Kısa dalga yayın

30.11.2007

Tarihi dahi ağlatacak buluşu açıklıyorum

0 yorum

Şu bağlantısını verdiğim yazımda buluşumdan bahsetmiştim ve bir yerinde şöyle demiştim:

Değil Türkiye ve dünyanın ; değil bu yılın, değil bu asrın, değil bu milenyumun, tarihin bile bu zamana kadar görmediği ve sayfalarına yazmadığı bir buluşa imza
atıyorum. İnsanlık tarihi böyle birşeyle karşılaşmadı ve değil ki bir daha
karşılaşsın.
Daha fazla birşey yazmayacağım buluşuma bu bağlantıdan ulaşabilirsiniz. Vatana, millete hayırlı uğurlu olsun.

29.11.2007

Duydunuz mu? Orhan Baba ölmüş

1 yorum
Sabahın kaçıydı hatırlamıyorum ama kalk saatinden önce olduğuna kesin eminim. Biraz psikolojik problemleri olan, geceleri karanlıkta uyuyamayan, yat saatinin ardından ayakta bulduğu askerle sohbet edip canı sıkılınca "Yat saati geçti mi?" diye sorup sonra aldığı evet cevabın ardından "Ulan yavşaklar, ne bok yemeye ayaktasınız? .iktirin gidin yataklarınıza hiç kimseyi ayakta görmeyeceğim" diye bağırıp neredeyse gece koğuşçusu ve devriye çavuşunu bile yatağa göndermeye yeltenen o günün nöbetçi astsubayı, yine bağırtılarla birliği kalk saatinden önce ayağa dikmeyi başarmıştı. "Ulan çaaaycı, nerde benim çayım? Çabuk lan! Benim şekerim var, getirme beni oraya" çığlığının ardından gelen çayını yudumlamaya başlayan astsubayımız biraz olsun sakinleşmişti ki yazıhaneyi azmaya giden ben "Günaydın komutanım!" dediğim esnada televizyondaki Orhan Gencebay görüntüsüne takılmış ve "Hayırdır komtanım, n'olmuş Orhan Baba'ya?" diye soruvermiştim. Bunun ardından haberin geçtiği kanalı değiştirip bana döndü:
-Sever miydin?
-Severdim komutanım. Fanatiği değildim ama zihnime yer etmiş şarkıları var. E bi de Orhan Baba işte!
-Ya ya, sevmeyen yoktur onu değil mi?
-Evet komutanım, ben sevmeyenine rastlamadım.
-Çok üzücü çook.
-N'oldu ki komutanım?
-Daha ne olsun oğlum? Ölmüş adam.
Bu lafın ardından tüylerim diken diken oldu ve sanki ailemden birini kaybetmişçesine gözlerim doldu. Nasıl dolmasın ki arabesk bir müzik zevkim olmasa da Orhan Baba farklı bir değer benim için. Küçükken "komşuya gidersin" diye cevapladığım "Ya evde yoksan" nakaratlı, zihnime en büyük tesiri bırakmış şarkısı yok mu? Çarşı izinlerine giderken veya dönerken özellikle Orhan Baba’yı dinlemek için son model minibüsleri es geçip, Orhancı, döküntü minibüste Orhan Baba’nın şarkıları eşleğiyle yolculuk etmeyi yeğlerdik şehre doğru. Hızlı adımlarla odanın kapısından ayrılıp gazinoda buldum kendimi. Etrafta fellik fellik televizyonun kumandasını aradığımı gören gazinocu ne olduğunu sordu. Sadece “Orhan Baba ölmüş” diyebildim, Orhan Baba’nın vefatıyla ilgili bir haber bulabilmek umuduyla bütün kanalları tek tek dolaştım ama hiçbir haberde Orhan Baba’nın ölümüyle ilgili bir bilgi verilmiyordu. Ben televizyon kanallarını değiştirmeye devam ederken, birliğin diğer askerleri de gazinoya doluşmuştu ve benimle beraber bir haber duymak için sabırsızlanıyorlardı. Bölük çavuşu gazinoyu içtima için boşaltmıştı, ben ve gazinocu kalmıştık sadece. Koğuşçu, gazinoya rutin olarak alınan günlük gazeteleri getirdiğinde elinden kaparak tek tek itina ile bütün gazeteleri taradım, gazinocu ve koğuşçu da ben gözden kaçırmışsam bir haber bulabilirim umuduyla benim baktığım gazetelere tekrar göz geçiriyorlardı. Nafile, ne Orhan Baba ile ilgili ne de ölümü ile ilgili bir haber bulabildik. Toplu halde kahcaltı için yemekhanenin yolunu tutan bölüğün ardından ben de yola düştüm yemekhaneye doğru. Yolda önüme gelene Orhan Baba’nın öldüğünü söylüyor ve bununla ilgili bir haber duyup duymadığını soruyordum. Aldığım cevaplar hep aynıydı: “Yaaaa, Orhan Baba mı ölmüş? Hiç haberim yoktu, senden öğrendim.” O günü Orhan Baba ile ilgili bir bilgi alabilme arayışıyla geçirdik, dışarıdan gelen, poğaçacıya, ayrancıya, ziyaretçilere sorduk, beklentimizi karşılayan bir cevap alamadık.

Orhan Baba’nın ölüm haberini almış olduğumuz o sabahtan bu yana yaklaşık bir hafta geçmişti. Ben de dahil o haftasonu çarşıya çıkamayan bir çok kişinin zihninde Orhan Baba ile ilgili tek şey, bütünüyle inanamadığımız ölmüş olduğuna dair bir haberdi. O gün yine o üzücü haberi almamıza sebep olan astsubay nöbetçiydi. Gün sona ermek üzereydi, akşam içtiması alınmış, kışla ocaklarında görevli olanlar görevlerine çekilmiş, arda kalanlar da bölükte keyfine bakıyordu. Ben yine yazıhaneme gömülmüş kayıt kuyudat işleriyle uğraşıyordum. Çay almak için gazinoya doğru ilerlerken kapıdan beni gören nöbetçi astsubay beni çağırdı. İçeri girdiğimde çavuş mavuş, poşetler (kısa dönemler ) falan oturmuş televizyon seyrediyorlar. “Ne haber, ne yapıyorsun?” gibi havadan sudan sorularla hal hatır sohbetini tamamladıktan sonra:
- Geçen nöbetimin sabahını hatırlıyor musun?
- Evet, hatırlıyorum komutanım!
- O sabah sana ne dediğimi hatırlıyor musun?
- Unutmadım ki komutanım. Bütün gün haberleri, gazeteleri kolaçan ettik, gelene gidene sorduk fakat Orhan Baba’nın ölümüyle ilgili bir haber ne duyduk ne de gördük.
- Ama öldü diyince çok üzüldüm değil mi?
- Evet, üzüldüm.
- O akşam n’oldu biliyor musun? Anlatayım ben sana.
- Dinliyorum komutanım.
- Akşamüzeri kademeye doğru gidiyordum, gelen giden asker hep Orhan Baba’nın ölümüyle ilgili konuşuyordu. Neyse, kademedeki odama gittim arkadaşlar oturmuşlar sohbet ediyorlar. Konu ne? Orhan Baba’nın ölümü! Ağzım açıkta kaldı. Bir de bana soruyorlar “Haberin var mı? Orhan Baba ölmüş” ,diye, Az kalsın ben de inanıp “Ya ne zaman, nasıl olmuş” diye adamlara soracaktım.
Ben şaşkın ördek misali dinlemeye devam ediyordum ve diğerleri de tabi ki. Tarif edilmesi mümkün olmayacak keyifle bir kahkaha atarak:
- Ama itiraf et, güzel işlettim değil mi sizi? Oğlum boşuna dememişler “Kışlada bir yalan at, döner sana gelir, sen bile inanırsın” diye. Gerçekten az kalsın öyle oluyordu.
Ben ve diğerleri dayanamayarak komutanın kahkahalarına eşlik ederken bulduk kendimizi.
Hey gidi askerlik hey! Bu da kendince bir dünya. Bence askerlik yapmamış her erkeğin bir yanı eksik kalmıştır. Fatih AKIN’ın yerinde olsam bir de asker ocağında pişerdim. Askerlik, yapmamak için savaş karşıtlığıyla savunulamayacak bir değer.
Orhan Baba, Allah ömrüne bereket versin.

