devlet iradesine, mevcut hukuka güvensizliğin yattığını düşünüyorum. Yapı içinde yetişmiş  insan bu feodal yapının başındaki kişi/kişilerin emrinde hak,hukuk dinlemeyecek yüzlerce kişinin olduğunu biliyor ve mevcut ceza hukukunun  bunları caydıracak güce sahip olduğuna İNANMIYOR ki zaten de öyle. Feodal yapı kendi kurbanlarının sosyal kayıplarını amorti ediyor ve insanlara bu inancı aşılıyabiliyor.
Kamuoyuna yansıyan son bilgilere göre:
Mardin mazıdağı, bilge köyünde ise olay ne töre, ne din ne de vicdan dinlemiştir. Katledenler de katledilenler de Kürttür yani olayda etnik bir unsur yoktur. Köyün bütün erkekleri korucudur ve dolayısı ile hepsi silahlıdır.Oratada olan işin en can alıcı noktası ise bu silahlı gücün başındaki kişilerin feodal sistemin şeksiz şüphesiz başında olmalarıdır. Koruculuk ayrı bir mesele ama aslında burada önemli olan bu yapı içindeki insanların devlete ve dolayısı ile hukukuna güvenmeyip hükümran feodaliteye biat etmesidir.
Çeşitli yazılarda değindiğim bölgedeki feodalitenin gücü işte budur, bölgede sosyal otorite olarak devletin de üstündedir.Yani Kürt sorunu morunu, kültürel hak savları fasa fisodur.
Demokrasi , eşitlik, hak, hukuk havarisi DTP'yi  rahatsız eden ise;  terör örgütünden ziyade kendi menfaatlerini ve hegemonyasını düşünen, koruculuktan silahlı gücü alan feodalitenin orada hüküm sürmesidir. Yani DTP'yi rahatsız eden bölgedeki feodal yapı değildir, sadece bunun kendilerinin de sözcüsü ve destekçisi olduğu terör örgütüne karşı olan kısmıdır.
Devlete ve bölgenin aydınına, STKlara düşen görev,  feodal yapının devlet karşısındaki bu gücünü yok etmektir. Bunun çzöümlerinin en başında da bu yapı içindeki insanlara ekonomik özgürlüklerine kavuşma imkanının verilmesiyle beraber devletin feodaliteden daha güçlü olduğunu göstermesi gelmektedir.

8.05.2009

Emre AKÖZ de mi okuyorsun?

0 yorum
Başlıktaki soruyu, söz konusu kişinin yazısını bilgisayar ekranımda gören akparti fanatiği ve partiyle sıkı organik bağları olan bir arkadaş soruyor bana.
"Emre AKÖZ okumak için vizeye mi ihtiyaç var?" diyorum susuyor ve ardından "aydın kişilik ha!" diyerek evrağı uzatıp odamdan ayrılırken "vay be, adamı okumakla aydınlığa varmışız haberim yok" diyerek takılıyorum gülerek, kapıyı çekip çıkıyor.

Olağan bir durum nasıl da şaşırtabiliyor birilerini. İnsanlar karşısındakileri kendileri gibi görürmüş mü desem ne desem bilemiyorum. Başında oturup da ne okur ne yapar diye gözetlemediğimden ortadaki durumun kendi tutumuna ters düştüğünden böyle düşündüğüne kanaat getiriyorum. Belki de o kadar tartışmamıza rağmen hala daha beni, olduğumdan farklı bir yerde konumlandırmasından vazgeçemediğindendir.

Yazarak rahatlamak

0 yorum
Şu blog denen dünyada bulmuşuz fırsatı aklımıza eseni, kafamıza takılanı, canımızı sıkanı, karnımızı, başımızı ağrıtanı, fikrimizi zikrimizi yazıp, çizip kendimizce bir dünya kuruyor, bir düzen arıyor bir tatmine varıyoruz.

