Kısa dalga yayın

30.11.2008

Siyasetin çarşafa dolanması

0 yorum
Başlıkla, siyaset gündemi müsemma olmasa da bu namünasip tabir, CHP'nin katılım töreninde çarşaf giyinmiş hanımların partiye kabulünü temsilen takılan parti rozetine atıfla çirkin bir şekilde kullanılmakta.

Devrim yasalarına atıf yapılmakta ki; devrim yasalarında kadınların kılık kıyafetine yönelik hiçbir kısıtlama bulunmamaktadır.

Çarşaf giyilmesi; genellikle doğudaki Erzurum, Van, Ağrı gibi  İran'la bir zamanlar sıkı ilişkilerin yaşandığı illerimizde baş göstermiş ve iç göçler sebebiyle ülke sathına yayılmış kültürel ve sosyolojik bir vakadır. Gençleri bilemem ama çarşaf giyen 50 ve üstü yaşlardaki hanımlara çarşafı çıkarın demek, dinin dön demek anlamına geleceği için kendileri açısından bir tabudur. Türban ve çarşaf konusu tamamen farklı iki konudur, kuşakların zihniyet farkı vardır ve gördüğüm anladığım kadarıyla yeni kuşaklarda çarşaf giyilmesinin sebebi mutaassıp (dikkat edin yine mütedeyyin-dindarlık değil) aile baskısıdır.

CHP İstanbul İl Başkanı, bu yaptıklarının bir açılım değil, olağan bir durum olduğunu ve yaklaşık göreve geldiği 16 aydır bu tür katılımların olduğunu ve fakat medya gündemine bunun artık ne sebeple ise yeni getirildiği söyleniyor. Ve CHP'ye katılan türbanlı, çarşaflı, başörtülü insanlar, rejimle bir sorunlarının olmadığını  fakat zamanında siyasi tercih olarak AKPARTİ'yi seçmelerinin şimdi hata olduğunu ve bu yüzden CHP'yi tercih ettiklerini tvlerde ve basında dile getiriyorlar.
Bugün duyduğum bir yorum müthiş bir şekilde umut vâdediyordu: Bu tür çalışmaların ekranlara yansıması en azından görünüşe yönelik insanların önyargılarını ortadan kaldıracaktır. Yani her başörtülü, türbanlı,çarşaflı artık AKPARTİ'li olarak yaftalanamayacak,  deniyordu.
Olması gereken de bence bu. Özellikle de kendine sosyal demokrat diyen bir parti kaynaklı bu tür çalışmaların kamuoyuna yansıması insanların din veya gelenek kaynaklı giyim tercihleri dikkate alınmadan katılımların dinin, istismarının ve istismarı düşünen sisyasi oluşumların önünü kapatacağını düşünüyorum. Giyim tercihleri farklı olanların siyaset yelpazesinin her alanında kendilerine yer bulabilmesi tercihleri istismardan çıkarıp sıradanlaştıracaktır görüşündeyim. Siyasette böyle durumların sıradanlaşması ve istismara elverişli bir halden çıkarılması kamu hizmeti alan/verenlerin örtünme sorununun da çözümünde bir aşama olabilir.

Reklam da bir yere kadar!

0 yorum
Daha önceleri var mıydı hatırlamıyorum ama bugün Akşam Gazetesi'ni sitesinden okurken yazarlar ve teknoloji haberlerinin sayfalarını tıklayınca karşıma çıkan google reklamları şaşırttı beni.
Reklamların en başında en yer alan "Yasak ilişkilerin adresi" başlığıydı şaşkınlığıma sebep olan. Şimdi kafadan, google reklamlarının ilkelerine, ayrıntılarına, bölümlendirmelerine girecek değilim. Beni rahatsız eden böyle bir reklamın ulusal bir gazetenin en çok izlenilen sayfalarından birinde yer alması. Akşam Gazetesi'ne yakıştıramadım. Haa! Diyecekler ki şimdi : Adamlar kurnazlık yapıp ilgisi olmayan bir bölüme kendi sitelerinin reklamlarını koymuşsalar biz ne yapalım? Bu durumdan duyduğum rahatsızlığı bildirmek benim sorumluluğumsa gerisi de sizin sorumluluğunuzdur.
Gerçi internet reklamcılığında bu tür ahlaksızlıklar bitmez; kızın eteğini uçur şu kadar kontör kazan, eşini paylaşmaya hazır mısın gibi swinger sitelerinin reklamları vs.