Kadın kısmısının futbol tutkusu!

0 yorum
Bir zamanlar, evli olan veya birlikte olan çifler arasında erkek kısmısının futbol tutkusu büyük sorun olarak konuşuluyordu. Kadın kısmısı, erkeklerin futbola olan ilgisinden dolayı kendilerini ihmal edilmiş ve hatta değersiz olarak görüyorlardı ve imkan buldukları yerde bunu dile getirerek erkeklerden şikayet ediyorlardı. Hani haksız da değillerdi. Erkek kısmısı için muhteşem bir tutkudur bu futbol. Eve gelen misafirler, çıkılacak yemekler, katılınacak toplantılar eğlenceler hep futbol maçlarına göre ayarlanıyor. Hatta bu konuda yapılmış, taraftarı olduğu takımın sosyal ilişkilerine etkisini, futbol-veya başka bir spor- ve sevdiği kadın arasında seçim yapmak durumunda kalan fanatiğin maceralarını anlatan bir iki film seyrettiğimi hatırlıyorum.
Bu nebzeye varan futbol tutkusuna/fanatikliğine sahip erkek kısmısının oranı oldukça yüksek. Benim gibi sadece gönül bağıyla bağlı olup yediğini,içtiğini,.ıçtığını futbol maçlarına göre ayarlamayan adamların sayısı oldukça gülünç kalır, bir istatistik yapılmış olsa.

Bu konuya neden değinme geriği duyduğuma gelince:
Çevremde artık erkekler kadar-neredeyse erkeklerden çok- futboldan konuşan kadınların sayısındaki artış dikkatimi çekti. Önceden bir ortamda erkekler futboldan konuşmaya başlayınca kadın kısmısının suratı asılır ve mahzun mahzun ortadaki muhabbete kayıtsız kalmaya çalışır bir müddet sonra da ortamı terk ederlerdi. Oysa şimdi erkekler bir futbol muhabbeti açmaya görsün, ortamda mevcut kadın kısmısı en fanatik erkekten bile daha ateşli şekilde tuttuğu takımı savunmaya ve karşı takımı yermeye başlıyor ben ise ağzı açık seyrediyorum. Belki de bu sosyal değişimin öncüleri medyadır diye düşünüyorum. Spor programlarını sunan sunucuların tercihinde kanallar tarafından kadınların tercih edilmesi, spor yazarları arasına kadın yazarların ve yorumcuların katılması bunda en büyük etken olsa gerek.
Spor ve özellikle futbol mecrasında kadın kısmısının vitrinde ve de içinde yer alması belki de bu dünyadaki şiddeti azaltmaya yönelik bir çalışmadır. Ben pek de öyle olacağını zannetmiyorum. Kadın kısmısının erkeklerin dünyasına daha da yakınlaşma çabası olarak görüyorum çevremden edindiğim izlenime dayanarak. Yakında tuttuğu takım taraftarlığı sebebiyle kocasını evden kovan, boşanma davası açan, kafa göz yaran kadınların haberlerini duyarsanız, şaşırmayın.

Kendi işi,mesleği, hobisi spor olan kadınların konuşması neyse de bu fanatiklik konusunda yarışan kadın kısmısı çok itici oluyor bence.

28.11.2007

Kendi elimizle açtığımız "Büyük Kürdistan" yolu

1 yorum
Bugünkü şartların olgunlaşmasına yol açan ve Büyük Ortadoğu Projesinin ayaklarından birini oluşturan Irak’ın bölünmesi hususunda zamanın şartlarına ve yaşanan olaylara bir göz atalım:

1991 Körfez Savaşı, çıkan Kürt ayaklanmasında, zulüm korkusuyla Türkiye’ye büyük bir mülteci akını olmuştur. Mart ve Nisan 1991’de Irak’tan kaçan 1,5 milyon Iraklı Kürt, Türkiye-Irak sınırına yığılmıştır. Günümüz mülteci sorunlarına cevap vermekten çok uzak 1951 Mülteci Sözleşmesi, ülkelere sığınmacıları kabul etme zorunluluğu getirmediğinden, Türkiye mültecilere sınırlarını açmamış, 450,000 Iraklı Kürt, dağları aşarak yasadışı yollardan Türkiye’ye girmiştir. BMMYK yetkililerinin ifade ettiklerine göre, hazırlıksız yakalanan Türkiye’nin elinde hali hazırda sadece 20,000 çadır vardı. Türkiye, beklediği sayının çok üstündeki mültecilere barınak ve yiyecek bulmakta zorlanmıştır. Kürtlerin bu durumu dünya kamuoyuna yansıdığında büyük yankı uyandırmış, koalisyon güçleri bu baskı sonucu BM’nin 688 sayılı kararı gereği 11 ülkenin katılımıyla Huzur Operasyonu’nu düzenleyerek Kuzey Irak’ta bir güvenli bölge oluşturmuşlardır. Bu operasyonda Türkiye de bulunmuştur. *

Güveni Temin Operasyonunun ardından bölgedeki gelişmeler konusunda dönemin Başbakanı Yıldırım Akbulut başını oldukça ağrıtan o günleri bütün canlılığıyla şöyle hatırlıyor: ‘Sınırımıza yığılan 500 bin insana büyük gayretlerimize rağmen bakmak, yiyecek ulaştırmak, sağlıkları ile ilgilenmek ve barınmalarını sağlamak mümkün olmuyordu ve olamazdı da. Coğrafya da müsait değildi. 500 bin kişiye çadır kursanız çadır kuracağınız yer yok. Ekmek, yiyecek temin etseniz onlara ulaştıracak yol yok.’