İyi, hoş, güzel ne ala...
Bir yere kadar; madem kendine o kadar güveniyorsun, derdini dile getiriyor, karın ağrını yazıyorsun eyvallah. Yazdığının ardından gaz veren yorumları da alıyorsun orkid misali kanatlandıkça kanatlanıyor, havana hava katıyorsun. Aksi yöndeki yorumlara, yazdıklarının eleştirisine katlanmak  her babayiğidin harcı değil bunu da bil. Madem yazdıklarının ardında duracak kadar kendine güvenemiyorsun, konuyu saptırıyorsun diyerek kıvırma yolunu seçiyorsun, orada dur! Yazdığını, çizdiğini tartışma yetisine,birikime sahip değilsen; yazma da demiyorum en azından yorum ortamını kapat da ne bok yediğini bilelim. Tartışmaya götün yiyor mu yemiyor mu bilinmiş olur da adam yerine koyup iki satır yazmaya kalkışmayız. Yazıp da ardından janjanlı cümlelerle okuyucudan düşüncelerini istemekle bitmiyor iş. Önemli olan yazdığının arkasında durabilmek, tartışabilmek amaya, damaya sığınıp da ondan sonra epostadan osuruk nezaketinde laf ebeliği yapmak değil. Toplumda tartışamıyorsan birebir bulaşıp uğraştırma.
Gerçi bu da iyi oluyor bir yandan, kimi adam yerine koyacağımı görmüş oluyorum. İnternet denen bu deryadaki blog furyasının bir diğer iyi yanı da  fikren yalıtılmış genç dimağların gerçek hayatla yüzleşmelerine, dünya düzeninin kendilerine anlatıldığı gibi olmadığını öğrenmelerine fırsat sunuyor.
Neyse...
Ben lafımı ortaya koydum, beğenen alır gider beğenmeyenin de blog kürenin dibine kadar yolu var.

5.05.2009

Motivasyon yenileme

0 yorum
Başbakan, önerdiği ve Cumbaba tarafından onaylanan kabine değişikliğinde görevlerinden alınan bakanlar için; asla görevlerindeki başarısızlıklarından dolayı alınmamışlardır, hükümete canlılık, kan değişikliği getirmek ve daha taze bir solukla motivasyonu yenilemek amacıyla değiştirilmişlerdir mealinde bir açıklama yapmış.
Başbakan 7-8 bakanı değiştireceğine keşke diyorum doğrudan hükümetten çekilseydi, şöyle bir erken seçime falan gitseydi memlekette tam bir motivasyon yenileme nasıl oluyormuş bir görseydi. Hadi erken seçime gitmiyor madem, başbakanlıktan çekilseydi; hem yorulmuştur, 7 sene oluyor surat çöktü, sağlık gitti, çoluk çoluk yükü tuttu, yorulmadın mı hiç mübarek? Var ya, Bilal oğlanın ortaklarını tanıma çabası bile insanın ömrünü çürütür...

Kabine değişikliğinde en azından dış işlerinde Babacan maşalıktan kurtulmuş oldu, dış siyasetin asıl icracısı yerine konmuş oldu. Meşhur "oynar merkez stratejisi"nin mucidi Ahmet Davutoğlu. Nasıl bir siyasetse hep ABD protokolune karşı oynuyor.

3.05.2009

Adaletin bu mu dünya?

0 yorum
Sadullah Ergin'e, hakkında geçmişte yazılıp çizilen yolsuzluk iddialarından sonra Başbakan ve bilhassa Cumbaba yeni kabinede Adalet Bakanı olarak nasıl yer verebildi? Hiç uğraşamayacağım tıkla   gugıla bak işte. Öncelikle çok şaşırdım amma partinin adıyla hiç de müsamma olmayan eylemleri, çıkar ilişkilerini milletin büyük bir çoğunluğunun kanıksadığını gördükten sonra şaşkınlığı bir anda atıverdim üzerimden.
Parti yöneticileri ve üyeleri ihaleleri falan paylaşıyormuş, il, ilçe meclis üyeleri partili akrabalarıymış...E doğal kardeşim, çok meraklısın sen de git gir parti teşkilatına sen de nemalan. Zati bu siyaset, demokrasi dedikleri başka ne boka yarar ki?
-Neeee toplum refahı, eşitlik adalet mi?
-Hadi ordan caaaanım

2.05.2009

Çin'deki Türk piramitleri

0 yorum
haberturk.com'da Memet Güler yazısında başlıktan soruyor: "Çin'deki BEYAZ PİRAMİT'in sırrını bilen kimse yok mu?" Ve yazısını şöyle sonlandırıyor:
PİRAMİTİ ÖN-TÜRK UYGARLIKLARI YAPMIŞ

Türk bilim adamı Kazım Mirşan, bu şaşırtan piramitlerin Ön-Türk uygarlıkları tarafından yapıldığını iddia ediyor. Hatta piramit inşa tekniğinin ve mumyalama geleneğinin de Eski Mısır'a bizden geçtiği tezini öne sürüyor. Çin Hükümeti bilinmeyen bir nedenle bölgeye kimselerin girmesine izin vermiyor. Bu yüzden gidip yerinde araştırma yapabilmek de pek mümkün görünmüyor. Ama Beyaz Piramitler meselesi, önümüzdeki günlerde çok su kaldıracak gibi görünüyor. Bundan sonra sözü, sizden gelecek bu konudaki değerlendirmelere ve elbette tarihin büyük duayeni Sayın Bardakçı'ya bırakıyorum.
Beyaz Piramit meselesi beni çok heyecanlandırdı; ben sadece o heyecanı sizlerle paylaşıyorum. Bakalım işin içinden ne çıkacak?
Tabi konuyla ilgili daha öncesinde ara sıra ziyaret ettiğim cingunlugu.com'da rastladığım bir yazı hatırıma geldi ve hemen adrese başvurdum. "Çin'deki piramitler Türklere mi ait?" başlığıyla yerinden bilgi verilmeye çalışılıyor.
Bu blogda yer alan yazı da şöyle sonlanıyor:
Piramit çivarında bulunan Türklere ait olduğu sanılan heykeller ve resimler

