Kısa dalga yayın

31.12.2008

Eski bir Türk geleneği : Çam Bayramı (Noel)

0 yorum
Çam, eskiden Türklerde mukaddes ağaç sayılırdı. Evlerde bulundurulurdu. Onun şerefine, daha üç-dört bin yıl önce, insanların putlara tapındıkları zamanlarda, bayramlar düzenlenirdi.

Bayram, ilk olarak Dünyâ’nın merkezinde, tanrıların ve ruhların dinlendikleri yerde yaşayan Yer-su’ya adanırdı.
Yer-su’nun yanında, gür beyaz sakallı bir ihtiyar olan Ülgen bulunurdu. İnsanlar, onu dâimâ, zengin kırmızı kaftan içinde gördüler. Ülgen, aydınlık ruhların reisi idi. O, altın kapıları olan altın yer-altı sarayında, altın bir taht üzerinde oturmaktaydı. Güneş ve ay, ona itaat ederlerdi.
Çam bayramı, kışın en soğuk (25 aralık) zamanında yapılırdı.
O zaman, gün geceye gâlip gelirdi. Ve güneş, toprak üzerinde daha uzun süre kalırdı. İnsanlar, Ülgen’e duâ ederler, güneşin dönüşü için ona teşekkür ederlerdi. Duâların işitilmesi için Ülgen’in sevgili ağacı olan çamı süslerlerdi. Onu eve getirirler, dallarına parlak kurdelalar bağlarlar, yanına hediyeler yığarlardı.

Bütün gece, güneşin karanlığa gâlibiyeti hâdisesi dolayısıyla eğlenirlerdi. Bütün gece “Koraçun, Koraçun” diye bağırırlardı. Böylece bayramı “Koraçun” diye adlandırdılar; bu söz, eski Türklerin dilinde, “azalsın” mânâsına geliyordu...

Gece azalsın, gündüz artsın!

Çamın etrâfında sabaha kadar “inderbay” adı verilen bir halka (dâirevî) oyunu oynarlardı: İnsanlar, güneşi sembolize eden dâireye katılırlardı. Böylece, semâvî ışık vereni (güneşi) geri dönmeye çağırırlardı. Herkes, en mahrem dileğin, esrârengiz bu gecede, değişmeden gerçekleşeceğine inanırdı.
Gerçekten de, Ülgen, bir kere olsun red cevâbı vermedi, hayatta bir kere olsun mahcup etmedi: Bayramdan sonra gece dâimâ kısaldı; kızıl güneş ise, hep, gökyüzünde daha uzun, daha uzun süre kaldı.

Çam, “Ülgen’in ağacı” diye adlandırıldı. O, tanrıların ve ruhların yer-altı dünyâsı ile insanların dünyâsını birbirine bağlardı. Çam, ok gibi, yukarıya, gökyüzüne çıkan yolu gösteriyordu... Rusça’daki “daroga”(yol), “put’ (yol) mânâsına gelen Türkçe “yol” kelimesi buradan (çamın adından= yol’-yolka) geliyor.
İşte ağacın adının geldiği yer!

Yeni yıl ağacı (çam) bayramı, bugün herkesin mâlumu! Ülgen, gerçekten, yeni bir ad –Ayaz Ata– Noel Baba-aldı; fakat onun bayramdaki rolü ve kıyâfeti aynen kaldı.

Kaftan, şapka, kuşak, deri çizme yâni Ayaz Ata-Noel Baba-’nın kıyâfeti de eski Türklerin gardırobundan. Onlar, tıpatıp böyle bir kıyâfet içinde dolaşıyorlardı. Arkeologlar, bunun doğruluğunu mükemmel bir şekilde ispat ettiler.

Ülgen, efsânelerin söyledikleri gibi, bâzan kılık değiştirirdi. O zaman Erlik adını alırdı. Bununla birlikte, Erlik’in, Ülgen’in kardeşi olması mümkündür...
Mühim başka bir şey var... Eski Türklerde Ülgen ve Erlik, iyiliği ve kötülüğü, ışığı ve karanlığı temsil ediyorlardı. Onun için, 25 Aralık’ta, bütün insanlar, hattâ en kötüler bile, iyi ve cömert olmaktaydılar. Bu târihte, Erlik, kötülük sembolüdür. O, bu gün torba içinde hediyeler getirirdi. Çocuklar da onu ararlardı. Onlar, şarkılarla dolaşırlar, tekerlemeler söylerlerdi.
Kaynak : Kıpçaklar (Murad Adji, Çev.:Fahri Unan)

29.12.2008

Bal tutan, parmağını yalasın mı?

1 yorum
Yalamasın arkadaş!
Yalayamaz arkadaş!
Atasözleri içerisinde bir çok ahlaka aykırı davranışı topluma kanıksatmaya çabalayanlar bulunuyor. Bir tanesi de şu :Bal tutan, parmağını yalar!
Bu sözü son zamanlarda çok duymaya başladım. Özellikle de şu yolsuzluklarla ilgili muhabbetlerde insanların tavrı artık bu yolsuzlukları kanıksadıklarını gözler önüne koyuyor. Sanki kamu hizmeti görmek, nüfuz ve imtiyazların şahsi menfaatler lehine istismarına icazet veriyor. Adı üzerinde arkadaşım kamu hizmeti! Sen kamunun kaynaklarını kamu için kullanacaksın.Kamu görevi kamu kaynaklarından ve vatandaştan nemalanma yeri değil, kamuya hizmet yeridir. Bulunduğun makamı imtiyazları yönünden şahsi menfaatlerine yontamazsın. Önceleri çok duyardık şimdi ise duymak hayal oldu parmak yalama zihniyetiyle birlikte : Tüyü bitmemiş yetim hakkı.
Ne tüyü bitmemiş yetimden ne de hakkından söz eden var.
-Ne var yani, adam şunu şunu yapmış bir de kendine şu faydayı sağlamış, olmasın mı? Bal tutan, parmağını yalar! 
-Yok kardeşim, yok! Yalayamaz. Kamu hakkı da malı da bir kavanoz süzme bal değildir.
Nerede kaldı ahlak, hak, hukuk, adalet?

28.12.2008

Biri ecdadıma saldırdı mı boğarım

0 yorum
Zulmü alkışlayamam, zâlimi aslâ sevemem
Gelenin keyfi için geçmişe kalkıp sövemem
Biri ecdâdıma saldırdı mı, hattâ boğarım...
Boğamazsın ki!
Hiç olmazsa yanımdan koğarım.
Üç buçuk soysuzun ardında zağarlık yapamam;
Hele, hak nâmına haksızlığa ölsem tapamam
Doğduğumdan beridir âşıkım istiklâle,
Bana hiç tasmalık etmiş değil altın lâle
Yumuşak başlı isem, kim dedi uysal koyunum?
Kesilir, belki, fakat çekmeye gelmez boyunum.
Kanayan bir yara gördüm mü yanar tâ ciğerim,
Onu dindirmek için kamçı yerim, çifte yerim.
Adam aldırma da geç git, diyemem, aldırırım.
Çiğnerim, çiğnenirim, hakkı tutar kaldırırım.
Zâlimin hasmıyım amma severim mazlûmu…
İrticâın şu sizin lehçede ma’nâsı bu mu?
M.A.Ersoy

72. Ölüm yıl dönümünde rahmetle anıyorum. Allah mekanını cennet eyler inşallah!

Vur İsrail vur!

2 yorum
Vur vur!
Obama'nın şerefine vur!
İsrail'in Gazze bombardımanı, Barack Obama zaferinin kutlamasıdır.
ABD de bile Obama'ya oy verenler yavaş yavaş onun da sistemin bir parçası olduğunu ve ellerinde öyle uçuracak barış güvercinleri olmadığını görüyorlar artık. Belki kendisi de bunun farkına varmıştır ama çok geç, teslim olmuştur bir kere başkanlık sevdasına.
Suudiler ABD'nin müdahale etmesini istemişler. Oldu! ABD daha kendi uçkurunu toplaycak durumda değil, Aden körfezindeki korsanlara(?) karşı bile anlı şanlı ABD donanması gık çıkaramazken kalkıp da İsrail'e dur diyecek ha!
El Fetih, Hamas'ın koltuk ve otorite sevdasına yüzbinlerce insan can verdi orta doğuda, başlarında lider olarak gördükleri adamlar da, Arap dünyası da masum değil bu konuda İsrail kadar mesuller bu kaostan.
Sinanoğlu doğru demiş: ABD'nin kimseye gık çıkaracak hali kalmamıştır. Bu durum dünyada başgösterecek muazzam dehşetin ilk adımlarıdır. Hadi bakalım yüce Başbakan göster bakalım maharetini, nasıl göstereceksen artık? Amerikan Musevi Komitesi boşuna vermedi o cesaret ödülünü sana! Aslında düşünüyorum da bu komitenin El-fetih ve Hamas liderlerine de bu ödülden vermeleri gerekiyor.

27.12.2008

İlk Kürtçe seks filmi

0 yorum
Kürtçe seks rekor kırdı.
Habere bakar mısınız? 2003 Kasım ayında gazetelere yansımış bir haber: Kürtçe yasağının kalkmasıyla girişimcilerim, Kürtçe sevdalılarının(?) aklına ilk gelen şey nedir? E rekor kırdığına göre:
Seks filmi!
Demek ki insanlar Kürtçe konuşulmayan bir seks filminden keyif alamıyorlarmış.
Aman da ne kadar kültürel ve zaruri bir ihtiyaç karşılanmış. Kürtçe konuşan insanların da hasretle beklediği bir gelişmeydi; yasak kalksa da ilk seks filmini bir seyretsek diye insanlar sokağa dökülmüştü sanki. Seks filminde dil ne kadar da önemli, öyle değil mi? Gazeteler de bu gelişmeyi dört gözle bekler gibi haber yapıvermişler.
Benim asıl değinmek istediğim nokta budur işte: Kürtçe sevdalıları(?).
Kendilerini temsilcileri olarak gördükleri Kürt halkının tek sorunu buymuş sanki, dil! Değil arkadaşım değil. Kürtçe sadece bir araç insanları tavlamak için. Bu konuda daha önce yazmıştım.
Merak ettim şimdi: Yapımcılar daha önce söz ettikleri diğer filmi de çekmişler mi acaba? Başvursalar, AB kesin bunlar için bir fon ayarlardı. İnsanlar, işsizlikten açlıktan figan ediyor bunlar düşmüşler Kürtçe ile şehveti tatmin etmenin peşine.

TRT 6 ve Türkçe

0 yorum
TRT 6 kanalında test yayınıyla birlikte Kürtçe yayın başladı. Test yayınında Kürtçe klipler, şarkılar ve filmler gösterilmeye başlandı. Fakat bence asıl önemli olan TRT bünyesinde Kürtçe yayın yapılması ve Türkçe'nin hiçbir şekilde yer almamasıdır. Test yayını esnasında çeşitli tv eleştirmeleri ve şahsiyetlere görüşleri sunularak Türkçe konuşmaları kısılıp doğrudan Kürtçe yayınlanmaktadır. Eminim ki bu resmi dil ile tezat oluşturmaktadır. Bir devlet televizyonunun resmi dil dışında diğer dillerde resmi dilden arındırılmış bir yayın yapması hukuki bir açmaz oluştrumaktadır. Yayın dili hakkında TRT kanununda Türkçe dışında başka bil ve lehçelerde yayın yapılabilir deniyor ve  yönetmelikte ne kadar düzenleme yapılsa da kendi içinde çelişkiler içermektedir.
Daha önce yapılan başka dil ve lehçelerdeki  süreli yayınlarda Türkçe altyazı kullanılması AB tarafından eleştirildi ve o zamanlar yetkililer tarafından gerekli tavır konulmuştu fakat şimdi görülüyor ki o zaman konulan net tavır güme gitmiş. TRT 6 daki Kürtçe yayında Türkçe altyazıyı bırakın Türkçe konuşanların bile sesi kesilmekte. Yani o zamanki tavır bir göz boyamaydı bu kesin.
Bu resmi dil konusunda bir tavizdir ve dikkatsizlik vb şekilde savunulamaz. Kürtçe yayında Türkçe altyazı yer almalıdır aksi durum yapılan yayın dilinin devlet nezdinde uygulamada  resmileştirilmesidir. Bundan sonrası hukuki olarak çok dilli bir devlete doğru gitmektedir. 
Basın, yayında Kürtçedeki X,Q,W harfleri eleştirilemektedir. Madem Kürtçe yayın yapılıyor o zaman o dilin harfleri illa ki kullanılacaktır ben bunu o kadar dikkate değer bulmuyorum asıl öenmli olanın salt Kürtçe yayın yapılması olduğu kanaatindeyim.

26.12.2008

Ne baskıymış bee!