Yıldırım Akbulut o zaman peydah olan çekiç güçle ilgili durumu şöyle anlatıyor: ‘500 bin kişi Türkiye’de değil, kendi yerlerinde muhafaza edilsinler istedik. Tabii bir baskı sonucu buraya geldikleri için de Saddam’ın zulmünden kurtarabilmek için bir güç olsun, bunları korusun diye düşündük. Biz daha evvel Halepçe olayı nedeniyle 50—60 bin Peşmerge’ye kapılarımızı açtık. Onların bize ne derece bir problem oluğunu iyi biliyorduk. Asayişi temin edebilmek için bazı harekatlar yapıldığında ‘Türkler insanlara eziyet ediyor’ gibi bir çirkin propaganda ile de karşılaştık. Halbuki bizim yapmış olduğumuz insanî hareket öyle bir propaganda ile tersine döndü ki sanki biz peşmergelere eziyet ediyormuşuz gibi gösterilmeye çalışıldı. Çekiç Güç’e bunun için ihtiyaç duyduk.’**

Çekiç Güç'e bir de şuradan bakalım:
Çekiç Güce bagli helikopterler, ayrilikçi terör örgütüne yardim paketi atarken görüntülendi. Ama gazetelerde "Şok" gibi basliklarla haber olan bu konu bir çirpida unutuluverdi. Amerikalilarin "teröre karsi Türkiye'nin yaninda" olduklari seklindeki açiklamalari, nedense "ikna edici" bulundu. Oysa Çekiç Güç'ün ve ABD'nin Türkiye'deki ayrilikçi terör örgütüne gizli destek verdigine dair sik sik skandallar patlak verdi.

Örnegin Zaman gazetesinin 13 Mayis 1994 tarihli sayisinda verdigi habere göre, "KKTC Magosa Limani'nda PKK'ya silah götürürken yakalanan Anne M isimli geminin Litvanya Klaipeda Limani'ndan Kalasnikof marka silahlari ABD Savunma Bakanligi'ndan alinan silah satin alma belgesiyle yükleme yaptigi" ortaya çikmisti.

Çekiç Güç-Israil-ABD-Terör dörtgeni içinde, Israil-terör örgütü arasinda dogrudan iliski olduguna dair deliller de vardi. Israil'in terör örgütünü "taseron" olarak kullandigi yönündeki bir açiklama, Zaman gazetesinin 3 Mart 1994 tarihli sayisinda yayinlandi. Habere göre, BOTAS Petrol Boru hattinda meydana gelen patlamalarla ilgili olarak bir üst düzey yetkili söyle diyordu: Israil kendi teknolojisini ve uydularini kullanmak amaciyla iki defa boru hatlarinin güvenligini saglamak için talepte bulundu. Türk yetkililer bu duruma sicak bakmadi. Hemen ardindan boru hatlari PKK tarafindan bombalandi. Bombalama olayindan sonra Israilli yetkililer tekrar boru hatlarinin güvenliğine talip oldular. Türk yetkililer bu talebe sicak bakmalarına ragmen müsbet bir cevap vermediler. Bunun ardından, kısa bir süre önce ikinci bir bombalama olayı meydana geldi. Boru hatlarının bombalanması eylemlerini üstlenen PKK, bu eylemleri artırarak devam ettireceklerini söyledi. Israilliler boru hatlarinin güvenligine tekrar talip oldular. Bu son talebe devlet yetkilileri olumlu cevap verdi. Çok kisa bir süre içinde yapilacak anlasma ile de bundan sonra boru hatlarinin güvenligini Israil saglayacak... Bombalama olayı ve takip eden gelismeler son derece manidardir.Kisacasi Çekiç Güç, Terör Örgütü ve ABD-Israil arasindaki iliski, disardan göründügü gibi degildir. Her ne kadar ABD ve Israil terör örgütüne karsi olduklarini ve Türkiye'ye destek verdiklerini açiklasalar da, "ikili politika" geleneğinin iyi bir örnegi olarak, terör örgütünün arkasinda Israil ve ABD (daha dogrusu Israil'in Amerika'daki uzantilari) vardir. Çekiç Güç, Kuzey Irak'ta hem bir Kürt devleti olusturmakta hem de otorite bosluğu meydana getirerek terör örgütüne lojistik destek sağlamaktadır.

Çekiç Güç'ün göründügünden farklı hedefleri olduğunun, hem de oldukça "pis" ve "karanlik" hedefleri olduğunun bir baska göstergesi ise Çekiç Güce karşı çıkan bazi önemli isimlerin ilginç akibetleridir. Ortak özellikleri Çekiç Güç'ün gitmesini istemek olan bu kisiler, nedense birbiri ardina "fail-i meçhul" kurbani olmuslardir. Örnegin Hulusi Sayin ve Ibrahim Selen. Ikisi de korgeneraldi. Ikisi de Güneydogu'da Jandarma Bölge Asayiş Komutanı'ydı... Ve ikisi de öldürüldü. Iki emekli korgeneralin ortak yönleri ise Çekiç Güce karsi çıkmalarıydı. Çekiç Gücün gitmesi gerektiğini belirten Jandarma Komutani Orgeneral Eşref Bitlis uçak kazasi süsü verilen bir sabotaja kurban gitti. Esref Bitlis'in en güvendigi kisilerden ikisi, yani Bitlis'in Güneydoğu'daki özel kadrosunda yer alan Emekli jandarma Binbasi Cem Ersever ve onun yakın arkadasi yüzbaşı Mustafa Deniz fail-i meçhul cinayete kurban gittiler. Ersever ve Deniz'in ortak yönleri de Çekiç Güc'ün bölgedeki varlığına karsi çıkmalarıydı. Derya Sazak'in 14 Kasim 1993 tarihli Milliyet'teki yazisinda belirttigi gibi "Çekiç Güç sanki seytan üçgeni"ydi, "... ona karsi çikanlari içine çekebiliyor"du. Lice'de Tuggeneral Bahtiyar Aydın, Cumhurbaşkanı Demirel'in deyimiyle 'bir kör kursunla' can verdi. Bahtiyar Aydın'in en önemli özelligi de Çekiç Güce karsi çıkmasıydı. Bu kisilerin bir diğer özellikleri, soruna mümkün olduğunca "barışçı çözüm" bulunmasi gerektigini savunmalarıydı. Dağlari bombalamakla, bölgedeki savaşı bu biçimde yürütmekle bir sey kazanilmayacagina inanan insanlardı. Bölgeden Amerikan uzantilarinin kaldırılmasını ve Türkler ve Kürtler arasinda kardeşlik temelinde bir birlik kurulmasini savunuyorlardi. (Nitekim gerçekten de tek çözüm budur.) Çekiç Güç'e karsi çikanlari birbir ortadan kaldiran güç, kuskusuz Çekiç Güç'ü Incirlik'e getiren ve onun kanaliyla bir Kürt devleti kurmak isteyenlerin bir uzantisindan baska bir sey olamazdi. ***