Yaptığım araştırma sonucunda bu tür bulgular ile karşılaşmadım ama bunların olduğunu var saymamız durumunda bu bölgede ciddi bir araştırma yapılarak gerçeğe ulaşabileceğidir. Ben ne bir tarihçi, ne de arkeologum yazım sadece internetten yapmış olduğum araştırma sonuçlarıdır.

Yeni bulgulara ulaştığımız zaman yazımız güncellenecektir. Paramız olduğu zamanda xian a gidip sizin için bölgeyi inceleyeceğim.
Bu yazılanlardan sonra big brother google earth'e bir göz atayım dedim. Türkçe "beyaz piramit" diye şansımı deneyeyim dedim ve sonuçta beyaz piramit olarak imlenmiş Xianyang bölgesinde oldukça geniş bir alana yayılmış, sayıları 20yi bulan (belki de aşan)  çeşitli büyüklükte piramitler karşıma çıktı.

Sonrasında etikelemelere bakınca panoramio.com'da yer6_19 rumuzlu kullanıcıya ait fotoğraflar eklenmiş.
Bu fotoğraflara bakıldığı zaman da söz konusu piramitler üzerindeki yeşillendirme ve ağaçlandırmalar görülüyor.
Diğer fotoğraflara da bakıldığında sadece piramitlerin değil devasa insan ve hayvan heykellerinin de bulunduğu görülüyor.
Türk Bilim adamı Kazım MİRŞAN yaptığı araştırmalarda Ön-Türk uygarlıkları tarafından OT-OĞ olarak isimlendirilen Ön-Mısır’a M.Ö 3000 Yıllarında Doğu Anadolu’dan Isub-Ög yazısının gittiğini tespit etmiştir. Kazım MİRŞAN’ın bugüne kadar anlamı çözülemeyen 184 adet mısır hiyeroglifini Ön-Türkçe olarak okumuş olduğu ve mumyalama tekniklerinin yine M.Ö. 3000’li yıllarda Altaylarda geliştirildiği düşünülürse Piramit inşa teknolojisinin Eski Mısır’a Ön-Türk Uygarlıkları tarafından öğretildiği sonucuna ulaşılmaktadır.
Öyle ya da böyle Mısır'da yer alan piramitleri dünyada yeni doğmuş çocuklar dahi biliyorken bu bölgede yer alan ve hatta Mısır piramitlerinden eski olduğunu öne sürülen bu yapıların sırrı neden ifşa edilemiyor çok merak ediyorum. Kazım Mirşan'ın yaptığı Öntürk araştırmaları neticesinde  okunabilen Mısır hiyerogliflerini ve bu Çindeki piramitler hakkındaki tezlerini düşününce insanın aklında birşeyler şekilleniyor.
Bir bilen arıyoruz ama bakalım nereden kim çıkar.
Kendini biryerlere eklemlemeye meraklı karanlık aydınlar varken insanlık tarihin eklemlenebileceği bir tarihi gün yüzüne çıkarmaya yeltenecek birilerinin çıkacağı inancımı korumaktayım.

1.05.2009

Demokratik bir devlette asker konuşmazmış!

0 yorum
Köşe taşları ve demokrasi sevdalısı liberallerimiz öyle diyor.
Bence asker demokrasi falan tanımaz, yeri geldiğinde, söz hakkı doğduğunda paşalar gibi konuşur, aynı Başbuğ gibi.
Her topun ağzına askeri süreceksin, onlarca soru soracaksın, ithamlarda bulunacaksın, iftiralar atacaksın, zan altında bırakacaksın bütün bunlar karşısında her yerde TSKnın kendisine bağlı olduğunu söyleyen Başbakan suspus olacak, sesi çıkmayacak! Medya kalemşörleriyle, askerin sesi çıkmıyor, susmak kabul etmektir diye propaganda yapacaksın, bulduğun her fırsatta askeri siyasetin içine çekmek için elinden geleni ardına koymayacaksın!  Eee...
İktidar, bu ülke için çalışıyoruz diyerek siyaset yapacak devlet rejiminde, terörle mücadelede topu taca atacak, askeri günah keçisi ilan edecek ondan sonra asker niye cevap vermiyor diye medyadaki figana sessiz kalacak. Askerden ki eğer edinmişsen bilgiyi kamuyoyuyla paylaşmayacaksın! Ondan sonra demokrasi, sivil siyaset adına  fırtınalar koparacak Brüksel şefaatine sığınacaksın ve asker susacak.
Medyada ve siyasette öyle fırtınalar koparılıyor ki silahlı kuvvetler sanki başka bir millete hizmet ediyor. (Gerçi hizmet ettirilmeye çalışılıyor ve bu NATO belası yüzünden çeşitli şeylere mecbur kalınıyor ona da bir ara değinmek gerek)