0 yorum
Baskı yapacak mahalle mi kaldı allahisen?
Tutturmuşlar bir mahalle baskısı, bastıran kendi tarafına çekip duruyor. Yok mahalle baskısı vardı, hayır yoktu! Ağırlıklı olarak iktidardaki dinci tayfanın sergilediği dile getiriliyor.
Arkadaş; bir toplumda gruplaşma, cemaatleşme varsa elbetteki grubun dışında kalan karşı tarafa doğru da bir baskı olacaktır. Bu bir aileden tutun da mahalleye oradan şehire oradan siyasete ordan da ülke sathına yayılan bir zıkkımdır işte.Mardin, dünyada böyle bir kavram yok demiş. Aman ne iyi, öne geçmiş olduk sosyoloji literatürü bakımından. Argoda bir tabir vardır: Basana basarlar. Bir zaman iktidar senden yanaydı sen bastın şimdi iktidar ondan yana elbette ki o basacak, çünkü içinde kuyruk acısı var, hıncı var.(O erdemi gösterebilseler de hınçlarının, aşağılık duygularının esiri olmasalar. Neeerde?)

Aşırı dincisinden, aşırı laikine her grupta bu lanet baskı karşı tarafa doğru baş gösteriyor işte. Ne evirip çeviriyorsunuz?
Çözüm mü? Elbette ki hoşgörü. Sen hoşgörülü olur da nüfuzun ölçüsünde dışarıda kalanlara baskı uygulamazsan gün olup da senin dışında kalanlar iktidara geldiklerinde ya da çoğunluğu sağladıklarında da sana baskı uygulamaz. (Tabi bu genelleme; baskı unsurlarını elinde tutan insanın ahlaki seciyesine kalmış. Ama ben en başta hoşgörüyü kendilerine dinci, dindar, mütedeyyin artık ne şekilde isimlendirmeyi uygun görüyorlarsa onlardan beklerim.)
Dincinin baskısından dindar, mütedeyyin insan zarar ve sıkıntı görür benim en büyük endişem budur. Ülkedeki laik-dinci inatlaşmasında başı çekenler yüz binlerce insanın bu fil tepişmesinin altında kalmasına sebep oluyorlar.

25.12.2008

Gençliğimize tüküreyim

2 yorum
Sadece kendi gençliğime değil, tüm Türk gençliğine tükürüyorum. Şu iki ihtiyar kadar cesaretimiz yok. İki ihtiyar diyorum ama asıl gençlik onlarda bizim ruhumuz kefterlemiş.
Çığ 95, Karaca 87 yaşında. Bu yaşlarında memleket toprağının kadrini kıymetini bilen iki insan memleket topraklarının satılmasına karşı belki de en etkili eylemi gerçekleştiriyor. Ekran başında tüylerim dikenlendi ve gençliğimden utandım. Sizin gibi insanlara bu vatan adına kurban olunur be! Yaşlarına hürmeten meclis polisi - pankartlarına el koysa da- sert çıkamıyor. Belki gençlik veya başka birileri meclisin kapısına dayansaydı bu kadar hoşgörüyle karşılanmazlardı. Bu bizler için bir fırsat, bir topluluğun yapamadığı bu eyleme hepimiz sahip çıkmalıyız, çıkmak zorundayız.

21.12.2008

ABD başkanı ve Kung-fu

0 yorum
Belki biraz geç oldu ama ben de yeni buldum. ABD başkanlık seçimleri yarışına atıf yapılan bir oyun. Şahane ya! Oyunu oynarken ortaya çıkan sürprizler gülmekten çatlattı beni. Palin'in dünayada egemenlik kurma için silahlı kuvvetleri artırma, Obama'nın barışsever söylemlerinin temsili beyaz güvercinler gibi adayların seçim yarışında ortaya koydukları poltikalarla ilgili şahane savaş araçları eklemişler. En çok zorlayan Obama ve Bush oldu. Hillary ile dövüşürken şahane bir sürpriz çıkıyor ortaya, şaşırmayın.

20.12.2008

Dünyaya mermer çakmayacağım

0 yorum
Mezarlıkları hepimiz biliriz; eskileri oldukça düzensiz, alelâde olsa da yenileri site blokları gibi oldukça düzenli. Hatta Kıranköy'ü son gördüğümde giriş kapısına bir bilgi merkezi koymuşlardı. Kiosktan meftunun adını girdiğinizde size mezarının krokisini tarif ediyordu. İlginç geldi bana.

Mezarlığa her gidişimde yüzümde engel olamadığım bir gülümseme başgösteriyor, bu durumu yanımdakilerin tavrı sayesinde farkediyorum.

Ziyaret edeceğimiz mezara doğru ilerlerken etraftaki mezarların başında sergilenen hengâme düşündürüyor beni. İnsanlar, ellerinde su bidonları suratlarında, belki meftun yaşarken istediğinde surat yaparak verdikleri bir bardak suyun mahcubiyetiyle telaşlı telaşlı mezara doğru koşturuyorlar. Mezar mermelerini deterjanlı su ile yıkıyorlar ve mezarın köşelerindeki sulukları temizleyerek kuşlar için dolduruyorlar. Mezar taşlarını öpenler, kucaklayanlar... Acaba meftun hayattayken kaç kere canım diye sarılmışlardı babalarına, analarına, kardeşlerine?

Hem sonra mezar taşları... Bazılarında şuranın eşrafından,şuradan emekli, bunun mahdumu, şunun eşi vs namlarıyla şecereleri yazılı sanki o tarafta künyesi sorulacak da buradan kopya veriliyor, bu taraftaki nüfuzunun bir faydası olacakmış gibi.

Olmayan bir kabir azabında, meftunun acısını azaltması için ağaç dikmeler, ölünün ruhunu incitir diye mezar üzerindeki otlara dokundurtmamalar!

Vs. vs. Daha taşın işlenemediği dönemlerde ve ekolojinin bozulmadığı zamanlarda dayanıklılığı daha az ama işçiliği kolay ağaç mezarlar yapılmış Mezopotomyada. Eskilerde çeşitli Türk boylarının önde gelenlerinin (Daha doğrusu ölenin ardından dikilen anıt - Balbal) mezar taşlarında sağ kalanlara dünya hayatına yönelik öğütler yer alırmış. Bir zaman sonra mezar taşlarına çeşitli motifler ( Koç, aslan vb) işlenmeye başlanarak öğütler taşlarda yer kaybetmiş. Zaman sonra ölenlerin dünyada nüfuzunu, kıdemini, makamını gösteren (Geri kalanlar tarafından bir gurur vesilesi olacak şekilde) simgeler kullanılmaya başlanmış. Şimdiki mezarlarda da benzer şecereler kullanılıyor. Şecereler de bir tarafa maddi imkanlar ne kadarına el veriyorsa o kadar görkemli (sadece büyüklük olarak) mermer mezarlar (Baş ve ayak taşlarıyla birlikte) yapılmakta. Estetik desen yok, sanat desen yok, gelecek nesillere devrinden bir satır olsun miras yok. Benim sıkıntım bu mu? Hayır değil sadece aklıma gelmişken söyleyeyim dedim, madem birşey yapılıyor bir anlamı olsun isterdim. Artık mezarlıklar bile anlamını yitirmiş, mermer sitelerinden başka birşey değil.

Uzunca zamandır düşünüyorum!
İslam dini; bugün ölecekmişsin gibi ahirete, hiç ölmeyecekmişsin gibi bu dünya çalış der. Deyimlerimize bile bolca girmiştir; yalan dünya, fani dünya gibi.
Peygamber Efendimiz (s.a.s) İslam’ın ilk yıllarında kader inancı tam oturmadığı ve cahiliye alışkanlıkları hayattan tam sökülüp atılamadığı için kabir ziyaretini yasaklamış ancak daha sonra buna müsaade etmiş hatta kabir ziyaretini teşvik etmiştir. “Ben sizi kabirleri ziyaretten men etmiştim. Artık onları ziyaret edebilirsiniz. Çünkü onlar size ahireti hatırlatır.” (Müslim, Cenaiz 106; Ebu Davud, Cenaiz 81)
Peygamber Efendimiz kabir ziyaretine müsaade ederken bu hükmün illeti olarak, bu ziyaretin kişiye ölümü ve ahireti hatırlatacağını zikretmiştir. Buna göre dünya hayatının debdebesinden uzaklaşarak mezarlıkları ziyaret etmek; kişiye dünya hayatının fani olmasına bedel baki olanın ahiret yurdu olduğunu fısıldayacak, önünde duran mezarlarda yatanın bir gün kendisi olacağını hatırlatacak ve böylelikle yaşadığı hayatın değerini daha iyi anlamasına vesile olacaktır. Çünkü mezarlıklar ibret mahalleridir. Aldatıcı dünya hayatı içinde çoğu zaman unutulan ölüm düşüncesinin çepeçevre kişiyi sardığı yerlerdir. Dünyanın cazibedar güzelliklerine aldanmayarak müstakim bir hayat yaşamak için vazgeçilmez olan rabıta-i mevt düşüncesinin en canlı yaşandığı yerdir kabristanlar. Kabir ziyaretinin, derin bir muhasebe ve murakabeye dalarak insanın sergüzeşti hayatını gözden geçirmesi ve eksiklerini telafi edebilmesi açısından da önemi büyüktür.

Tabii ki ifade edilen bu faydalar, ibret almasını bilenler içindir. Yoksa kişiyi kalın bir gaflet perdesi bürümüş ve her yönüyle dünya hayatına boğularak varı yoğu dünyasını imar etmek olmuşsa, böylelerine kabrin de ölümün de ifade edeceği hiçbir şey yoktur. Dolayısıyla kabir ziyaretinden istenilen maksadın hâsıl olması için şuur ve düşüncenin açık olması lazım ki o esnada ölümü, kabir hayatını ve ahiret menzilleri ve buralarda karşılaşacağımız zorlukları düşünebilelim.
Kıyamet gününe kadar meftunun ruhuna dua edilebilir, çeşitli fıkıh alimleri bunun da meftun ruhuna faydası olacağını dile getiriler.Kuranda bu konuya ilişkin kesin bir ifade olmamasına rağmen hadislere dayanılarak böyle bir bilgi verilir.
Peki sadece ölümü  hatırlamaya yarayan bir yer için bu kadar çaba nedendir niyedir? Bir mezar, eğer türbe değilse en fazla ailenin iki kuşağı (Çocuk ve torun) tarafından ziyaret edilir ondan sonra (Süre taş çatlasın, seksen senedir) unutulur gider. Daha önce de dediğim gibi ne tarihi ne edebi ne de sanatsal bir değer taşımadığından şehir mezarlıkları kimse tarafından da korumaya alınacak durumda değildir. Sorun bakalım ananıza,  babanıza; dedesinin, nenesinin mezarı nerdedir, bilen var mı?

Ruhları da dünyaları gibi taşlaşmış bir toplumdan ne beklenirdi ki? Taşa dönmüş kalplerin, ruhların ölülerin şahsında kendini tatmin meydanıdır ölümün simgesi mermer mezarlıklar.
İşte bu sebeplerledir ki ben ruhumun olmayacağı bir yere mermer çakmayacağım. Evladım olur da benden sonra başına gelip bir ağaç, iki damla suyla ruhunu teselli edecekse onu da mermerden bir mezarın başında değil, hiç kimsenin  yok etmesine izin vermeyecek ahşap bir mezarın başında yapacaktır.

Özürlü aydınlar neyin peşinde?

0 yorum
Geçen cuma akşamı başlayıp cumartesi sabahına sarkan Ceviz Kabuğu programında konu Ermeniler ve özür meselesiydi. Konuklar Özcan Yeniçeri ve Doğu Ergil.
Bilal Şimşir'di
Doğu Ergil, "Özür diliyorum" adlı kampanyaya imza atmış bir kişi olarak katıldı programa. Metni kendisinin yazmadığını, fikrinde ve zikrinde yer etmiş, değerleri karşıladığını düşündüğü için metni imzaladığını belirtiyor. 6-6.5 saatte ancak dile getirebildiği meramının iki cümle ile dile getirildiğine nasıl kanaat getirdiyse artık?
Ermeni soykırımı yalanını desteklemediğini, zamanında Türk ve Ermeni halklarının neler yaşadığını bildiğini (Artık nasıl bilmekse, telefonla programa katılan konukların anlattıklarını ağzı açık, hayretle dinliyor ardından sorularını soruyor ve kapak gibi cevapları alıyordu.) bu metnin altına imza atarken asıl amacını şöyle izah ediyordu: Ben milli mücadele döneminde çetecilik yapan, masum insanları katleden eşkıyadan değil, zamanın ASALA'sından değil, Ermeni diasporasından değil, Ermenistan'da yaşayan geçmişte zuhur eden hiçbir olayla tarihi bağı bulunmayan masum Ermenilerden özür diliyorum.
Ey hoca adama sormazlar mı? ASALA dediğin ne için kan döktü? Bugünkü  Ermenistan'ın temelini ben mi attım yoksa o özrünüzün içine girmediğini belirttiğiniz ASALA mı?
Tarihe iki yönlü bakıp, biz milli mücadele verirken Ermeniler'in de bağımsız bir devlet hülyası ile bu tür mezalimlere giriştiğinden dem vurarak, Fransızların oyununa geldiklerinden bahsetti.
Devletlerin politikasından ziyade halkın politikasının dikkate alınması gereğinden bahsetti. Özür dilediği insanların bu sorunların çözümünde anahtar rolü olacağından ve süre verilmesi gerekeceğinden bahsetti.
Ben de o zaman Doğu Erdil ve benzer duygularla o metnin altına imza atan insanlara soruyorum: 6.5 saatte anlatmaya çabaladığınız  fikirlerinizi; acıları yaşamış Türk milletine, Ermeni milletine üç cümle ile anlatabildiğinize inanıyor musunuz? Yine o üç cümle ile Ermeni tehcirini kendileri için siyasi bir baskı unsuru olarak kullanana devletlere meramınızı anlatabildiğinizi ve buradaki iyi niyetinizin devletimiz aleyhine suistimal edilmeyeceğine ihtimal veriyor musunuz?
Ermenistan  devlet başkanının azğından çıkan "Türkiye'den toprak talebimiz yoktur" sözünün bir devleti bağlayacağından dem vuruyorsunuz fakat Ermeni Anayasasında atıf yapılan Bağımsızlık Bildirgesinde hala daha Ermeni soykırımının uluslararası arena tanıttırılmasının ve Doğu Anadolu'nun Ermenistan toprakları olduğu maddeleri hala daha durmakta.
Paris Antlaşması ile toprak bütünlüğü garanti altına alınan Osmanlı'nın topraklarının, devlet temsilcileri tarafından resmen imzalanmış olmasına rağmen yok sayılması gibi bir olay tarih sayfalarında yer almaktayken siz bir şifai beyanın bağlayıcılığına nasıl inanabiliyorsunuz?