Çekiç Güç
Genelkurmay Başkanlığı’nın dün(15.03.2003) yaptığı açıklama ile Çekiç Güç’ün Türkiye’deki görevi de sona erdi. Genelkurmay’ın ‘Kuzeyden keşif harekâtı ve üs hazırlama faaliyetleri’ kapsamında Türkiye’de bulunan bin 166 ABD askerî personelinin Türkiye’den iki gün içinde ayrılacağını belirtmesinin ardından ilk kafile uçakla İncirlik’ten Almanya’ya hareket etti.Çekiç Güç, 1. Körfez Savaşı sonrası 5 Nisan 1991’de Bakanlar Kurulu tarafından alınan karar doğrultusunda Türk topraklarında geçici olarak konuşlanmıştı.
Körfez Savaşı’nın akabinde Irak yönetiminin kendisini desteklemeyen gruplara
karşı sert mücadele başlatması ile çok sayıda insanın Türkiye ve İran’a
sığınmaya çalışması Birleşmiş Milletler’i (BM) harekete geçirmişti. BM Güvenlik
Konseyi Irak’a ekonomik ambargo konulması, nükleer, biyolojik ve kimyasal
silahların yok edilmesine yönelik 3 Nisan 1991 tarihli 687 No'lu kararını aldı.
BM’nin bu kararından sonra Bakanlar Kurulu, toplu göçün tekrarlanmaması ve
bölgede barışın devamını sağlamak amacıyla çok uluslu bir gücün Türk
topraklarında geçici olarak bulundurulmasına karar verdi. Türkiye’nin ev
sahipliğinde, ABD, Fransa ve İngiltere’nin katılımı ile Huzuru Temin Harekatı
başladı. İnsani yardım ve caydırma amacıyla başlayan bu harekat, sığınmacıların
kendi topraklarına geri dönmesi ve insani yardım faaliyetlerinin sona ermesiyle,
yerini 1 Ocak 1997’den itibaren Türkiye’nin ev sahipliğinde ABD ve İngiltere’nin
katılımı ile bölgenin gözetleme ve kontrolü amacıyla başlatılan ve İncirlik
Üssü’nde konuşlandırılan Kuzeyden Keşif Harekâtı’na bıraktı. Birlik, 15 Mayıs
1997’de tugay seviyesine çıkarıldı, 28 Eylül 1998 tarihinde de adı 10. Tanker Üs
Komutanlığı olarak değiştirildi ve sancak verildi. Amerika Birleşik Devletleri
öncülüğünde başlatılan ikinci Körfez Savaşı'nın başladığı 20 Mart tarihinde ise
Türk hükümeti ABD’nin sadece Türk hava sahasını kullanabileceğini belirtmesi ile
daha önce Türkiye’deki üslerden Irak’ın kuzeyine yapılan keşif gücü uçuşları da
sona ermiş oldu. Bu uçuşların sona ermesiyle İncirlik'ten önce İngiltere’ye ait
Tornado tipi savaş uçakları, ardından da ABD’ye ait Awacs erken uyarı, radar
bozucu Prowler tipi uçaklar ile tanker ve F–15, F–16 tipi savaş uçakları başka
üslere çekildi. 1991 yılından bu yana her 6 ayda bir görev süresi uzatılan Çekiç
Güç ve ardından başlayan Kuzeyden Keşif Gücü kapsamında yürütülen faaliyetler
başlangıçta 25 bin personel tarafından yerine getiriliyordu. Zaman içinde bu
personel sayısı 1.000’e, uçak ve helikopter sayısı da 63’e düştü. Kuzeyden Keşif
Gücü’nün görev süresi son olarak 26 Aralık 2002’de 58. Hükümet’in Türkiye Büyük
Millet Meclisi'ne gönderdiği tezkeri ile 6 ay daha uzatılmıştı. ‘Kuzeyden Keşif
Gücü’ adı altında yapılan ve kamuoyunda ilk başladığı isim olan ‘Çekiç Güç’
adıyla anılan ortak görev gücü böylece 12 yılda 13 hükümet görmüş oldu.****

Biraz da şuradan bi bakalım ABD'nin Türkiye üzerinden bölgede oynadığı oyunlara:
Dönemin Cumhurbaşkanı Turgut Özal, Kuzey Irak’ta ABD’ye hep destek verdi. Herhalde kendisinin de söylediği gibi damarlarındaki Kürt kanından dolayı Kuzey Irak’taki Kürt gruplara ABD ile birlikte tam destek verdi. Fakat bu politikalar yüzünden de Türkiye beline kadar çamura saplanıyordu. Ayrıca bu dönemde Kürt liderler Talabani ve Barzani’ye kırmızı pasaport verildi. Çekiç Güç belasını başımıza salan Özal, PKK’nın daha da güçlenmesine ve palazlanmasına sebep oldu. Çekiç Güç bu bölgede terörist PKK militanlarına inanılmaz bir malzeme ve silah yardımında bulunuyordu. Uçuşa yasak bölgede PKK militanları bu boşluğu değerlendirerek hain emellerini devam ettirdiler. Türkiye defalarca Kuzey Irak’a askeri operasyonlar yapmak zorunda bırakıldı. Bu operasyonlarda zaman zaman 40 bine yaklaşan ordumuzun bir çok değerli subayları ve Mehmetçikleri şehit veya gazi oldular. Ülkemiz PKK terörü nedeniyle 32 bin kayıp vermiş, bu olaylar nedeniyle de en az 150 milyar dolar para harcamıştı. Her bakımdan ülkemize büyük maddi ve manevi zararlar veren bu çatışmalarda ABD’nin düşmanca tavrı bilinmektedir.

6 Nisan 2005 yılında, Kürt Lider Talabani’nin, Irak’ta, Devlet Başkanı seçilmesinin hiç de tesadüf olmadığını biliyoruz. Talabani 2002 yılında, Daily Telegraph’a yaptığı açıklamada: “Bush, babasının yarıda bıraktığı işi tamamlayacak” demişti. Gerçekten de Oğul Bush görevini yapmıştı. Türkiye’nin doğu ve güneydoğusunu Kürdistan olarak gören Barzani ve Talabani’nin ne kadar tehlikeli olduğunu görmekteyiz. Bu yüzden de ABD’nin yüz yıldan beri izlediği politika bizim açımızdan hep çok tehlikeli olmuştur. Gerçekleşmesini asla istemediğimiz ülkemizi tekrar kan gölüne sokma uğraşısının bu sefer ki taktiği maalesef Türk-Kürt çatışmasıdır. Irak’ta Kürt Lider Talabani’nin iktidara gelmesiyle Türkiye’deki ayrılıkçı terör örgütü PKK-KADEK için bulunmaz bir fırsat doğmuştur. ****

Irak'ın işgalinin ardından; senelerce birbirleriyle çatışan, savaşan Barzani, Talabani güçlerini Özal aracılığıyla bir araya getirme ve PKK karşısında kullanabilme çabaları sonucunda PKK ile bu peşmerge liderleri kanka oldular. Birisi Irak'ın devlet başkanı oldu diğeri kendisine ırak'ın kuzeyinde bölgesel bir yönetim kurdu.