TSK bu ülkenin bağrından yetişip filizlenmiş, asırlardan gelen askeri, siyasi, sosyal bir tecrübenin vücut bulduğu  bir kurumdur. Her şahsı bizatihi bu toprakların ve mensubu olduğu milletin evlatları olduğu şuuruyla yetişmiş kişilerdir. Hatta bilhassa bu milletin yetiştirdiği yiğitler ve liderlerdir. Daha demokrasi denen emperyalizm oyuncağı ve teorisyenleri ortalarda yokken tarihimizde askerler devlet yönetiyordu, devlet!

Şimdi medya kendi yarattığı suni soruların cevaplarını birbir, adam gibi aldıktan sonra sesleri başka yerlerden çıkmaya başladı. Gelişmiş demokrasilerde asker konuşmaz ama...
Aması ne?
Konuştu mu da kitabın ortasından konuşur.
Niye?
Çünkü demokrasi kitabın ortasından konuşacak adam zihniyeti bırakmaz da ondan!
Gelişmiş(?) demokrasi dediğin nedir? Odunlaşmış, önüne ne koyarsan onu yiyip içen, koyun sürüsü bir toplumun topyekun finans kapitalin kölesi olduğu, emperyalizmin bizatihi kendisi. Sömürgecilik karşıtı bir inancın kanıyla sulanmış bu topraklardan yetişen fidanları demokrasi sevdasıyla zehirleyebilirsin ama fazla sürmez, bağışıklık sistemi er geç bünyeden temizler o zehiri.
Asker konuşmasın istiyorsan o elindeki demokrasiyi milletin için kullanacak, askerin korumaya çalıştığı değerleri sen garanti altına aldığını göstereceksin.İslamcılık oynamayacak, milletin dinini siyasetine alet etmeyeceksin. Başka devletlerin milli çıkarlarına hizmet etmeyecek önce başında bulunduğun devletin çatısı altındaki milletin istihdamını, refahını, huzurunu temin edeceksin.

Tesadüfe bu ya,  Akşam Gazetesi Oray Eğinin köşesinden :
Taraf'çıların ne istediğini bir anlayabilsek...
Bu adamların kafası mı karışık, yoksa bu tutarsız davranışlarının patolojik bir açıklaması mı var, ya da karşılarındakini aptal yerine mi koyuyorlar? Gerçekten anlamakta zorlanıyorum.
Türk Silahlı Kuvvetleri'ne, Genelkurmay Başkanı'na ağır ithamlarda bulunuyorlar. Sorular soruyorlar, yanıt bekliyorlar.
Sonra Genelkurmay Başkanı çıkıp 150 dakika boyunca teker teker bu iddiaları yanıtlıyor, sorulara cevap veriyor, basın toplantısı düzenliyor.
Bu sefer de kalkıp 'Neden konuşuyor, neden basın toplantısı düzenliyor' diye çıkışıyorlar.
Davetli gazetecilere çıkışıyorlar, 'Neden gidiyorsun?' diye...
Hem soru soruyorlar hem de yanıt verdiği için adama kızıyorlar. Normal bir yaklaşım mı bu?

'Asker konuşur mu' diyenlere
Pazartesİ günkü Cumhuriyet'in yorum sayfasında, Alev Coşkun'un İlker Başbuğ'un Harp Akademileri'ndeki konuşmasını analiz eden bir yazısı vardı. Başbuğ'un basın toplantısına da denk gelen bu yazıda Coşkun 'Evet keşke askerler hiç konuşmasa' diyor, ama bu eleştirilere karşı da şu soruları gündeme getiriyordu. Dikkatinize sunarım:

1. Hangi demokratik ülkenin ordusu 1984 yılından bu yana terörle uğraşıyor.

2. Hangi demokratik ülkede o ülkenin kuruluş felsefesi tartışmaya açık hale getirilmiştir.

3. Hangi demokratik ülkede demokrasinin temeli olan laiklik ilkesi bu derece tartışmaya açılmıştır ve hangi demokratik ülkede iktidarda olan bir partinin, Anayasa Mahkemesi tarafından 'laiklik ilkesine karşıtlığın odağı haline geldiği' tescil edilmiştir.