19.12.2008

Kıranköy'ü anımsama

0 yorum
işte getiriyoruz,
dünyaya verecek nefesi kalmayan
sahte sevgilere maruz
riyakarlıklar içinde kaybolmuş
bir oğlun evinden bir diğerine kovulmuş
altmış veya yetmiş
yaşı farketmez
sonunda bir insan
dünyadan el ayak çekmiş
dilinde söylecek bir kaç kelimesi varken
hep yüz çevrilen ve ihtiyarlığından dolayı
artık kendilerine yük olduğu düşünülen
bir fani meleği
getiriyoruz sana
kıranköy...

14.12.2008

Bilgi: Mesaj alındı.

0 yorum
Ey yüce Yaradan!
Bu biçare kuluna reva gördüklerin yüreğini yaralıyor. Sabır taşı bile bağrında çatlayacak.(Benden daha iyi bilirsin)
Ben, herşeyi bir işaret olarak görme huyundan vazgeçmeliyim. En son bunu anladım, akışına bırakmalıyım hayatımı.
İşaret olarak kendimce yorduğum ne varsa tersine işaretler de günü aşmadan karşıma çıkıyor. Bu kadar mı seviyorsun beni ya Rab?

13.12.2008

Sponsor güdümünde AROG bu kadar olur

0 yorum
Ne başlık atmışım be! (Öyyyle bakarsın elbet) Altına bir şey yazmasam da aklımdan geçenleri izah etmiş. A.R.O.G.dan bahsediyorum elbette.
Çok belli oluyor ama kaaaaaardeşim.
Bir senaryo  bu kadar da sıkılmaz ki ama değil mi?
Mesaj, mesaj, mesaj...
Kaygı, kaygı, kaygı...
Nereye kadar? Nah işte filme girene kadar!
Kıroyum emmeee para bende, demiş açık açık Türk telekom.
Hadi bu seferlik Cem Yılmaz albenisiyle yutturdunuz filmi peki ya sonrası? Jübile miydi bu yoksa Cem Yılmaz için?
Hele şu ecnebi filmlere ve yerli filmlere göndermeler yok mu?
- Yalaaaan söylüyorsun! (Kadirizm kabilinden)
Yok valla öyle. Farzet ki adam seyretmemiş o filmleri, n'olcak o zaman senin o çözücü gerektiren şakaların? Yeşilcam kalıpları da bir yere kadar. Hele CMYLMZ gösterisi şakaları, ıyyy. Filmi tek başına birine seyrettir bak bakalım bir iki ıhı ıhıdan başka bir tepki alabilecek misin? Toplum psikolojisi işte!
En azından eğlenceliydi. Gülmekten çatlatmıyor insanı ama 5-10 dk biraz olsun eğlendiriyor.

7.12.2008

Eski bayramların yerini biliyorum

0 yorum
Bayramların beylik serzenişidir : Nerde o eski bayramlar?

Gencinden yaşlısına hepimiz bir arayış içerisindeyiz, "nerede, nerede o eski bayramlar?" diye. Hiç düşündünüz mü acaba bu soruyu sorarken neyi aradığımızı? Gerçekten eski bayramları mı arıyoruz?

Eski derken neyi kastediyoruz, bayramları mı kendimizi mi?
Eskiden, uzakta olan sevdiklerimize ulaşmak şimdikinden çok daha zordu. Bayram kutlamak için, bayram kartları yazılır, göndermek için postanelerde sıraya girilirdi. Bazen bayram kartı yerine yeni doğan çocuğun, askerden dönen yeğenin, evlenen kızın, ailenin bir arada fotoğrafın arkasına kutlama temennileri yazılarak gönderildi. Şansı olup da telefon bağlatmış olanlar düşürebilirlerse karşı tarafla bir kaç dakika telefonda bayramlaşırlardı.

Ulaşım imkanları daha da kısıtlıydı bugüne göre. Trenden yer ayırtmayı başarabilirsen ne ala yoksa bir dünya para ayırıp otobüsle memlekete, büyüklerin yanına gitme imkanı sağlanabilirdi.

Peki şimdi? Bilgisayardan iki tık tıkla karşındaki insan görüntülü olarak karşında, her dakika telefonla görüşme imkanı var. Ulaşım desen uçakla seyahat fiyatları otobüslerden neredeyse daha ucuz, zamandan bile kazanabiliyorsunuz.

Peki hasretin mesafesini bu kadar azaltan imkanlar elimizin altında iken neden hala daha geçmişe öykünüyor, hasretini çekiyoruz?

Endişelerimiz bugünkülerden çok daha farklıydı, samimiydi. Çünkü o zaman ki endişelerimiz; sevdiklerimizle aramızdaki mesafeler, sevdiğimizin iki dakika olsun sesini görebilmek, yeni doğmuş yeğenin fotoğrafını görebilmek ve küçükler için büyüklerden alınacak bir kaç lira harçlıktı. Bugünlerde el öpmek çağdışı bir gelenek haline geldi. Sadece yaşlıların gönlünü almak ve bir an önce inzivaya çekilip kafayı dinleyebilmek için yerine getirilip bir an evvel  kalabalıktan sıyrılınması gereken bir gelenek. Kucaklaşmak, sevdiğine sıkıca sarılmak bile abes hale geldi. Kendimizi, sevgiyi, bir arada olmayı, muhabbeti, paylaşmayı unuttuk...

Bugün geçmişe nazaran bir çok imkan olmasına rağmen hasretlerimizi, hasletlerimizi kaybettik, endişelerimiz, beklentilerimiz değişti. Geçmişte zamanın büyük kısmını kendimize ve sevdiklerimize ayırabilirken bugün hayatımızı devam ettirebilmek için işimize ayırmak zorundayız. Tamamlanacak tasarılarımız, yetiştirilecek siparişlerimiz, bitirilecek işlerimiz, gönderilecek -epostalarımız, hazırlanacak raporlarımız bize fırsat vermiyor. Kafamızı kaşımaya dahi vakit ayırma imkanı vermeyen iş dünyamız bir-iki günlük bayram tatillerinde hasretlerimizi gidermeye değil kendimize bir nebze olsun bütün dünyadan sıyrılıp nefes almaya zorluyor.

Geçmişe göre üretim yapıları, tüketim yapıları, mesafeler, imkanlar,duygular ne varsa değişti, bayramlardan başka.

Evet doğru anladınız, bayramlar hiçbir yere gitmedi. Hepimiz sadece üstünü örttük, görmezden gelebilmek için.
Nerede o eski bayramlar? Eski bayramlar kalbinizde, sadece üzerindeki örtüyü kaldırmanız yeterli.Kendimizi kandırmayalım...

6.12.2008

Erkeklerin ateşle imtihanı

0 yorum
Birçok gazete ve tv haberine de konu olmuştur; ateşle oynayan çocuk evi yaktı, samanlığı yaktı vs.
Kendi çocukluğumu hatırlıyorum; bir zaman evdeki çekyatın arkasında gizli gizli kibriti yakıp seyrederken çekyatın arkasındaki bezin bir ucunun tutuştuğunu ve bez tamamen yanana kadar zor söndürdüğümü hatırlarım. Annem temizlik yaparken farketmiş bir şekilde kapanmıştı olay. Yine çocukluğumda yaz tatilinde köyde derede balık tutarken ne için yaktığımızı hatırlamıyorum bir tarlayı tutuşturmuştuk da elbiselerimizi ıslatıp alevleri döverek ancak söndürebilmiştik. Ta köyden bile yanık tarla belli oluyordu tabi o olaydan da bir şekilde yırttık kalmadı üzerimize. Sonrasında sokakta bulduğumuz kağıtları, kaldırım kenarlarında biriken kavak pamukçuklarını ne bulursak yakıyorduk. Şehrin ortasında, bakkalın deposundan meyve kasalarını yürütür, sokak ortasında yakarak üzerinden atlardık.

Erkek olup da çocukluğunda ateşle oynamayan veya bir yeri tutuşturmayan pek yoktur sanıyorum.Varsa da bence o erkek değildir. Şaka bir yana ciddi ciddi erkek kısmısının çocukluğunda baş gösteren bu ateşle oynama sevdasını seciyesindeki yok etme tutkusuna bağlıyorum.

Çocuk psikologları; (genelde erkek) çocuklardaki bu ateşe yatkınlığı psikopatolojik bir hastalık olarak tanımlıyor. Demek ki bütün erkekler olarak, kafadan dünyaya ruh hastası olarak geliyoruz.  Bilim, hastalık deyip çıkıyor işin içinden ama bence o kadar basit değil başka bir unsur var bu ateş işinde.

Düşünüyorum, ateş deyince aklıma ilk gelen şeytan oluyor. Dumansız ateşten yaratıldığı bilinir. (Kur'an-ı Kerim,Sâd 76) Bu ne demeye geliyor? Ben bu durumda şeytanın, akıl çelme konusunda erkekler üzerinde kadınlara göre daha etkili olduğunu düşünüyorum. Çocukluktan başlayan bu zayıf seciye insanın kendini ve şeytanı kavrayabilmesiyle yavaş yavaş ortadan kalkıyor. Fakat nefsini törpüleyemeyen insanın içindeki bu ateş tutkusu ilerleyen yaşlarda daha da etkili şekilde baş gösteriyor.
Erkek, şeytandan kendini korumakta acizlik, irade zayıflığı gösterdiği ve diğer erkeklerdeki bu zayıflığı da bildiğinden dolayı ailesindeki hanım kısmısını diğer erkeklerden sürekli saklamak ihtiyacı hissediyor ve sonuçta yüzlerce yıldır üst üste binen bu zayıflığı örtme çabaları hatun kısmısı üzerinde bir baskıya dönüşüyor. Bu baskı özellikle hatun kısmısı üzerinde olmasına rağmen başka şekillerde erkeğin gizli baskı sebebi olarak baş gösteriyor.
Sonuç olarak erkek kısmısı, kendi iradesine sahip olamadığı, dizginleyemediği için sürekli onu tahrik edecek unsurları göz önünden ötelemek, saklamak, ihtiyacı gösteriyor. Bu dediğim elbette ki iradesinin zayıflığının farkına varıp onunla savaşamayan ama tahrik unsuru gördüğü şeyleri göz önünden kaldırmaya yönelik eğilim gösteren bir tip. Bir de başka bir tip var ki bu da bu zayıflığın farkında olmayan ve sürgit aileyi, toplumu, milleti, insanlığı, dünyayı şeytanla kolkola perişan edecek zulmü fiilen ortaya tiptir.

Erkeklerin ateşle imtihanı; aileden tutun da insanlık varlığının üzerindeki karabasandır. Bu imtihandan başarıyla çıkmak ise bir insanın nefse, şeytana yenik düşmeyip merhameti, iyiliği, hoşgörüyü, tevazuyu, kanaatkarlığı ortaya koymasıyla mümkün olabilir kanımca.

5.12.2008

Özürlü aydınlar

1 yorum
Ülkemiz aydınlarını(?) anlamakta zorluk çekiyorum, yeteri kadar liberal demokrat olamadığımdan mı? Kesin, AB normlarına uyduramadık gitti şu demokratlığımızı!
Ülkemizin  özür dileme komisyonu tarafından geleneksel hale getirilen "soykırım için özür dilerim" etkinliklerinin bilmem kaçıncısı tekrar başladı.  Acaba diyorum ben de ottan boktan, altından kalkamadığım veya araştırmak için götümün yemediği veya nemalanacağım bir yer bulup onların tezlerini savunmak amacıyla, milletime atılmış ne kadar iftira varsa hepsi için bir özür dileme komisyonuna girsem, aydın olur muyum acaba? Ya da şöyle geçmişin kurucu unsurlarını, Osmanlıyı, Selçukluyu vs kökten reddedip ondan sonra günah çıkarmak maksadıyla hatalarını(?) kabullenip yine bir özür dileme seansına katılsam, milletimin bağrından tarihinden Brükselin şefaatine sığınsam beni de AB nin aydınlar kulübüne alırlar mı?