Sonuç
Zamanında bizim devletimiz tarafından, kurulacak bir Kürt devletinin savaş sebebi olacağı açıklamalarına rağmen ABD, bize rağmen bize bu bölgesel yönetimi kurdurdu. Lojistik desteğini sağladık senelerce, orada yaşayan Saddam mağdurları rolü oynattırılanlar sebebiyle. Merkez bankalarını kurdular, parlamentolarını açtılar, bayraklarını dalgalandırdılar, paralarını bastılar. Irak'ın ABD tarafından işgalinin ardından petrol anlaşmalarına taraf oldular ve şimdi %50lere varan pay almaktalar petrol gelirlerinden.
Biz daha, en meşru zeminde kurduğumuz KKTC'ye kendi ülkemiz dışında yabancı ülkeleri bırakın kardeş ülkemizden bile doğrudan uçak seferlerini başlatamamışken Irak'ın kuzeyine Avusturya'dan doğrudan uçak seferleri başlatılmış oldu.
Irak'ın kuzeyindeki Barzani yönetimi şimdiden bile bölgesel yönetim olarak dile getirilmekte bizim ulusal medyamız, haber ajansları tarafından. Biz hala daha Irak'ı bütün sanıp, bölünmemesinden yana teraneler sallıyoruz. Irak'ın kuzeyindeki yönetim, kendine bu kadar imkan sağlamışken, neden bağımsızlık ilan etsin ki bağımsızlık ilan etmiş devletten bile daha çok imkana ve imtiyaza sahipken?

Büyük Kürdistan devletinin ilk adımı atılmıştır. Sıradaki adım olarak Türkiye'de kurulacak bir Kürt bölgesel yönetimi görüyorum. Şimdilik İran topraklarında böyle bir girişim için erken, 1946 yılında İran'da sovyetlerin desteğiyle bir Kürt bağımsızlık hareketi ilan edilmiş fakat başarıya ulaşmamıştır. Bizdeki şartlar daha elverişlidir. Büyük Kürdistan hayalinde yer alan ülkemiz toprakları üzerinde demografik yapı oldukça uygun. Senelerce PKK/KADEK terör belası sebebiyle bölgeye ne öğretmen ne doktor ne de ihtisas(mühendis vs) sahibi insanlar sokuldu. Aile planlaması adı altında yapılan demografik çalışma da meyvelerini verdi ve hala daha vermeye devam etmektedir. Ülke çapında etnik olarak Kürtlerin yaşadığı ve bilhassa bu bölgelerin dışında aydın bir çok insan devlete inanıp aile planlaması oyunana ekonomik şartlar sebebiyle yenik düşerken;açlıktan her dakika ağlayan, devlet nerede diye sorup, elini uzatan devletin alnına kurşun sıkmayı bile başarabilen insanlar için aile planlaması zaten bir anlam ifade etmiyordu ve bu da bu tezgahı kuranların işine geliyordu. Bölgede nüfuz sahibi aileler kaçakçılık sayesinde cukkayı sağlamlaştırıp Bursa, İstanbul, İzmir, Kayseri gibi şehirlerde ticaret ve sanaiye dahil oldular hatta bazıları mafya tabir edilebilecek bir güce ulaştı. Bu oyunun içinde olmayan Kürt kökenli insanların varlığı elbette inkar edilemez. Demografik olarak gerekli şartlar sağlandı bölgede. Sıra siyasi aşamaya geldi. İlk etapta Türkiye için öngörülen, demokratik haklar, özgürlükler adı altında federatif bir yapı. Ardından özerklik ve sonrasında bağımsızlık talebi. Şimdilik bu komplo teorisi olarak görülüyor, temennim de o yönde ama mevcut gerçekler öyle demiyor.


*** Yeni masonik düzen
**** Zaman 16.03.2007

26.11.2007

Polislik zor meslek!

2 yorum
Milliyet "Alkol kontrolünden kaçarken vuruldu", Hürriyet "Ehliyetini kurtarmak isterken can verdi", Akşam da "Ölüm takibi" diye manşet atmış web sitelerinden.
Hele akşam'ın haber yorumu oldukça ilginç; Öldüren polis tekmesinden sonra bu kez tartışılacak kurşun..." diye anasayfasından girmiş habere.

Bu polisler ne yapsa halka da yaranamıyor, millete de.
Dur ihtarına uyma, kurulan barikatleri basıp geç, kafaya kurşunu yiyince polis suçlu olsun! Kurşun sıkan polis, nereden bilsin araç içindekinin bir canlı bomba, terörist veya katil olmadığını ve ellerinden kaçınca bir katliama sebep olmayacağını. Madem sadece ehliyetin yok (üstelik el konulmuş), durursun araban trafikten men edilir. E adam arabayı gözden çıkarmaktansa çakmayı göze almışsa buna da yapacak bir şey yok. Çocuğun ailesine sabır dilerim ve babasının dile getirdiği şu laflara asla ve asla katılmadığımı belirtmek isterim:

“Oğlumu vuran kişi veya kişilerin cezalandırılması için hukuki yönden elimden geleni yapacağım” dedi. Ayakta güçlükle durabilen öfkeli baba Tursun, “Polis oğlumu kaza nedeniyle hastaneye getiriyor. Oysa gerçeği doktorlar ortaya çıkartıyor. Dur ihtarına uymayan bir kişinin hemen vurulması mı lazım? Bu işin peşini bırakmayacağım” diyerek tepkisini gösterdi.

E be baba, sen oğlunun peşini baştan bırakmışsın eline tahtalı köy biletini vermişsin şimdi polisten hesap soracaksın! Oldu mu şimdi?

Unakıtan'dan müthiş çözüm

1 yorum
Maliye Bakanı Kemal Unakıtan, 2007 bütçesini teşkilat olarak tutturmakta zorlandıklarını; sigara ve alkollü içkiler üzerinde yapılan vergi arttırımının beklentileri karşılayamadığını ve yeni gelir kaynağı arayışlarında olduklarını belirtti.
Bir gece ansızın uykusundan fırlayarak "Buldum Ahsen, buldum", diye bağırmasıyla üstünü giyip müsteşarını arayarak ani bir basın toplantısı tertip edilmesini isteyen ve akabinde haberciler karşısına geçen Unakıtan;

Değerli basın mensupları, bütçe açığını giderme konusundaki arayışlarımıza bu gece aklıma gelen bir fikirle son noktayı koyuyorum, diyerek şöyle devam etti:
Önümüzdeki Kurban Bayramı vesilesiyle defterdarlıklara gönderdiğimiz emirde, her mahalleye bir vergi memuru görevlendirilmesi vasıtasıyla Kurban Bayramı arefesinde başlamak üzere bayram harçlığı toplayan çocuklardan %69 ÖHTV (Özel Harçlık Tüketim Vergisi) almaya karar verdik. Memurlarımız, özellikle bayram namazı vaktinde harçlık verme işlemlerinin camide başlaması dolayısı ile camilerin kapısında bekleyen ve büyüklerinden harçlık alan çocuklarımızın eline geçen paradan &69 ÖHTV alacaklar. Bununla kalmayan memurlarımız evlerinden çıkan çocukların ceplerini arama ve bulunan paradan da ÖHTV vergisi almaya yetkili olacaklar.
Unakıtan'ın bu açıklamalarından sonra bir basın mensubu şöyle bir soru sordu:
Sayın Unakıtan, acaba Başbakanımızın çocuklara dağıttığı bayram harçlıklarından da bu vergi alınacak mı?