Yoook yağma yook, beni elbette almazlar. Çünkü benim akademik veya basın gücüm olmadığından adamların tezlerini savunmak için verdiği kaynakları harcayacağım bir bilimsel araştırma ortamım yok.
Dileyin kardeşim dileyin! Özür mü şefaat mi ne diliyorsanız dileyin ama benim ve milletimin adına değil. Kendi adınıza kendi tarihinizden ve inandığınız etik değerlerden.
İşgal vakti ananızı bellemek için sıraya girmiş adamlardan özür dilemeyi içiniz kaldırıyorsa, dileyin tabi.
Hatta diyorum zamanında deli fişek ittihatçılara gazı veren Almanlara bir el uzatsanız, geçmişleri adına özür dilemeyi pek bi severler. Belki o zamanki pişteklerini hatırlar da sizin yerinize dahi özür dilerler.
Bağlantılar : 1 2 3 4

1.12.2008

İran idam cezasını beceremiyor

0 yorum
Belki de "İran neyi becerebilmiş ki zaten?", diye soruyorsunuzdur içindizden. Orası farklı bir mesele.
Şu uygar dünyada tahammül edemediklerimin içerisinde ceza hukukunun suçluları ıslah etme sevdası geliyor. Suçluyu, hele ki cinayet, tecavüz, ırza geçme (çocuklara karşı yapılanlarını aklıma bile getirmek istemiyorum) gibi suçları işleyenleri  ıslah etmeye çalışmak topluma ve suç mağdurlarına karşı işlenmiş bir suç gibi geliyor bana. Caydırıcılıktan öte suçluyu teşvik etmeye yönelik cezalara tahammül edemiyorum.

İdam gibi cezanın infaz şeklini de önemsiyorum:
Yağlı ilmek boğaza geçirilir. Birkaç basamak ile yüksek bir nesneye çıkarılır. Bu sandalye olabilir. Ayağını yerden kesecek kadar. Bir tekme atılır ve kişi sallanır.(sallanma tabiri) Bu idamın felsefesinde ip tıpkı bir köleye ve köpeğe takıldığı gibi boyna takılır. Mesaj şudur: "Sen işlediğin suçla şeytanın bir kölesisin. Bunu boynuna takıyor ve hayatına son veriyoruz."

Ayakla tekme ise işlediği suçtan ve günahtan dolayı hakir görmeyi simgeler.*
Bu yüzden İran'ın ve benzer ülkelerin  idam cezalarını infaz görüntüleri midemi bulandırıyor. Cezanın infazı, insanın varlığına son verirken dahi saygı uyandırmalı cezayı kesen otoritenin insanlığa duyduğu saygı açısından. Bir vinçin ucunda sallanan bok çuvalı gibi asılmış cesetleri teşhir etmek idam değil bir rezillik ve o cezayı kesen otoritenin suçu cezalandırmaktan ziyade toplumu cezalandırmasıdır. Başta da bahsettiğim gibi suçları işleyen suçluyu ıslah etme çabası hem insanın varlığını hem de oluşturduğu toplumu yok saymaktır bence. İdam cezasını uygulamamak, kaldırmak bence ilkelliğin ta kendisidir.

30.11.2008

Siyasetin çarşafa dolanması

0 yorum
Başlıkla, siyaset gündemi müsemma olmasa da bu namünasip tabir, CHP'nin katılım töreninde çarşaf giyinmiş hanımların partiye kabulünü temsilen takılan parti rozetine atıfla çirkin bir şekilde kullanılmakta.

Devrim yasalarına atıf yapılmakta ki; devrim yasalarında kadınların kılık kıyafetine yönelik hiçbir kısıtlama bulunmamaktadır.

Çarşaf giyilmesi; genellikle doğudaki Erzurum, Van, Ağrı gibi  İran'la bir zamanlar sıkı ilişkilerin yaşandığı illerimizde baş göstermiş ve iç göçler sebebiyle ülke sathına yayılmış kültürel ve sosyolojik bir vakadır. Gençleri bilemem ama çarşaf giyen 50 ve üstü yaşlardaki hanımlara çarşafı çıkarın demek, dinin dön demek anlamına geleceği için kendileri açısından bir tabudur. Türban ve çarşaf konusu tamamen farklı iki konudur, kuşakların zihniyet farkı vardır ve gördüğüm anladığım kadarıyla yeni kuşaklarda çarşaf giyilmesinin sebebi mutaassıp (dikkat edin yine mütedeyyin-dindarlık değil) aile baskısıdır.

CHP İstanbul İl Başkanı, bu yaptıklarının bir açılım değil, olağan bir durum olduğunu ve yaklaşık göreve geldiği 16 aydır bu tür katılımların olduğunu ve fakat medya gündemine bunun artık ne sebeple ise yeni getirildiği söyleniyor. Ve CHP'ye katılan türbanlı, çarşaflı, başörtülü insanlar, rejimle bir sorunlarının olmadığını  fakat zamanında siyasi tercih olarak AKPARTİ'yi seçmelerinin şimdi hata olduğunu ve bu yüzden CHP'yi tercih ettiklerini tvlerde ve basında dile getiriyorlar.
Bugün duyduğum bir yorum müthiş bir şekilde umut vâdediyordu: Bu tür çalışmaların ekranlara yansıması en azından görünüşe yönelik insanların önyargılarını ortadan kaldıracaktır. Yani her başörtülü, türbanlı,çarşaflı artık AKPARTİ'li olarak yaftalanamayacak,  deniyordu.
Olması gereken de bence bu. Özellikle de kendine sosyal demokrat diyen bir parti kaynaklı bu tür çalışmaların kamuoyuna yansıması insanların din veya gelenek kaynaklı giyim tercihleri dikkate alınmadan katılımların dinin, istismarının ve istismarı düşünen sisyasi oluşumların önünü kapatacağını düşünüyorum. Giyim tercihleri farklı olanların siyaset yelpazesinin her alanında kendilerine yer bulabilmesi tercihleri istismardan çıkarıp sıradanlaştıracaktır görüşündeyim. Siyasette böyle durumların sıradanlaşması ve istismara elverişli bir halden çıkarılması kamu hizmeti alan/verenlerin örtünme sorununun da çözümünde bir aşama olabilir.

Reklam da bir yere kadar!

0 yorum
Daha önceleri var mıydı hatırlamıyorum ama bugün Akşam Gazetesi'ni sitesinden okurken yazarlar ve teknoloji haberlerinin sayfalarını tıklayınca karşıma çıkan google reklamları şaşırttı beni.
Reklamların en başında en yer alan "Yasak ilişkilerin adresi" başlığıydı şaşkınlığıma sebep olan. Şimdi kafadan, google reklamlarının ilkelerine, ayrıntılarına, bölümlendirmelerine girecek değilim. Beni rahatsız eden böyle bir reklamın ulusal bir gazetenin en çok izlenilen sayfalarından birinde yer alması. Akşam Gazetesi'ne yakıştıramadım. Haa! Diyecekler ki şimdi : Adamlar kurnazlık yapıp ilgisi olmayan bir bölüme kendi sitelerinin reklamlarını koymuşsalar biz ne yapalım? Bu durumdan duyduğum rahatsızlığı bildirmek benim sorumluluğumsa gerisi de sizin sorumluluğunuzdur.
Gerçi internet reklamcılığında bu tür ahlaksızlıklar bitmez; kızın eteğini uçur şu kadar kontör kazan, eşini paylaşmaya hazır mısın gibi swinger sitelerinin reklamları vs.

25.11.2008

Aleviliğin resmiyete koşusu

0 yorum
Öncelikle bu yazımda bahsettiğim Aleviler,  Aleviliği İslam dışı bir inanç sistemi, kendilerini azınlık düzeyine çekmeye çalışan rantiyeci politik ve Aleviliği laikliğin tam aksine siyasetin göbeğine oturtmuş örgütçü olanlardır.
AKP, Alevililerden oy alabilmek uğruna coştu. Açılım da açılım, bir tam açılamadılar gitti.
Garibime giden ne biliyor musunuz? Söyleyeyim:
Aydın Alevilerimiz, her ortamda; devletin dine, ianançlara karışmaması gerektiğinden dem vururlar. Laiklik vurgusu yaparlar. Ama ne hikmetse kendileri, cem evlerini (vakıflarını) devlet himayesine sokmak için inanç özgürlüğü adı altında atmadıkları takla kalmaz. Dedelere maaş bağlansın, cem evleri ibadethane düzeyine alınsın, okullardan din dersi kaldırılsın (sanki cem evlerinde semah dönüp, deyiş söylemekten başka din adına bir şey yapılıyormuş da devlete gerek yokmuş) diye taleplerde bulunuluyor.
Gerçekten ben çok merak ediyorum da samimi ve tatminkar bir cevap bulamadım konuştuklarımdan. O kadar özgürlükçü, laiksiniz neden devlet himayesine girmek için çaba sarf ediyorsunuz?
İnsanın aklına şöyle türlü tevir sorular geliyor bu açılım sevdalılarını duyunca:
  1. Alevilik ayrı bir din midir?
  2. Din ise dayandığı kaynak nedir, ibadetleri, farizaları nelerdir?
  3. Değilse ve şayet İslam dahilinde görülüyorsa; İslam'ın ibadetleriyle bu savunulan Aleviliğin ibadetleri arasında bir tutarlılık var mıdır? Ritüel  ile ibadet aynı şey midir?
  4. İlahiyat öğretim kurumlarında ayrıca bir Alevilik ihtisas bölümü mü açılacaktır?
  5. Diyanet fıkhıyla verilen din derslerini kabul etmeyen Alevilerin dedelerini kim yetiştirecektir? Alevi vakıfları mensuplarından müteşekkil ayrı bir diyanet kurumu mu oluşturulacaktır?
  6. Camilere atanan imam veya müezzinler meslek okulu veya ilahiyat mezunudur. Peki maaşa bağlanacak dedeler mevcut düzende doğrudan devlet kadrosuna mı geçirilecektir? Yoksa bunlar da mevcut ilahiyat eğitimi alanlar arasından mı seçileceklerdir?
  7. Dedelerin kurumsal bir kaydı var mıdır? Yoksa cem evlerini temsil eden dernek başkanları mı dededir? (Pek öyle olduğunu sanmıyorum, kimin beyanına göre kim, kaç kişi dede olur, dede bolluğu yaşanır mı?)
  8. Diyanet İşlerini kabul etmeyen, referans almayan Aleviler diyanet fıkıhıyla yetişmiş ilahiyatçıların dedeliğini kabul edecekler midir?
Daha, örgütlü Alevi dernekleri kendi aralarında Aleviliği bir yere koyamazken devlet, hangi Aleviliği dayanak noktası alacaktır? Çok önemli sorunlar var ve bence akparti oy uğruna bir milletin kaderiyle, tehlikeli bir şekilde oynuyor. Bırakın Alevi-Sünni çatışmasını bu açılım çalışması Alevileri birbirine düşürür bence.

20.11.2008

Kömür tozuna bulaşmış sosyal devlet

1 yorum
AKP (Akparti); yapılan kömür yardımlarını sosyal devletin bir görevi olarak yansıtıyor.
Muhalefet de benim gibi, yapılanın sosyal devletçilikten öte oy avcılığı olduğunu savunuyor.
Son olarak bir kömür torbasından hareketle biraz bakalım yapılan yardımlar ne kadar sosyal devlet, ne kadar oy avcılığı gereği.
Kağıthane'de bulunan dağıtım deposundaki bir torba kömür üzerinden ne gibi bilgilere ulaşılıyor, bakalım:
  1. Kömür torbasının bir yüzünde, T.C Başbakalığı'nın ve kömür işletmelerinin ablemi ile teknik özellikler bulunuyor.
  2. Manisa'da üretilip, paketleniyor.
  3. Antep'teki bir firma tarafından çuvallar üretiliyor ve Manisa'ya gönderiliyor. Firmanın sahibi Akparti il teşkilatında görevli ve eski milletvekili adayı.
  4. Bir yüzünde kocaman harflerle PARAYLA SATILAMAZ yazıyor.
4 yılda 1 milyar YTL'lik kömür yardımı
İçişleri Bakanı Beşir Atalay, 2003-2007 yılları arasında dağıtılan 5.8 milyon ton kömürün Hazine'ye maliyetinin 1 milyar 8 milyon YTL olduğunu açıkladı.
MHP Hatay Milletvekili Turan Çirkin'in soru önergesini yanıtlayan İçişleri Bakanı Beşir Atalay, 2003-2007 arasında ihtiyaç sahibi ailelere dağıtılan 5 milyon 862 bin 722 ton kömürün Hazine'ye maliyetinin yaklaşık 1 milyar 8 milyon YTL (bugünkü döviz kuruyla yaklaşık 849 milyon 588 bin 640 ABD doları) olduğunu açıkladı.


Türkiye Kömür İşletmeleri (TKİ) Pazarlama ve Satış Dairesi'nin bilgi notuyla, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan adına yanıtlayan Atalay, fakir ailelere kömür yardımı uygulamasının, Bakanlar Kurulu kararıyla, 2003'te başlatıldığını belirtti. Atalay, dağıtılan kömürlerin bedelinin, Anayasa ve KİT Kanunu'nun ilgili hükümlerince, valilikler aracılığı ile Hazine tarafından karşılandığını söyledi.


Bu kapsamda, 2003'te 687 bin 763, 2004'te 1 milyon 56 bin 927, 2005'te 1 milyon 329 bin 330, 2006'da da 1 milyon 273 bin 265 ton kömürün dağıtıldığı bildirildi. Atalay, kesinleşmeyen hesaplara göre, geçen yıl dağıtılan kömür miktarının da 1 milyon 515 bin 487 ton olduğunu söyledi.08.02.2008
Bilindiği üzere dağıtımı yapılacaklar kömürler, Türkiye Kömür İşletmeleri Kurumu tarafından sağlanıyor.
Maliyetler, valilikler taarfından bünyesinde bulunan Başbakanlık Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Vakfı bütçesinden karşılanıyor.

Kömür yardımları belediye imkanlarıyla dağıtılıyor. Dağıtılacak kişiler de Akparti teşkilatları tarafından belirleniyor.(Çoğunlukla ve özellikle ilçelerde)

Bakanlar Kurulunun, fakir ailelere ücretsiz kömür yardımı yapılmasına ilişkin 19.12.2007 tarih ve 2007/13048 sayılı kararı gereğince, fakir ailelere dağıtılacak kömürün sevkiyatına başlanmıştır.
-Kampanyadan yararlanması  planlanan aile sayısı: 2.084.741
-Kampanya süresince dağıtılması programlanan kömür miktarı : 1.744.170 ton
-01.11.2008 tarihi itibarı ile 1.142.000 ton kömür ihtiyaç sahiplerine ulaştırılmıştır.TKİ bağlantı
Türkiye Kömür İşletmeleri Kurumu 2007 verilerine bir göz atalım:
Toplam satılan kömür : 31.567.099 Ton
Satılan kömürün %79'u termik santrallere yapılmış yani 24.938.008 Ton
Piyasaya satılan : 6.629.091 Ton
Piyasaya sürülen bu miktara yardım yapılan kömürlerin de dahil olduğunu düşünürsek 2007 yılında yardım olarak dağıtılan kömür miktarı :1.515. 487 Ton
Piyasaya sürülen kömürün %22.8'i devlet yardımı (Doğrusu hükümet daha da doğrusu Akparti yardımı) olarak dağıtılmış.

Ülkemizde üretilen kömür (400 YTL/Ton) , kalite ve verim bakımından düşük olduğundan doğal olarak fiyatı da bu sıralar arz sıkıntısından dolayı fiyatta sürekli artış gösteren ithal kömüre ( 768 YTL/Ton) göre oldukça ucuz. Bu ucuzluk da dar gelirlinin tercih sebebi oluyor.
Hükümet yardımından dolayı piyasaya hemen hemen 4 te 1 daha az arz sağlandığından fiyata da bir o kadar artış olarak yansıyor. Buradan kullanıcıya doğan ek maliyet bir yana bir de dağıtımı yapılan kömürün hazineye ve doğal olarak vatandaşa yansıyan 1.465.680 YTL'lik (Ortalama yıllık) maliyeti var.

Bunların yanında kurumun 2007 yılı faaliyet raporu da şöyle diyor :

Faaliyetlerinde minimum maliyetle kömür üretimini hedefleyen TKİ, 2007 yılı çalışmalarını 18,3 milyon YTL kar ile kapatmıştır. Aynı dönemde yapılan yatırım harcamaları miktarı ise 25,7 milyon YTL olarak gerçekleşmiştir.*

Buna da değinmemek olmaz; kurumun kârının santrallere yaptığı satışlardan elde edildiği aşikar. Elektrik santrallerinin ödediği bedel de yine bir yandan kaçak elektriğin maliyetini üstlenen yasal elektrik tüketen vatandaşa ve üretim sektörü harcamalarına yükse bedel ve zam olarak yansımaktadır.

Sosyal devletin gereği olarak muhtaç vatandaşa yardım yapılması elbette itiraz edilecek bir durum değil. Ama işin için rant, oy kaygısı girince insanların sosyal devlete inancı kırılıyor.
Bir yanda 5 katlı bina sahibi, son model lüks araba, bir haneye tonlarca yardım, mahalle aralarında "parayla satılamaz ibareli" tonlarca paketlerin karaborsa satışı, yardım yapılan insanların akparti teşkilatlarıyla ilişkilerinin araştırılması, ev halkındaki hanımların başlarının örtülü olup olamaması, erkeklerin kahvelerde akparti aleyhine atıp tutması gibi açmaz kriterler oldukça sosyal devletin üzerindeki kömür tozu baki kalacaktır.
Hele bir de kömür ve gıda yardımlarının belediye boyutu var ki altına girince çıkmak, ortada net veriler olmadığı için pek de mümkün görünmüyor.

Krizi fırsata çevirme fırsatçılığı!

0 yorum
Başbakanımız bir hafta kadar önce bir söz dolamıştı diline, kurmaylarıyla beraber:
Krizi fırsata çevireceğiz.

Şimdi de gittiği her yerde krizde fırsatçılık yapanlara fırsat vermeyeceğiz diye haykırıyor. Doğal olarak farklı zamanlarda dile getirilen fırsatçılık, farklı yaklaşımları ifade ediyor. Hükümetin fırsatçılığıyla rantiyecilerin fırsatçılığı doğal olarak aynı şey değil. İyiden iyiye krizin tedirginliği sardı hükülemeti ve endişe, söylemlerde kendini ele veriyor. Öyle kürsülerden bağırıp, höykürmekle krizin önüne geçilmiyormuş, Başbakan bunu G20 zirvesinde anlamış olsa gerek ki öncesinde ve sonrasındaki söylem, farkı ortaya koyuyor. Özel bankalara sesleniyor kredileri geri çağırmayın, muslukları kapatmayın, karlarınızı sermayeye aktarın diye. Oysa Yiğit BULUT'un sürekli dediği gibi herhalde Başbakan devlet teşkilatında olanlardan bihaber bırakılıyor, bürokratlar veya rantiyeciler tarafından. Çünkü Başbakan, özel sektöre parmak sallarken devlet bankalarının aynı kaygılarla kredi borçlularının peşine düştüğünden bihaber. Ziraat,Vakıf gibi bankaların çalışanları bir aydır kredi vermek yerine, verilen kredilerin geri ödemelerini sağlayarak kota doldurmaya çalışıyor. Ne tesadüf ki ben bunları yazmayı düşünürken Fatih ALTAYLI'da döktürmüş:
...
Bankaların suçu mu?
Sermayeler kur nedeniyle eriyince, kredilerin sermayeye oranı inanılmaz yükseldi.
Bankaların suçu mu?
Keza bankların yurt dışından aldıkları sendikasyonların sermayeye oranı da inanılmaz ölçüde arttı.
Bankaların suçu mu?
Bu durumdaki bankalar kredi geri çağırmayıp da ne yapacak!
Suçlu duruma mı düşsünler!
Başbakan bütün bunları ya bilmiyor, ya kimse kendisine anlatmıyor ya da kendisine anlatılanlara inanmıyor güvenmiyor ve belki de en kötüsü anlamıyor.
Bu yüzden de dönüp kendi bankalarıyla, kendi ekonomisinin can damarıyla kavga ediyor.
Peki madem öyle, kamuya ait Ziraat Bankası, Halk Bankası, Vakıfbank açsın kredi musluklarını.
Açamazlar.
Başbakan bunun bile farkında değil.
Kendisi kılını kıpırdatmıyor.
Bankaları suçluyor.
Korkudan kimse de soramıyor "Siz ne yaptınız?" diye.
Çünkü soran fırçayı yiyip oturuyor.
Bütün dünya bankalarına sahip çıkıyor, destek oluyor.
Bizimkisi bankaları dövüyor.
Herhalde dayak cennetten çıkmadır diye düşünüyor.

14.11.2008

Son gazi, son çılgın. Son değil!

0 yorum
Şu fotoğrafa bir bakar mısınız?
Bu zamana kadar TBMM'yi hiç bu kadar bir arada gördünüz mü?
Ben söyleyeyim görmediniz. AKP, CHP, MHP, DTP Genelkurmay hemen hemen (Başbakan hariç) bir devlet ve bir millet hep oradaydı. Televizyonda seyrederken kalbim titredi, gözlerim doldu, tarifi imkansız duygular yaşadım.
Ama maalesef bu gurur bu ülkeye, bu dünyaya veda eden son kahramana kısmet oldu. Keşke, keşke bilinen, tanınan bütün kahramanlar bu kadar gururlu, görkemli, şerefli bir şekilde yolcu edilseydi bu dünyadan. Türkiye Cumhuriyeti'ne, Türk Milletine bu veda yakışırdı ama her zaman olduğu gibi "Türkün aklı başına sonradan geldi"
Bu kahramanlar sonlarını düşünmediler. Himayecilerden, mandacılardan medet ummadılar, evet onlar daha güçlüydü daha inandırıcıydı ama milletin bağımsızlığına olan inanç hepsinden üstün geldi. O zaman bu kahramanlığa girişenler, ellerini taşın altında koymasaydılar şimdi hepimiz başka şeylerin altında kalırdık.
Ne kadar zengin ve bolluk içinde olursa olsun istiklâlden yoksun bir millet, medeni insanlık dünyası karşısında uşak olmak mevkiinden yüksek bir muameleye layık görülemez.M.K.Atatürk
Bugün bize layık görülen mevkileri, kendimize layık gördüğümüz mevkiye ulaşarak yerle bir etme azmindeyiz. Bu azmimiz ebed müddet devam edecektir.

12.11.2008

Küçük beyinlerin Mustafacılık oyunları

0 yorum
Sordum: Sence niye filme 'Mustafa' demişler de, 'Kemal' dememişler? Anında cevap verdi: " Mustafa dahasamimi, halka daha yakın bir isim."
Algı böyle. Haksız da değil öyle düşünenler. Sanırım kelimeye 'ek' taktığınızda durum daha da netleşiyor:
Bir Kemalist'e, "Kemalci" dersen alışkanlık sebebiyle epey bozulur ama zıvanadan da çıkmaz hani.
...
Devam edelim: Ama aynı kişiye "Mustafacı" derseniz, işte onu asla kabul etmez. Hatta kabul etmemek ne kelime, ilk duyduğunda anlamaz bile.
"Mustafacı diye herhalde bir İslamcıdan söz ediyor" diye düşünür. (Malum, Peygamberin, Hz. Muhammed'in adıdır Mustafa.)
...
Yani Can Dündar, filme 'Mustafa' adını verdikten sonra, ancak bir "süper kahramanlık öyküsüyle" paçayı kurtarabilirdi.
Değil mi ki romantizm kazanına, 'bir tutam gerçek' attı, artık ağzıyla kuş tutsa yaranamaz mütecaviz Kemalistlere.
Emre AKÖZ böyle başlıyor bir yazısına. Kendinden menkul değerinden dolayı bir dokunulmazlık ve samimiyet bulmuş filme verilen Mustafa isminde. Filme atıldığından bahsettiği bir tutam gerçek de; Mustafa Kemal'in ağzından "Kürtlere özerklik-muhtariyet verilmesi" hususundaki sözler olsa gerek.

Şimdi garibime gidiyor benim, kendini liberal, demokrat gibi tanımlayan yazar,çizer,aydın, baygın takımının beyanatları. Mustafa Kemal'in yazılı kayıtlara geçmiş, dile getirdiği fikirlerini,  AB sevdası ve demokratlık adına al aşağı etmeye çalışıp, yok saymaya, Mustafa Kemal Atatürk adını bir devletin kuruluş felsefesinden, bir milletin varlığından silip süpürmeye and içmiş insanlar; bir yandan söylenip, kayda geçmiş hatta fiiliyata geçmiş gerçekleri ortadan kaldırmaya uğraşıyorlar bir yandan da bir efkâr (Iıı ıh cık, öyle demlenmek manasında değil...) masasında faraza dile getirilmiş düşünceleri sanki zorla eylemden kaçırılmış gibi millete yutturmaya çalışıyorlar.

Behey riyakâr, küstâhlar! Madem Atatürk'ün sözleri o kadar değerli sizin için neden o zaman kişiliğiyle ve sadece bir efkâr toplantısında dile getirilen düşüncelerine saplanıp kalıyorsunuz? Varolanlarla savaşınız bitti de savaşmak için Atatürk'ün efkâr masalarından  fiiliyata geçmesi mümkün olmayacak  düşüncelere mi ihtiyaç duyuyorsunuz?
Mustafa'da deseniz, Mustafacık da deseniz siz kendinize yaklaşacak kadar küçültemezsiniz. Yalnız da kalmış olabilir, öksüz(Mustafa Kemal çocukluğunda yetim değildi) de kalmış olabilir, yeri gelmiş içki de içmiş olabilir ama Mustafa Kemal, özel hayatında da siyasi hayatında da sizin kadar şahsi menfaatlerinin peşinde koşmamıştır. Mustafa Kemal Atatürk son nefesine kadar ne kendisinin milletine olan inancından ne de milletinin O'na olan inancından şüphe duymamış, yolda bırakmamıştır.
Siz o mercimek beyinlerinizle Mustafa Kemal Atatürk'ün fikirleriyle mücadele edemezsiniz, ancak ve ancak Mustafacılık oyunuyla kendinizi tatmin edersiniz, kumdan kaleleri yıkan çocuklar gibi.