Medya karteli, para babalarının vergi borçlarına asıl borçtan milyonlarca liralık indirimi yapmaktan çekinmeyen Unakıtan soruya şöyle cevap verdi:

Elbette, alacağız! Başbakanın verdiği harçlıktan ÖHTV almamak bizim gibi adil, ekonomik düzen idarecilerine yakışmaz.
Bu cevap üzerine sona eren basın toplantısından sonra Ahsen Hanım'ın koluna girerek sıcak yatağına geri dönen Unakıtan'ı, gazeteciler ağzı açık seyrettiler.

23.11.2007

Ruhuna el-Demokrasi

0 yorum

Facebook, işte budur!

0 yorum
Nereden, nereye?
İnternetin daha yeni yeni ülkemizde kişisel bilgisayarlarla kucaklaşmaya başladığı zamanlar, irc sunucuları ve özellikle mIRC adlı program sayesinde(ardından bir de icq var ya neeeyse) insanların taaa uzaklardan birbirleriyle tanışma faslı başlıyıvermişti internette.
O zamanlardan hatırlarım, karşınızdaki biriyle konuşmak ve akabinde kendisine dair bilgiler edinmek için yakışıklı/alımlı CIA- FBI ajanları gibi etkileyici ve iknacı bir konuşma tarzı gerekiyordu. Genellikle asl ile başlayan sohbetler bir kaç zaman sonra isimlerin, öğrenilmesi ve fotoğrafların gönderilmesi gibi ileri düzey arkadaşlıklara varılması genelde uzun bir zaman alıyordu.

Kişisel olarak internete duyulan güven arttıkça - ekonomik konular hariç - karşıda sohbet edilen insanlara da güven artmaya başladı. Akabinde icq, msn, skype vb programlar aracılığıyla fotoğraf göndermeler, şarkı hediye etmeler, birebir konuşmalar falan oldukça arttı.
Şimdi öyle bir zamana gelindi ki bir zamanlar internette insanlardan edinmek için kan süzülen bilgileri, artık insanlar hiç bir talep olmaksızın kendileri sergilemeye başladılar.
İşte Facebook da bunun en kolay yolu oldu.

Kredi kartlarının kullanımı slipler aracılığıyla yapılmaktaydı yeni yeni yaygınlaşmaya başladığı zamanlar, hey gidi heeey. Her taksit için karta bir slip hazırlanır ve vadesi geldiğinde bankaya işletilirdi.
Şimdi internete yönelik geliştirilen güvenlik sistemleri sayesinde doğrudan sanal poslar aracılığıyla, satıcının eline bile kredi kartı bilgileri ulaşmadan ödemeler yapılarak alışverişlerde gönül ferahlığı sağlanabiliyor.

Facebook nedir?
"Nedir?" diye biten soru cümlelerine Kemal SUNAL filmlerinden bir replikle "Bele puşt kimin, ipne kimin bişey" diyesim geliyor da her zaman her yere uymuyor doğal olarak bu cevap.

Facebook, öyle bir şey ki Bilim Teknik Dergisi'ne bile kendini konu edebilmiş bir uygulama! Bu benim için konunun latif kısmı, dergi facebook u ne yönden incelemiş okuyup görmek gerek. Derginin, teknolojik altyapısı mı, sosyolojik yanı mı yoksa ekononik yükselişi mi ilgiyi çeken?

Gerçekten ilgi çekici bir konu, Bilim Teknik ne yönden incelenmiş bilmiyorum da biz buralarda facebook şöyleydi böyleydi diye söylenirken yatırımcılar borsa maddi değerlerinden, girişimciler sahip olduğu potansiyelden nasıl faydalanırız diye kafa yoruyorlar. Bilim Teknik'in söz ettiği konuda yani istihbarat verisi olarak ne kadar öneme haiz olduğunu bilemeyeceğim de göz ardı edilmemesi gerektiğine inanıyorum.

Bugün itibariyle kendini Türkiye ağı içerisinde tanımlayan 1,136,755 kullanıcı sayısıyla göz ardı edilmemesi gereken, işlenmeye müsait bir cevher. 218.000 Almanya ve 585.000 Fransa ağı nüfusu göz önüne alınınca oldukça iyi. En yüksek değer olarak at %50 sini CRM açısından (at derken şöyleki bu %50 iş olsun diye bulunanlar ve hiç bir demografik veri girmeyenler olsun) sana kalır 650.000 kullanıcı. Ben ticaretin içinde hele de internetten faydalanan bir işletme olsam bu durumu hiç de göz ardı etmezdim. Ve tabi ucundan kıyısından bu işe reklam konusunda bulaşan işletmeler de yok değil. Bir kaç sitenin kullanıcılarına bilgi beslemesi verdiği uygulamalar da giriş açısından olumlu (sinemalar.com film künye ve özet bilgisi, burçlar, tusul.com un özetleri, chip.com.tr için haber bilgileri falan).

Bu cevherden ülkemizden de faydalanan işletmeleri görmek sevindirirdi beni. Mesela siberalem benzeri siteler, bir zaman sonra bunun içinde yer almak zorunda kalabilirler ben pek mümkün görmesem de.

Facebookta lobi savaşları başlıklı yazımda facebooka politik konular açısından değinmiştim.

hafif.org daki facebookla ilgili bir yorumum aynen şöyle:


underground iletişim ortamı. bu özelliğe dikkatinizi çekerim. facebook
altında gizli group oluşturabilirsiniz, sadece davetle kullanıcının
katılabileceği. bu gizli group sıradan hiç bir kullanıcının sorgulamalarında
görünmez. facebookun bu özelliği biraz can sıkıcı, yasadışı örgütlenmeler
açısından. bu konuyu hiç gündeme getiren yok nedense!!!


Görüldüğü, okunduğu, yazıldığı üzere facebook, varması öngörülen noktalar dışında belki de üreticilerinin dahi aklına gelmeyecek amaçlar için kullanılabilecek bir ortam.

Çocukluk arkadaşınızı, eski sevgilinizi, ebenizi, dedenizi nenenizi vs bulabileceğiniz bir ortam olması yanında, çeşitli uygulamalarla eğlenceli vakit geçirtmeyi başarabilen, ticari imkanlar sunabilen, beklenmedik gelişmelere gebe, terör örgütlerinin bile yer edinebildiği, çocuk, organ, uyuşturucu, kadın ve akla gelen ne varsa pazarlanmasına imkan tanıyabilen, ve kucağına aldığı insanları sevimli ve sıcak yüzüyle kandırarak istediği şekilde kullanabilen kara bir melek. Diğer mevzular bir tarafa, facebooka internet'in Hyde Parkı demek benim hoşuma gidiyor.

Zamanında masumane, bir topluluğun iletişim ihtiyacını gidermek amacıyla ortaya çıkmış; şimdilerde çeşitli uygulamalar sayesinde kendisini kollarına sorgusuz sualsiz teslim etmeye hazır fanilerin şahsi bilgilerini pazarlama ve bu fani topluluğun gizil gücünün çekiciliğiyle milyon dolarlara dönüşmüş bir internet ortamı. İşte, facebook budur!