9.11.2008

Bir teselli ver!

0 yorum
Yok yok. Orhan Baba misali; yarattığın mecnuna bir teselli ver, diye yakarmıyorum.
Beyaz ekranda ve gazetelerin köşe taşlarında ABD'nin yeni başkanı Obama'ya Orhan Baba'nın şarkısını istek yapanlar geldi birden aklıma.

Ecnebisinden bizim yerli bilirkişilere kadar herkes adama bir mesih gözüyle bakarken Ross Wilson'un sözlerini acaba nerelerine kapak yaptılar merak ettim sadece, bakalım:
ABD’nin Ankara Büyükelçisi Ross Wilson, Washington politikalarının kişiye göre değişmeyeceğini belirterek, Obama’yla “Amerika değişecek, dünyaya barış ve adalet gelecek” tartışmalarına noktayı koydu. Cumhuriyet gazetesinden Leyla Tavşanoğlu’na konuşan Wilson, Barack Obama’nın yeni başkan olmasını değerlendirdi. Görev süresi dolan ve yerine Jim Jeffrey’in atandığı Wilson, “Washington’da başkan değişir politika kalır” dedi. Ülkesine dönmesine 10 gün kalan Wilson, “ABD’de iktidardaki partiler değişebilir. Ama geriye dönüp baktığınızda var olan politikaların yüzde 95’inin değişmeden sürdürüldüğünü görürsünüz” ifadesini kullandı.*
ABD politikalarındaki Başkandan kaynaklanacak %5 değişim bu sazanlara teselli olur heralde. Wilson doğru söylüyor da bu ne yazık ki uzun zamandır ülkemiz için geçerli değil. Bizim iktidarımız devlet politikasını ABD ve AB  başta olmak üzere kendi mensuplarının şahsi emelleri yönünde yürütüyor. Kendi milli çıkarlarımız ABD'nin çıkarları karşında pek bir anlam ifade etmiyor. Gel de Sarızeybek'e hak verme şimdi!
Adamın bir de müslüman olduğu kanısı oluşturuldu ya bak işe! Sanki ABD'nin başındaki adam gerçekten müslüman olsa ne yazacak? Ülkemizde ve ortadoğudaki ılımlı müslümanlığın tarikat şeyhi olmaktan öteye mi gidecek? Bu noktada bir alıntıya göz atmakta fayda var:

Şamda Emeviyye Camii'ni ve Selahaddin Eyyubi'nin mezarını ziyaret eden, mezarın bakımı ve düzenlemesi için ödenek sağlayan, anısına plaket çaktıran II. Wilheim, kendisini karşılayanlara şunları söylüyordu:
"Burada gelmiş geçmiş en yürekli asker Sultan Selahaddin'in mezarı önündeyim. Majesteleri Sultan Abdülhamid'e  konukseverliği için teşekkür ederim. Majeste Sultan ve halifesi olduğu dünyanın her yerindeki üç yüz milyon müslüman, bilsinler ki, Alman İmparatoru onların en iyi dostudur."
Alman Kayzeri II.Wilheim'in bu konuşması Arapça ve Türkçe olarak basılıp dağıtılmış ve onun gizli bir müslüman olduğu yalanı bütün müslümanlara yayılmıştı.  


Alman Kayzeri, bu söylevin ardından  müslümanlar arasında Hacı Wilheim olarak adlandırıldı. Öyle ya gizlice müslüman olmuş, gizlice de hacca gitmişti. O artık, İslamın Dostu ve Koruyucusu  Hacı Wilheim idi.


Benzeri bir şeytani aldatma oyunu, günümüzde İngiltere Kraliyet ailesi lehine oynandı. Bu son oyunun Allah ile aldatma ustası ise Kıbrıslı Şeyh diye tanınan Nakşi Şeyhi Nazım Efendi'dir.
...
Allah ile aldatmanın en utanç verici örneklerinden bazılarını sergileyen bu Kıbrıslı Şeyh Nazım (ve ABDdeki damadı Lübnanlı Şeyh Hişam Kabbani) İngiliz Kraliyet Ailesini müslümanların bir numaralı koruyucusu ilan etmekte, bunu inandırıcı kılmak içinse Kraliyet ailesinin msülüman olduğunu, Prens Charles'ın sünnet olup Hüseyin adını aldığını yaymakta, Charles'in takkeli ve sarıklı resimlerini dağıtmaktadır.Allah ile Aldatmak, Y.N.Ö
II. Wilheim'i Hacı, Hitler'i Haydar, Prens Charles'ı Hüseyin yapıp emellerine ulaşamayan Allah ile aldatanların emperyalizmi şimdi de kendi içinden göbek adı Hüseyin (Ussain) ve güya müslüman olan Barrack Obama'yı çıkardı karşımıza. Eee aldatılmaya teşne yazar çizer takımının çoğu da zokayı yuttuğuna göre işimiz zor.

Cep telefonunu mu bıraksam acaba?

0 yorum
Cep telefonunu senelerdir kullanmama rağmen bir türlü alışamadım. Öyle insanlar tanıyorum ki gıptayla baktığım cep telefonu elinden düşmez, iş yaparken bile ileti yazar, bir telefon elinde bir telefon da cebinde...

Küçüğü, büyüğü önemli değil. Yanımda bir ağırlık olduğunu hissediyorum, yanımda bulunduğunda huzursuzluk veriyor bu da bir tarafa lazım olduğunda hep bir aksilik çıkıyor. Evden, işten lazım olur ararlar, şebeke çekmez, şarjı bitmiştir, kıpraşımını hissetmem ya da sesini duymam. Duyamam çünkü alışamadım. Aranmak için değil de aramak için taşıyorum yanımda. İşte veya evde atarım durur bir kenarda ya da bir çekmece. Çaldığını duyduğumda hep bir yangın alarmı paniğiyle açıyorum sanki karşımdaki tutuşmuş da açamazsam kül olup gidecek.

Yakınımda olmadığı zaman da ayrı bir huzursuzluk veriyor: Anneme, babama ya da yavrukurta bir şey olur da ulaşamazsalar diye. Garip bir huyum vardır benim; elimde, cebimde bir fazlalıkla, ağırlıkla dolaştım mı kendimi prangaya vurulmuş gibi hissederim sırf bu sebeple paketinden kurtulmak için sigarayı bırakmayı bile denedim.(Başaramadım o ayrı mesele) Elim ayağım bir cep telefonuna, iki sigara paketine prangalı devam ediyorum şimdi yaşamaya. Böyle epey gidecek gibi görünüyor...

Erişimi engelleme istatistikleri ve özgülükçü halkımız

0 yorum
Telekomünikasyon İletişim Başkanlığı tarafından yapılan çalışmalara ilişkin 01.11.2008 tarihi itibariyle gelen ihbar ve erişimi engellenen site istatistikleri yayımlanmıştır. Yorum yapmadan önce bu istatistiklere bakmakta fayda var.

 

 




929 internet adresine erişim engellenmiş olup, yukarıdaki istatistiklere alan adlarının bazılarına ait 258 adet IP adresine uygulanan erişimi engelleme sayıları dahil edilmiştir.
Bildir - Kaldır (Madde 9) yöntemiyle 301 adet uygun olmayan içeriğin veya bölümün kaldırılması sağlanmıştır.
* 5816 sayılı “Atatürk Aleyhine İşlenen Suçlar Hakkında Kanun” kapsamında toplam 225 içerikle ilgili olarak uyarılan İnternet sitelerinin yer sağlayıcılarıyla yazışma yapılmış bu uygulamalar ile İnternet adreslerinin söz konusu içeriklerden dolayı tamamen engellenmesi sakıncası giderilmeye çalışılmıştır.
** 49 erişimin engellenmesi işleminin 32 'si aynı internet adreslerine ilişkin olarak, farklı mahkeme kararlarıyla gerçekleşmiş mükerrer uygulamalardır. Mahkeme kararlarıyla toplamda 17 farklı internet adresine bu suçtan dolayı erişim engellenmiştir.

Kamuoyunda, fikir ve düşünce özgürlüğü kapsamında TİB'in yaptığı erişime engelleme kararları eleştirilmekte. Şimdi yukarıdaki ihbar ve erişime engelleme verilerine bakınca burada fikir ve düşünce özgürlüğü kapsamında değerlendirilecek ne var, insanın bir kendisine sorması gerekli?

Sansür(?) karşıtı halkımız internet üzerinden;
  • Telif hakkı ödenmesi gereken film, müzik, kitap vblerini indirip kullanır
  • Bedelli yayın yapan tvlerin yayınlarını korsan olarak internetten seyreder
ama iş yetkili kurumların bunlara erişimini engellemesine geldi mi fikir ve düşünce özgürlüğü havarisi kesilir.

blogger.com veya wordpress.com gibi servislerin altında hizmet alıp da yayımcılık yapan insanlar, bu tür hizmetleri art niyetlerine alet edince bizim İletişim Başkanlığı'nın veya mahkemelerin kolaycılığından, bir kişi yüzünden yüzlerce hizmet kullanıcısı ve o hizmetten faydalanan insanlar mağdur duruma düşer.

Erişimi engelleme istatistiklerinin altında bildir-kaldır denilen bir yöntemden bahsedilir şayet bu madde hükmüne olumlu yanıt alınamaz ise (ki blogger.com, kaldırılması istenen içeriğin kaldırılacağı taahhütünü de vermez)  engelleme kararı uygulanabilir. Bazen verilen mahkeme kararlarında 9.madde es geçilerek doğrudan erişimi engelleme istenmiş olabilir (gerekçeli kararlar yayınlanmadığı için bilemiyoruz) bu durumda kalmamak için yargı mensuplarının bu konuda aydınlatılması gerekmekte ve binlerce insanın mağduriyetinin önüne geçilmesi gerekmektedir.

youtube.com meselesi de kuvvetle muhtemeldir ki aynı şekildedir. Bildir-kaldır karşılıklı işletilememiş veya youtube.com talebe olumlu yanıt vermediğinden erişimin engellenmesine hükmedilmiş olabilir. youtube.com üzerinden Atatürk aleyhine işlenen suçlar sebebiyle erişim engellenmesi gerçekten ülkemizin uluslararası hukuk bakımından acziyetini gösterir. Uluslararası sözleşmeleri kendi hukukunun üstünde tut fakat kendi hukukunu işletmekte aciz kal! Burada iş hukukçulara düşüyor. Genelde bir ülkede yabancı ülkelerin bayraklarını yakmak vb hakaretler suçtur. Bazı özgürlükçü yazarımız-çizerimiz Atatürk'ü koruma kanunu olarak bilinen kanuna dayanarak; insanlara zorla Atatürk'ü sevdiremezsiniz, bu çabadan vazgeçin diye feryat ederek kanunun kaldırılmasını istiyorlar. İyi de işin ilginci; Atatürk'ü sevin edin, eyleyin diyen yok ki; bu kanun Atatürk'ü sevmeyenler için değil hakaret eden, aşağılayan ve onun şahsında bir milletle beraber bir devlete hakareti bir tutan bir kanundur. Mustafa Kemal Atatürk bu konuda eşsizdir çünkü hiçbir devlet ve millet bir şahsiyetin varlığında vücut bulacak o birlikteliğe kavuşamamıştır. Atatürk; Türk milletidir, Türk devletidir.
Madem İletişim Başkanlığı; yabancı bir ülke kanunların tabi olarak uluslararası hukuki dahi takmayan bir işletmeyle hukuken başedemiyor o zaman kanun koyucuya hukukun ona göre düzenlenmesi için araştırma yapıp yol göstermelidir.
Eğer şikayet edilen, kaldırılması istenen içerik belli ise bu, servis için zaman ve engel teşkil edecek bir çalışma değildir. Hep dediğim gibi engelleme kararlarında gerekçe ve ayrıntılar belli olmadığı için engellemeyi herkes kendince yoruyor ve bir yere bağlamaya çalışıyor.

Tekrar telif konusuna dönecek olursak; aslında bu tür hizmet veren servislerin kullanım sözleşmeleri okunduğunda zaten, telif hakkı başkasına ait olan  eserlerin, yayınların yapılamayacağı ve o hizmetten faydalanarak eser yayınlayanların da eserlerini  kamuya açık eser haline getirdikleri anlaşılmaktadır. Dikkat edilmesi gereken nokta şudur ki: Telif hakkı size ait olmayan bir eseri bu servislerde yayınlamanız o eseri telifsiz kamuya açık hale getirmez şayet size ait eser ise o telifsiz kamuya açık hale gelir.

Birşeyleri savunmadan, yermeden önce neyin ne olduğunu bilmek gerek demek durumunda kalıyor netice olarak. Her engel fikre ve düşünceye çıkarılmıyor bu internet denen deryada. Tekrar başa dönüp istatistiklere bir göz atmakta fayda var.

3.11.2008

Yorumlardan - Yaftanın da markası önemli

3 yorum
Yaftalamadan bir daha düşünün!
Dumanlı Bey şöyle diyor yöneticiliğini(?) yaptığı gazetesindeki öneride :
...
Harika bir slogan, yerinde bir gönderme, haklı bir vurgu. Zira bu ülkede 'bilgi sahibi olamadan fikir sahibi olmak' adeta görenek haline gelmiş. Okumadan, araştırmadan, hatta anlama gayretine bile girmeden katı bir önyargı oluşturuluyor ve o kemikleşmiş peşin hükmü tashih etmek mümkün olmuyor. Oysaki kolayca yaftalamak, düşünceden kaçmaktır; fikrin cazibesinden, gücünden kaçmak. Cesur adam(lar), farklı fikirlere kulak verirken demokratik tahammül sınırlarını sonuna kadar kullanır ve bu erdemle kendini yenileme fırsatları yakalar. Daha ötesi, insana saygısı olan(lar), kendisi gibi düşünmeyene saygı duyandır. Kim, karşısındakini alelacele yaftalıyorsa o aslında kendi inancına güvenmiyor demektir. Daha açıkçası, yaftalamak bir korkaklık emaresidir; her ne kadar cesaretmiş gibi sunulsa da...
...
Pek bi mütevaziler yani, harika bir sloganmış. Aslında düşünceler doğru da ya uygulamada kendi önyargıları, yaftaları n'olcak?
Bakalım bu konuya dikkat çeken Serdar Akinan ne demiş:

...
Bir taksici, dikiz aynasında Türkiye formunda bir Türk bayrağı sallandığı için “faşist”...
Elinde Türk bayrağı olan “Militarist”...

...
Kampanya filminde olmayan kelimeler ne?
Zaman’ın sayfalarında en çok yer verdiği kelime ve kelimeler...
Zaman’ın lügatındaki “yafta”lar, nedense, yok...
“Laik” yok...
“Seküler” yok...
“Solcu” yok...
“Ulusalcı” yok...
En önemlisi “Ergenekoncu” yok...

Neden?
Yanıtı çok basit.
Ortada bir misyon var. Bu açığa çıktı...

Ergenekon soruşturması kapsamında Susurluk uzantısı son derece kirli isimler temizlenecekken cemaat bunu muhalefeti susturacak bir cadı avına çevirtti...

Ama bu cadı avı o kadar dejenere oldu ki... Misyon kendini iptal etti.

...
Dönelim tekrar Dumanlı Bey'in yazısına.

Yaftalayanı da yaftalarlar! Tarih boyunca değişmeyen kural budur!
Madem sen o kadar erdemli, ahlaklısın niye bu oyuna alet oluyorsun? Hani dünyayı değiştirmek isteyen önce kendini değiştirmeliydi? Siz kendinizi değiştirmeden neyi değiştirebileceğinizi sanıyorsunuz?

Sadece ve sadece kendilerine taassupla bağlı insanları kandırabilirler. Bu mutaassıpların bağlılığı da İslam'a bağlılıktan değil İslamcıya bağlılıktan kaynaklanıyor, maalesef.

 Tekrar Dumanlı Bey'e dönüyoruz:

1 milyona doğru 1 günlük adım...
Bugün 3 Kasım. Zaman'ın 22. kuruluş yıldönümü. Temsilciliklerimiz yıldönümünü vesile ederek, 1 Kasım Cumartesi günü çok özel bir çalışma gerçekleştirdiler. Devam eden abone kampanyamız kapsamında okurlarımız, temsilcilik ve dağıtım bürolarımıza davet edildi. Yüzlerce noktada binlerce kişi "ZAMAN'ı nasıl 1 milyon okuyucuya ulaştırabiliriz?" düşüncesi ile kahvaltılı toplantılarda bir araya geldi. Toplantı sonrasında 25 bin kişiye ulaşan gönüllü ordusu kimi zaman telefon başında, kimi zaman cadde ve sokaklarda "ZAMAN okumayan kimse kalmasın" diyerek muhtemel okurlarımıza abonelik teklifinde bulundu.
Zamanı nasıl 1 milyon kişiye ulaştırırız çalışması yapıyorlarmış, niye zorlanıyorsunuz ki:
Fetullah Gülen (yani hoca efendiniz) den; bu gazete bizim misyonerimizdir, bir alıyorsan iki, iki alıyorsan 4 alacaksın ki İslam'ı yüceltelim diye bir fetva çıkartın yeter, Dumanlı Bey!
Nasıl olsa sizin gazeteyi okumalarına gerek yok, abone olsun, gücünüzü gösterin yeter! Ben zaman zaman bizzat okusam da sizin abonelerinizden tanıdıklarımın bir sayfasını dahi çevirdiğine şahit olmadım. Sabah mesai saatinden akşam mesai bitimine kadar abonelerin kapılarının önünde katı açılmadan duruyor gazeteleriniz, çünkü öyle olması gerekiyor! Birilerinin o insanların cemaatten olduğunu öğrenmesi gerek.
Gidin bakın (bakmanıza gerek yok aslında biliyorsunuz) abonelerin balkonlarına, kapı arkalarına; katları açılmamış onlarca zaman gazetesi top halinde yer almakta.

2.11.2008

Dedesinin yazdığı mektubu okuyamayanlar!

1 yorum
Sürekli kafamda cevap aradığım bir soruya İlber Ortaylı yazısında kısmen cevap vermiş.

Soru nedir?
- Eski dilimizle aramızdaki bağın kopmasına sebep olan dil devrimi midir yoksa eski Türkçe'yi öğrenemeyen bizler mi?

İlber Ortaylı'nın cevabı, sadece dedesinin yazdığı mektubu okuyamayanlar için geçerli diye düşünüyorum.
Bir de geçmiş dil varlığımız ve edebi eserlerimizle aramızdaki bağ konusunda bir sorun var.
İlber Ortaylı makalesinde şöyle diyor:
Kuşkusuz ana sorun ortada; Arap harfleriyle bize kalan edebi miras... Hat sanatı, felsefi, dini, tasavvufi, tarih ve coğrafya ve edebiyata ait hazineler... Bu eski metinleri lise tahsilini Osmanlıca yapan eski kuşaktan yapan efendiler de her zaman kolayca sökemezdi. Metinlerimizi yayımlamak bize değil, Avrupalı alimlere has bir işti. Bizim gibi filolojik kültürü olmayan Amerikalılar da bu işi pek kıvıramaz. Çalışmak, öğrenmek, başka diller bilmek lazım.
Ama eski harflerle Türkçe, Çince değildir; Tacikistan halkı, Fars edebiyatını bu harflerle okuyup öğrenmek lazım diye Arap alfabesini son yıllarda öğrendi. Eski harflerle mirası çözmek herkese lazım değildir ama dedesinin ninesine yazdığı mektubu okuyamayan bir millet olduğumuz da bir gerçek... Tarih, hukuk, felsefe ve edebiyat yapanlar; açılan edebiyat liselerinde okuyanlar bu yazıyı mutlaka öğrenmeli. Edebi mirası değerlendirmek için Fransız, İngiliz, Almanlar eski dillerini nasıl öğreniyorlarsa bizim de öyle yapmamız gerekir. Geçmişle ilgimizi bazılarının biteviye tekrarladığı gibi Harf Devrimi değil, yeni nesillerin meraksızlık ve üşengeçliği kopardı.
İş sadece latin harfleriyle çözülmüyor, dil varlığını bilmek gerekiyor. Latin harfleriyle basılmış eski edebi metinlerimizi anlamak da cabası. İlk, Peyami Safa'nın evde mevcut Biz İnsanlar'ını okumaya başlamakla bu işin zorluğunu kavramış oldum lisenin sonlarına doğru. Latin harfleriyle yazılmıştı ama kelimeler - bize göre - eski Türkçe'ydi. Bilmediğin kelimelerle bir eseri okumak eseri anlamayı iki kat daha da zorlaştırıyordu. Neyse işin çözümüne bir lugatla başladık o zamandan beri.

Ortaokul (şimdi 4.sınıfta başlıyor) sıralarında İngilizce öğretimi verilmeye başlanıp da lisenin sonunda toplam 7 senede (üniversitede de ilk seneyi say, Türkçe eğitim yapanlar için)  İngilizce'yi "my name is" den öteye götüremedik, hala daha eğitimde durum aynı bence. Şimdi düşünün ki öğretemediğimiz bir yabancı dil için en az 7 sene bir öğrenciye yatırım yapıyoruz fakat gerek mevcut Türk dili ve edebiyatı derslerinde olmak üzere gerekse yeni bir Osmanlıca eğitimini ders planına sokmayı göze alamıyoruz ondan sonra işin suçlusunu dil devrimi ilan ediyoruz.

Hocanın dediği gibi yeni nesillerin meraksızlığı ve üsengeçliği meselesine gelince; işin rengi değişiyor bence. İngilizce öğretimi konusunda dediğim şekilde yatırım yapılan bir öğrenci zihniyeti, işi iki adım öteye ilerletemeyince eski dil konusunda kendisine hiç bir destekte bulunulmadığında yeni nesle nasıl kabahat bulunabilir? Fakültelerin ilgili bölümlerinde veriliyor bu dersler fakat onlar da hayat gailesine düştüklerinden mezuniyetten sonra bulamadıkları imkanlar yüzünden o konuda da kendilerine yapılan yatırım yok olup gidiyor.

Kendimden bir örnek vereyim:
Ortaokul sıralarındayken Erzurum İl Halk Kütüphanesi ücretsiz Osmanlıca kursu düzenlemişti. E tabi o hevesle katıldım, bir kaç hafta devam ettim ama Arap harfleri oldukça zorladığından ve kafam basmadığından dersleri asmak ve sonunda terketmek zorunda kaldım. İçimde hala uhdedir. Zaman zaman elimdeki Osmanlıca kitapları okumaya çalışarak ve Osmanlıca kurs programıyla haşır neşir olarak ilerletmeye çalışıyorum. Sistematik bir şekilde çalışmayınca olmuyor, öncekileri de unutuyor insan.

Büyükşehirlerde bu işi gönüllü yapan dernek-vakıflar-belediyeler olduğu gibi özel teşebbüsler de var. Fakat herkes bu tür faaliyetler için büyükşehir yollarına düşemeyeceğinden, diğer şehirlerin yerel yönetimlerine ve sivil toplum örgütlerine de çok iş düşüyor. Divan edebiyatının zerafetinden, nezaketinden mahrum olmak belki de millet olarak en büyük kayıbımız. Bugün bile dünyayı kendine hayran bırakan divan edebiyatı konusunda anlaşılır eserler veren, bildiğim tanıdığım sadece İskender Pala var. Düşünün bir kaç edebiyat fakültemiz ve kaç edebiyatçımız var ve bu konuda üreten kaç kişi?

Neticede geçmişle bağımızın gerektiği kadar kuvvetli olmamasının sebebi, dil devrimini gerçekleştiren Mustafa Kemal ve zamanın meclisi değil ; biz meraksız ve üsengeç nesille birlikte gerekli desteği sağlayamayan siyasi otorite yani devlettir.

31.10.2008

Hüseyin Üzmez ve şeytana darılmak!

0 yorum
Hüseyin ÜZMEZ'in durumu ve hakkında yazılan çizilenler, yaptığı ettiği bir tarafa dursun. Ben tutuklandığı zaman ağzından çıkan iki cümleye kilitlendim :
Ben nefsime dargınım. Ben şeytana dargınım.
Kendini dindar bir müslüman olarak tanımlayan bu adamın cümlelerini beyaz ekranda duyunca tüylerim ürperdi. "Bir insan kime kırılabilir?" diye düşündüm. İnsan sevdiğine, değer verdiğine, dostuna kırılmaz mı? Şeytan, nefs; insanın, müslümanın baş düşmanı değil mi? Nefse, şeytana kırılmak, onlara nasıl bir değer biçmektir?
Peki bu adam nefsine, şeytana kırıldığını söylüyorsa nasıl bir dindar müslüman? Benim bildiğim müslüman insan - hele ki kendini dindar olarak tanımlıyorsa - nefsini, şeytanı kendine dost değil, ölmeden ölebilmek için baş düşman ilan edip bunlarla savaşmalıdır.

Ben yadırgamıyorum, insanlığın içinde bulunduğu iki yüzlülük içerisinde bu adam suçunu itiraf etmiştir. Nefsi ve şeytanla dostluğunun cezasını vicdanen çekeceği gibi hukuken de çekmeli.

Benim Mustafa Kemal'im; sizin Atatürk'ünüz

0 yorum

* 21 Mayıs 2007 tarihinde hafif.org da yayınlanmıştır.


Yazım biraz uzun gelebilir, benim de yazdığım nadiren uzun yazılardan birisidir. Başından bir çok yerde okuduğunuz metinlere benzetebilirsiniz, aldanmayın.

Atatürk! Bu adın vurguladığı kişiyi bilmeyen yoktur heralde Türkiye'de. Kimilerimiz muhteşem önder, harika devlet adamı, büyük deha, muazzam askeri deha vb sıfatlarla kimleri de din düşmanı, alkolik asker, deccal vb şekilde -kendisini tanıyan bilenlerin asla ve asla ona reva görmediği- sıfatlarla anımsamaktadır, Türk Milleti'ni bir çoklarının hayal dahi edemediği, dünya milletlerine emsal bir atiye taşıyan bu kişiyi.

Birileri siyasi arenada halkı kendi tarafına çekebilmek, güç kazanmak ve bu gücü zamanı geldiğinde bir Osmanlı şillesi gibi laiklik(!) karşıtlarının suratına indirebilmek için Atatürk'ü ve Atatürkçülük'ü istismar ederken başka birileri de bu Atatürkçülük taraftarlarına karşı halk gücünü kendi ellerinde tutabilmek amacıyla halkın en hassas, en duyarlı olduğu din konusunu istismar etmektedir.