Buralara gelebileceği öngörülmüş müydü? Hiç ihtimal vermiyorum çünkü internette ortaya çıkan imkanlar pek de programlı olarak gelişmiyor. Planlı programlı işlerin internet ortamında tuttuğunu da ne duydum ne de gördüm.

Neticede üzerinde keyf alınabilecek ne varsa, kazanılabilecek ne varsa faydalanılmalı çünkü oturduğu tahtta fazla kalabileceğine inancım yok. Bir fenomen olarak görülebilecek kadar kıymetli değil benim açımdan. İnternet tarihinde şimdiden kendine yer edindiği açık. Üzerine yapılan çalışmalar da oldukça eğlenceli, youtube bu konuda göz atmak size keyif verebilir.

19.11.2007

Savaşa neresi bilen var mı?

0 yorum
internethaber.com'da okuduğum şu haber tüyler ürpertici. Haberde söylendiği üzere yaklaşık iki yüz kişi, pkk ve bölücü başı lehine sloganlar atarak DTP binasına girerek eylemlerini sone erdirmişler.Eylemde açılan, yandaki yazılı döviz dikkatimi çekti. "Şavaşa'da hazırız barışa'da"
Burada söyledikleri belli de anlamı nedir? Çünkü zorla veya mecburen Türkçe konuşup da Türkçe bilmeyen birisi tarafından yazıldığı belli.
Bunu okuyunca, bunların Şavaşa denen bir yerde hazır olduklarını (ama ne için bilmiyorum) Barışa denen yerde de birşey yapacaklarını yazmaya çalışmışlar ama yazmayı unutmuşlar herhalde.
Şavaşa'da hazırlarmış. İyi hazırsınız da Savaşa neresi? Orada neye hazırsınız? Bunları da bizahmet yazıverin isterseniz!
İçinde yaşadıkları devletin dilini yazamayan iki yüz kişiyi muhatap alıp da bunlara cevap vermeye kalkanlara bir tarafımla gülme arzusundayım.
Öğretim şart!

15.11.2007

Taraf Gazetesi ne tarafa gidecek? Açıklıyorum!

8 yorum
Ahmet Altan'ın kuruluşuna öncülük ettiği, Alev Er'in genele yayın yönetmenliğini üstlendiği Taraf Gazetesi'nin kimin tarafını tutacağı konunsunda bir sürü şey yazılıp çizildi.

Kadrosunun bakış açısı dikkate alındığında dünyaya ve Türkiye'ye soldan bakacak bir gazete olduğu kendini belli ediyor doğal olarak. Fiyat gibi gazete satışlarında çok önemli bir değeri de göz önüne alırsak gazetenin çıkış amacının tiraja yönelik olmadığı bir yönden insanı sevindiriyor, Ahmet ALTAN da zaten böyle olacağını söylüyor. Bir zamanlar Vatan da böyle bağımsız, kimseye sırtını dayamayan bir gazete kimliğiyle ortaya çıkmıştı ama sonunda kendini Doğan'ın ellerine teslim etti. Sermaye gruplarının himayesinde yazmaya, çizmeye alışmış kadro bakalım ne kadar başarılı olacak. Ahmet ALTAN, vicdanı olan bir gazete olacaklarını dile getiriyor, mülakatlar arasında şöyle diyor:

Yaptığımız ilk toplantıda şöyle dedik; insanlara kötülük etmeyin, hakkında yazı yazdığınız herkesin akrabanız olabileceğini düşünün ve ona göre yazın, düşmanlık etmeyin, kimseyle alay etmeyin. En basitinden, kadınların fiziksel özellikleriyle ilgili o kadar can acıtıcı şeyler yazılıyor ki, ayıp! 'Bu gazete beni korur,' demelerini, buna inanmalarını istiyoruz.

Kendisiyle yapılan şuradaki ve şuradaki sohbetlerde Taraf'ın ne tarafta durduğu konusunda Ahmet ALTAN birşeyler söylüyor ama işin aslı hiç de öyle değil!

Gelelim asıl mesele olan Taraf'ın olduğu tarafa.



Gazetenin logosundaki T harfinin dik, "araf" ın ise italik olmasını, mediacatonline şöyle izah ediyor: sanki 'araf' kelimesine gönderme yapılıyor.

Bence hiç de öyle değil. T harfi merkezde duran birini-birilerini ve ardından gelen italik araf ise sağa doğru bir eğilim sergiliyor. araf ile öne çıkan sağa eğilim; T nin itmesiyle sağa yönelen birilerini mi yoksa merkezde dikilmekte ısrar eden birisinin-birilerinin araf ile sağa çekilmek istenmesini mi betimliyor? Önemli soru bu! Logoyu bu şekilde okuyunca Taraf ın kendine çizdiği yolun, logosuyla çeliştiği ortaya çıkıyor.

Yok eğer, biz söz ettiğimiz değerleri sağda yakaladık ve mücadelemize bu şekilde devam edeceğiz demiyorlarsa.

Birileri tarafından Taraf Gazetesinin logosunun dahi olağanı aşamadığı iddia edilse de ben buna inanmıyorum. Taraf'ın logosu mevcutlardan oldukça farklı çok çeşitli değerlendirmelere açık.

13.11.2007

Kahraman Amerika

0 yorum
Emparyalist ülkelerin temel yönetim anlayışların en önemlisi; önce bir halkın başına bela sarıp ardından bu belayı çetin bir mücadeleyi göze alacak şekilde ortadan kaldırarak halkın gözünde kahraman-kurtarıcı olarak görülmesini sağlamaktır. Bir insan bile doğal olarak kendi kahramanına sonsuz bir güven duyar ki emperyalist güçlerin, halk tarafından kahramana duyulan güveni iktidarını ele geçirmek istediği topraklarda kullanması da kaçınılmaz olur.

Bir çok örneği yaşanmasına rağmen bunun dünya çapında yaşayan en büyük örneği Irak'ın kuzeyinde oluşturulan bölgesel Kürt yönetimidir. Emperyal yönetim taktiğinin bir efsane değil de yaşayan bir uygulaması olduğu aşikardır. Öyle ki söz konusu bölgesel yönetimin eğitim bakanı bile bunu kendi ağzıyla dile getiriyor: "Amerika bizim için bir kurtarıcıdır ve bunu çocuklarımıza da bu şekilde öğreterek tarihimizi yazacağız."(TRT, Sınırlar Arasında, 12.11.2007)

Bu taktik bizim tarihimizde de denendi ve hatta hala daha PKK belasıyla yeniden denenmeye çalışıyor. Gönülleri ferahlatan odur ki bir kaç istisna dışında artık halkımız gözünü açmıştır ve Amerika'nın bu oyunu açık seçik görebilmektedir.