Bir mahallede veya bir toplulukta eğer birisi-birileri veya ailesi kötülenmek ve toplumdan soyutlanmak istenirse o kişinin adı öyle yada böyle, bir şekilde dillere pelesenk edilir. Atatürkçülük de tıpkı bu şekilde aynı din gibi toplumu bunlardan uzaklaştırmak adına her şeye alet edilmektedir.

Sadece bunlar mı? hayır!
Son 3-5 sene içerisinde bu kanalların dışında farklı bir yerde cevher olduğu kulaklarına fısıldanan sol cenah, Türk Milliyetçiliği'nin maneviyattan arındırılmış öğeleri kucağında bir ulusalcılık akımı peydah eder. Türk Milliyetçiliği; zaten gergin olan toplumsal durumu daha da gerginleştirmemek ve en ufak bir çığlıkta sokaklara dökülecek olan damardaki ateşli kanı milli menfaatler uğruna teskin etmek amacıyla soğutucuya kaldırmıştır öyle de bir soğutulmuştur ki artık çöl sıcağında dahi damla kıpırdamaz hale getirilmiştir.
Değişim kaçınılmazdır! Ülkedeki konjöktürel yapı gereği birşeyler epey yıpranmıştır; Atatürkçülük etimolojik olarak eskidiğinden yerini daha afilli olan Kemalizm, Milli Görüş veya Dincilik yorulduğundan yerini Ilımlı İslamcılık almıştır.
Eskidiği düşünülerek adların değişitirilmesiyle bir heyecan katılan görüşler aynı fikriyatta devam etmektedir. AB'ye uyum yasaları çerçevesinde, BOP çerçevesinde Atatürkçülük'ün bir kaç oku kırılmış diğerlerinin de kavisi arttırıldığından kırılmasına pek gerek kalmamıştır.

Yok yok, aslında ben saçmalıyorum. Mümkün değil böyle şeyler bu ülkede: Baksanıza! yirmi dokuz ekimlere, yirmi üç nisanlara, on dokuz mayıslara, on kasımlara, otuz ağustoslara. Parti liderleri, devlet görevlileri ekranlarda bangır bangır Atatürk'ten söz ediyorlar, inkılaplarından (devrimlerinden) söz ediyorlar, milletimiz için neler yaptığını anlatıyorlar. Koca koca aydın(!) gazetecilerle dolu ulusal gazetelerimizin köşelerinden, gazetelerin manşetlerinden Atatürk ve fikirleri akıyor. Çarşaf çarşaf Atatürk posterleri, ekleri veriyorlar. TV kanalları; "prime time"da ana haberlerde başlayıp ertesi sabahın ikisine üçüne kadar "anchorman" lerinin liderliğinde Atatürk ve Cumhuriyet ve Laiklik yayınları yapıyor, karşıtlarına bot bağları sallanarak gözdağı veriliyordu. Tabi demokrasi de bunları gerektiriyordu.
Hele bunlar ne ki? Atatürk'ün fikirlerinden öte Samsun çıkarmasında yattığı yorgan bile camekanda saklanmakta. Savarona yatı, bandırma vapuru dekore edilmekte. Modacılarımız(!), top model mankenlerimize Atatürk ve Cumhuriyet konseptli tasarımlarını giydirip podyumlarda boy göstermekte en Atatürkçü modacıyım kabilinden.
Bunlar daha hiç bir şey. Ilımlı İslamcı partimize göz dağı vermek sebebiyle düzenlenen o dev mitingler, bunlara bişey diyebilir miyim? Hayır. Evet, derim. Laiklik elden gidiyor, mollalar devletin başını ele geçiriyor diye ortaya çıkan; ilk mitingden sonra ulusal bir hareketten çok ana muhalefet partisinin çaktırmadan bir hassasiyeti kendi leyhine çevirmesi kurnazlığı, Londra'da bölücü terör örgütünün finanse ettiği toplantıda konser verip ardından bizim mitinglere sazının ve sesinin teliyle destek veren münevver(!) şahsiyetin konseri, bunlar mükemmel şeyler değil mi?

Bu olayların cereyanı esnasında bir isim bangır bangır gençliğe; bıraktığı eserlerde nelerle karşılaşacağı bunlara karşı neler yapmaları gerektiğini haykırmıştır ama nafile! Çünkü onun yerine haykırdıklarını söyleyerek, avazları çıktığı kadar adını yırtınanların içi boş haykırışları altında kalmıştır kendi sesi. Yorulmuştur; emperyalizm, kapitalizm ve yobazlık içindeki bu tellalların arasında.

Artık zamanı geçeli çok oldu ama birilerinin bu sese; Selanikli-zamanının evkaf katiplerinden- Ali Rıza Bey oğlu Kemal'e, tedrisat esnasında kazanılan "Mustafa" ile Mustafa Kemal'e, bir milletin küllerinden yeniden doğuşuna önderlik eden Gazi Mustafa Kemal'e cevap vermesi gerekiyor!

30.10.2008

Milletin efendileri

0 yorum
Akşam beyaz ekranda ana haberlerde "Milletin efendileri, cumhuriyet balosunda" haberini görünce dedem geldi birden aklıma. Medyafaresi, fotoğraflarla geçmiş haberi.

Rahmetli bence harika bir adamdı hani derlar ya, dağ gibi adam gerçekten öyleydi. Köylüydü, bir millete efendilik edecek kadar. Sabah namazı öncesinde kalkar. Köy işlerinde çalışırken günlük giysilerini ve kasgetini takar. Akşam ajansına kalmadan yemek yenir. Akşam ajansı bitince bir ara gözden kaybolur, bostana veya hayvanların yanına gider gece yarısından önce eve girip de yastığa başkoyduğunu gören olmamıştır. Hem 93 harbinden hem de milli mücadeleden Gazi bir babanın oğludur.

Haberlerde verilen görüntüleri görünce geldi aklıma, köylü dedem.
Şehre, daha doğrusu ilçeye alışverişe veya maaşını almaya gideceği zaman kalkar kalkmaz ilk iş olarak banyo yapar. Sakal traşını olur, takım elbisesini giyer, serkisoff saatini yeleğine takar, gerilik kasgetini başına, kunduralarını ayağına geçirip salına salına tren istasyonuna doğru yol alırdı. Günlük kıyafetlerinin içindeki adamla, şehre çıkan adamı karşılaştırsanız şaşar kalırdınız. Son tahlilde bu gelen kaç köyün ağası diye bir düşünce alır insanı. Evet benim köylü dedem böyleydi, aynı bizim köyün Kane Dayısı, Fazlı Emmisi, Ezo Dayısı ve en fukarası (İki tosuncukla tapan eden) Mazlum Emmi ve hatta Çoban Sılo gibi. Bu adamlar öyle ahım şahım tedrisat görmüş de değillerdi fakat bu görgülerine hayranlığımı hala daha saklarım. Ülkenin neredeyse en doğu ucunda bazılarına göre medeniyetten, uygarlıktan en uzak köşesinde köyden sıyrılıp şehre çıkarken bir bayram havasına bürünmelerine imrenirdim hep.

Acaba diyorum, bu davette bulunan valinin acelesinden dolayı mı bu köylülerimiz böyle işlerinin başından apar topar alınıp da Cumhuriyet Balosuna sokulmuşlar. Yoksa vali beyin gösterisine ansızın mı katılıvermişlerdi.
Nebilim ya! Bizim köylüler böyle değillerdi, garipsedim birden.

26.10.2008

Altıyoldaki bu boğa nereden geldi?

3 yorum
Hişşşt, evet evet siz! İstanbul, Kadıköy'de yaşayanlar. Hani şu Altıyol'da dikili, kiminin sırtında, kiminin biryerlerini ellerken, kiminin boynuzlarına poposunu dayayıp fotoğraf çektirdiği, kiminin sevgilisini beklerken saatlerce tavaf ettiği o boğa var ya, ondan söz ediyorum. İşte o boğanın hikayesini biliyor musunuz?

Rahmetli ağabeyim Ümit Sinan Toğçuoğlu'nun ağzından dinlemiştim hikayesini.  Boğanın hikayesi zamanında Sinan Ağabey'imizin çıkardığı Kent 2000 adlı gazeteden alınma.

Şu bizim boğanın bitmeyen maratonu
Şu bizim boğanın, Altıyol’un ortasında arenaya çıkmış, önüne çıkanı denize kadar kovalayacakmış gibi durduğuna bakmayın...
133 yaşındaki hayvancağızın , oradan oraya koşmaktan, adım atmaya mecali kalmamış...
bizim boğa, taa Paristen gelmiş buralara...
1864 yılında Paris’te doğmuş. Isidore Bonheur ve T.Rouillard adlı iki heykeltraşın eseri.
O zamanlar, Fransız gücünü temsil ediyormuş. Ama 1. Dünya Savaşı’nda Fransız gücü Alman gücüne karşı koyamayınca, bizim boğaya Almanya yolu görünmüş.
Almanlar, Fransızların güç sembolü alıp götürmüşler.
Osmanlı İmparatorluğu, o sıralar, Almanyanın müttefiki olarak savaşın içinde. Güce muhtaç.. Alman imparatoru II.Wilhelm, 1917 yılında Türkiye’yi ziyaret ederken, başkumandan Enver Paşa’ya hediye olarak, güç sembolü boğayı getirmiş.
Bizim boğa, önce Beylerbeyi Sarayı’nın bahçesine yerleştirilmiş. 1930 da yeni ilçe olan Kadıköy’e getirilmiş. 1953 de, o sıralar Türkiye’nin böbürlenme nedeni olan Hilton’un bahçesine taşınmış. Güç sembolü ya...

Ama, Hiltonun modası geçince, 1969 da tekrar Kadıköy’e postalanmış. Bundan sonra da, Kadıköy’ün sembolü sayılmış nasıl oluyorsa...!

Kadıköy’de kaymakamlık binasının önünde duran boğa, binanın restorasyonu sırasında, depoya kaldırılmış.
Orada unutulmuş da...Hayli zaman sonra, hatırlanıp tekrar sokağa salınmış. Bir oraya, bir buraya derken, Altıyola gelip konmuş.

Şimdilik burada... ama yakında yine yollara düşebilir. Kadıköy Belediyesi, Altıyol’a, beldeyi sembolize edecek başka bir anıt dikmeyi düşünüyor. O zaman, bizim boğanın nereye gideceği meçhul... Maratonu hiç bitmeyecek gibi.
Haziran 1997, Kent 2000

25.10.2008

Sonbaharı yaprak yaprak çöpe atmak

1 yorum
Yine tarihimin yeni yeni toz tutmaya başlamış sayfalarında bir not
Sonbahar!

Sonbahar diyince akla ilk gelen sararmış yapraklar ve hoyrat esen rüzgar olmalı herhalde. Aksini istisna da olsa, iddia edenler çıkacaktır ama hiç önemli değil, istisnalar kaideyi bozmaz derler.

Sapsarı yapraklarla kaplı yollarda yürürken, ayakların altında ezilen yapraklardan çıkan sesler ve hoyrat rüzgara sevgilinizle birbirinize sarılarak eşlik ediyorsanız sonbaharın tadını çıkarıyorsunuz demektir.

Her son yeni bir başlangıçtır ne de olmasa, yazın bitişiyle gelen sonbahar da yeni bir hicranın habercisidir. Gidenler hep sonbaharda gider. Sonbaharın yaprak dökümü her ne kadar şarkılarda şiirlerde hicranı tasvir etmekte kullanılsa da benim için tam aksi şekildedir. Olayların sonbaharda yaşandığı, adında sonbahar bulunan filmler, sonbahara sitem ve küfür edilen, ayrılığa sebep gösterilen şiirler, büyük ayrılıkların sonbaharda yaşandığı aşk romanları vs. ile insan ömründe bir dönüm noktasıdır sonbahar. Sonbaharın bu kadar kıymetli olduğunu anlamak için

sonbaharın tadını layıkıyla çıkaramamak gerekiyormuş. Kışla dışında sonbaharı sevmeme rağmen kendisine hiç bu kadar değer biçmemiştim.
Şu an sonbahardayız. Rüzgar, bırakın hoyratlığı deli gibi esiyor Beşiktepe’de. Bu sonbaharı sabah ve akşamları sararmış-kızarmış kavak, söğüt yapraklarını rüzgara, ağaçlara küfrederek diğer arkadaşlarla birlikte mıntıka yaparak yaşıyorum. Topladığım her yaprakta sivil hayatta ağzıma almaya imtina ettiğim bin bir küfür savuruyorum. Topladığım her yaprakta, sevgilimin yanağına bir öpücük kondurmayı özlemle hayal ediyorum.
Çılgınca, kurumuş yaprakların üzerinde, havada uçuşan yaprakların altında koşturmak varken ben sonbaharı yaprak yaprak toplayıp çöpe atıyorum. Ben sevdaya yaprak yaprak hasretim. Ve ben artık sınıra dayanıyorum. Bu kadar zalimlikten sonra hangi yaprak bana sonbaharın eski tadını verir diye çok ama çok merak ediyorum…