1992 senesinden beri Amerikan sivil toplum örgütleri ve Irak işgalinden sonra demokrasi enstitüleri Irak'ın kuzeyinde, özellikle Erbil'de konuşlanarak BOP çerçevesinde çalışmalarına devam etmekteler. Erbil'de; inşaat sektörü tam takır işlerken, binalar yükselirken halk kolera salgınıyla boğuşmakta, susuzluk ve elektrik sorunu yaşamakta. Hemen yanındaki,Talabani'nin kalesi Süleymaniye ile aralarında iki ayrı kıtadaymışçasına farklar görülmekte.

Kahraman Amerika'nın sayesinde işgal sonrasında kurulan merkezi hükümetin ilk çalışması, neden işgal ve iç çatışmalar nedeniyle açlıktan kırılan halkın ihtiyaçlarını göz ardı ederek petrol kanununu çıkarmak oldu acaba?

Kürdistan özerk bölgesinin tanınmasının diyeti nedir?
Irak'ın kuzeyinde yaklaşık 15 yıldır varlığını sürdüren özerk kürt yönetiminin ayrıca tanınmasına gerek kaldı mı? Öncelikle bunun cevaplanması gerekli herhalde! Türkiye'yi kahraman Amerika'nın bu konuda ikna etmesinin diyeti; Kerkük Türkmen özerk bölgesi olabilir mi? Neden olmasın ki! Irak parlamentosunda demokrasi sağlanması adına 4 bakanlık verilmiş Türkmenlerin, merkezi hükümetten maddi yardım alabilmek amacıyla paramparça olan bütünlüğü de göz önüne alınınca kahraman Amerika güdümünde bir özerk Türkmen bölgesi neden olmasın ki? Bu özerk bölgenin kukla yöneticisi olacak birileri elbette bulunacaktır. Türkiye'nin, politik başarısızlıkları sebebiyle bir türlü hamiliğini beceremediği Türkmenlere verilen böyle bir lütufu özerk Kürt bölgesine diyet olarak kabul edebilir diye öngörülüyor olması pek de hayalperest bir durum değil.

11.11.2007

Bu adama ne cüretle böyle bir madalya verilir?

1 yorum


Türk düşmalığıyla meşhur Suudi yönetiminin şimdiki Suudi Arabistan Kralı Abdullah'a, zamanında ülkemizi ziyarete gelen ve zamanın Cumhurbaşkanı Sezer tarafından hakkettiğinden de fazla dışişleri düzeyinde karşılanan ABD ve İngiliz yaltakçısı krala benim devletimin başkanı ne cüretle, geçmişe sünger çekerek, bu adi yönetimin halefi bir adama devlet şeref madalyası veriyor? Bir de bu şekilde bakmakta bir fayda var.

Sen tut zamanında Osmanlı'yı arkadan hançerle, son Osmanlı eseri Ecyat Kalesini gözünü kırpmadan yıktır, ondan sonra gel bu devletten şeref madalyası al. Bu kadar basiretsizlik ve aymazlık olmaz yau!

Kaçırılan 8 asker neden tutuklandı?

0 yorum
PKK terör örgütü tarafından, Dağlıca'ki çatışmadan sonra kaçırıldıkları iddia edilen askerlerin DTP milletvekilleri tarafından terör örgütünün kampından teslim alınmasının ardından birliklerine ulaştıktan sonra Genel Kurmay tarafından sorguları yapılmış ve Askeri Savcılığa çıkarıldıktan sonra savcılık tarafından tutuklu yargılanmalarına karar verilmiş.

Sanık askerlerin ifadelerinde, haberde verildiği gibi söz konusu suçlamaları reddettikleri ve emre itaatsizlik yapmadıklarını söylemişler.

Bu tutuklama kararı çeşitli kesimler tarafından askeriye aleyhine kullanılmakta ve "askerler hem başkaları tarafından teslim ediliyor hem de teslim alınır alınmaz tutuklanıyor, bu nasıl iş?" şeklinde serzenişler ortaya çıkıyor. Bu durumun, tutuklanan asker aileleri tarafından Genel Kurmaya karşı infiale sebep olduğu dile getiriliyor.

Askeri kendi işleyişi bakımından kendi ceza kanununu göz önüne alıyor. Hem Askeri Yargılama usulü hem de Askeri Ceza Kanunu göz önüne alındığında öyle kafandan; "vay efendim adamlar adamlar hem görev yapıyorlar hem canlarını zor şer kurtarıyorlar hem de geri gelince tutuklanıyorlar, bu nasıl iş?" diye sorgulamakla bitmiyor. Dediğim gibi kurumların kendine göre tabi oldukları çeşitli kanunlar ve Genel Kurmay da bunu işletiyor.

Yani askerlerin tutuklanması anormal birşey değil. Hele ki askeriye gibi disiplinin temel taşı olduğu bir kurumda, çatışılan terör örgütünün eline geçmeyi hiç kurşun harcamadan başarabilen(!) 8 asker, geri gelir gelmez "hadi koçum dönün birliğinize görevinize devam edin" diye salıverilmez. En ufak bir disiplinsizlik sergileyen askerin bile birlik komutanı tarafından 4 hafta oda hapsiyle cezalandırılabilmesine olanak tanıyan ve disiplin konusunda en ufak bir tavize bile tahammülü olmayan bir düzenden bunu beklemek saçmalık olur.

Yargılanırlar; suçsuzsalar serbest kalırlar varsa bir ihmalleri cezasını çekerler. Askerlik ciddi iştir, ihmal kaldırmaz. Bu konuda da Genel Kurmay'ın halk olarak arkasında durmamız ve asılsız ithamlarla suçlanmasına izin vermememiz gerekmektedir. Askeri disiplin duygusal değerlendirilmemelidir.

5.11.2007

ABD'nin elimize verdiği!

0 yorum
Şu yazımda ABD'nin, yapacağımız sınır ötesi operasyonu engelleyebilmek ve kamuoyunu sakinleştirmek amacıyla Kandil'deki örgüt başlarından birini veya birkaçını verecekleri öngörüsünde bulunmuştum.
Oysa ABD elimize öyle bir şey verdi ki nereden baksan muamma. Verdikleri PKK/KADEK tarafından kaçırıldı mı? Kendileri teslim mi oldu? Hala daha çözülemedi umarım ki Genel Kurmay sorgularında karar olarak bir neticeye varır.
Peki PKK/KADEK elindeyken şu ve şu şekilde ekranlarda yaşananlara ne mana vermeli?
Roj tv ve ellerine geçirmeyi başardıkları(!) askerlerimiz sayesinde PKK/KADEK arzu ettiği propagandayı gerçekleştirdi tam da Başbakanımızın Bush ile ziyaretinin hemen arefesinde, kaçırılıp kaçırılmadıkları, teslim olup olmadıklarının bilinmediği mehmetçiklerimizi devletimizin eline vermeyi- hem de Barzani güçleri ve DTP aracılıyla- başardı.
Seyreyle güzel, kudret-i Tayyip neler eyler canan canan diye türkü uyarlayıp bekleyelim bakalım ABD elimize verdikleriyle AKP yi ikna edebilecek mi? Benim bu soruya cevabın belli, yine de bekleyelim belki başbakanımızın yağmasa bile gürledikleri ABD'de bir yankı yapar.