25.11.2008

Aleviliğin resmiyete koşusu

0 yorum
Öncelikle bu yazımda bahsettiğim Aleviler,  Aleviliği İslam dışı bir inanç sistemi, kendilerini azınlık düzeyine çekmeye çalışan rantiyeci politik ve Aleviliği laikliğin tam aksine siyasetin göbeğine oturtmuş örgütçü olanlardır.
AKP, Alevililerden oy alabilmek uğruna coştu. Açılım da açılım, bir tam açılamadılar gitti.
Garibime giden ne biliyor musunuz? Söyleyeyim:
Aydın Alevilerimiz, her ortamda; devletin dine, ianançlara karışmaması gerektiğinden dem vururlar. Laiklik vurgusu yaparlar. Ama ne hikmetse kendileri, cem evlerini (vakıflarını) devlet himayesine sokmak için inanç özgürlüğü adı altında atmadıkları takla kalmaz. Dedelere maaş bağlansın, cem evleri ibadethane düzeyine alınsın, okullardan din dersi kaldırılsın (sanki cem evlerinde semah dönüp, deyiş söylemekten başka din adına bir şey yapılıyormuş da devlete gerek yokmuş) diye taleplerde bulunuluyor.
Gerçekten ben çok merak ediyorum da samimi ve tatminkar bir cevap bulamadım konuştuklarımdan. O kadar özgürlükçü, laiksiniz neden devlet himayesine girmek için çaba sarf ediyorsunuz?
İnsanın aklına şöyle türlü tevir sorular geliyor bu açılım sevdalılarını duyunca:
  1. Alevilik ayrı bir din midir?
  2. Din ise dayandığı kaynak nedir, ibadetleri, farizaları nelerdir?
  3. Değilse ve şayet İslam dahilinde görülüyorsa; İslam'ın ibadetleriyle bu savunulan Aleviliğin ibadetleri arasında bir tutarlılık var mıdır? Ritüel  ile ibadet aynı şey midir?
  4. İlahiyat öğretim kurumlarında ayrıca bir Alevilik ihtisas bölümü mü açılacaktır?
  5. Diyanet fıkhıyla verilen din derslerini kabul etmeyen Alevilerin dedelerini kim yetiştirecektir? Alevi vakıfları mensuplarından müteşekkil ayrı bir diyanet kurumu mu oluşturulacaktır?
  6. Camilere atanan imam veya müezzinler meslek okulu veya ilahiyat mezunudur. Peki maaşa bağlanacak dedeler mevcut düzende doğrudan devlet kadrosuna mı geçirilecektir? Yoksa bunlar da mevcut ilahiyat eğitimi alanlar arasından mı seçileceklerdir?
  7. Dedelerin kurumsal bir kaydı var mıdır? Yoksa cem evlerini temsil eden dernek başkanları mı dededir? (Pek öyle olduğunu sanmıyorum, kimin beyanına göre kim, kaç kişi dede olur, dede bolluğu yaşanır mı?)
  8. Diyanet İşlerini kabul etmeyen, referans almayan Aleviler diyanet fıkıhıyla yetişmiş ilahiyatçıların dedeliğini kabul edecekler midir?
Daha, örgütlü Alevi dernekleri kendi aralarında Aleviliği bir yere koyamazken devlet, hangi Aleviliği dayanak noktası alacaktır? Çok önemli sorunlar var ve bence akparti oy uğruna bir milletin kaderiyle, tehlikeli bir şekilde oynuyor. Bırakın Alevi-Sünni çatışmasını bu açılım çalışması Alevileri birbirine düşürür bence.

20.11.2008

Kömür tozuna bulaşmış sosyal devlet

1 yorum
AKP (Akparti); yapılan kömür yardımlarını sosyal devletin bir görevi olarak yansıtıyor.
Muhalefet de benim gibi, yapılanın sosyal devletçilikten öte oy avcılığı olduğunu savunuyor.
Son olarak bir kömür torbasından hareketle biraz bakalım yapılan yardımlar ne kadar sosyal devlet, ne kadar oy avcılığı gereği.
Kağıthane'de bulunan dağıtım deposundaki bir torba kömür üzerinden ne gibi bilgilere ulaşılıyor, bakalım:
  1. Kömür torbasının bir yüzünde, T.C Başbakalığı'nın ve kömür işletmelerinin ablemi ile teknik özellikler bulunuyor.
  2. Manisa'da üretilip, paketleniyor.
  3. Antep'teki bir firma tarafından çuvallar üretiliyor ve Manisa'ya gönderiliyor. Firmanın sahibi Akparti il teşkilatında görevli ve eski milletvekili adayı.
  4. Bir yüzünde kocaman harflerle PARAYLA SATILAMAZ yazıyor.
4 yılda 1 milyar YTL'lik kömür yardımı
İçişleri Bakanı Beşir Atalay, 2003-2007 yılları arasında dağıtılan 5.8 milyon ton kömürün Hazine'ye maliyetinin 1 milyar 8 milyon YTL olduğunu açıkladı.
MHP Hatay Milletvekili Turan Çirkin'in soru önergesini yanıtlayan İçişleri Bakanı Beşir Atalay, 2003-2007 arasında ihtiyaç sahibi ailelere dağıtılan 5 milyon 862 bin 722 ton kömürün Hazine'ye maliyetinin yaklaşık 1 milyar 8 milyon YTL (bugünkü döviz kuruyla yaklaşık 849 milyon 588 bin 640 ABD doları) olduğunu açıkladı.


Türkiye Kömür İşletmeleri (TKİ) Pazarlama ve Satış Dairesi'nin bilgi notuyla, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan adına yanıtlayan Atalay, fakir ailelere kömür yardımı uygulamasının, Bakanlar Kurulu kararıyla, 2003'te başlatıldığını belirtti. Atalay, dağıtılan kömürlerin bedelinin, Anayasa ve KİT Kanunu'nun ilgili hükümlerince, valilikler aracılığı ile Hazine tarafından karşılandığını söyledi.


Bu kapsamda, 2003'te 687 bin 763, 2004'te 1 milyon 56 bin 927, 2005'te 1 milyon 329 bin 330, 2006'da da 1 milyon 273 bin 265 ton kömürün dağıtıldığı bildirildi. Atalay, kesinleşmeyen hesaplara göre, geçen yıl dağıtılan kömür miktarının da 1 milyon 515 bin 487 ton olduğunu söyledi.08.02.2008
Bilindiği üzere dağıtımı yapılacaklar kömürler, Türkiye Kömür İşletmeleri Kurumu tarafından sağlanıyor.
Maliyetler, valilikler taarfından bünyesinde bulunan Başbakanlık Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Vakfı bütçesinden karşılanıyor.

Kömür yardımları belediye imkanlarıyla dağıtılıyor. Dağıtılacak kişiler de Akparti teşkilatları tarafından belirleniyor.(Çoğunlukla ve özellikle ilçelerde)

Bakanlar Kurulunun, fakir ailelere ücretsiz kömür yardımı yapılmasına ilişkin 19.12.2007 tarih ve 2007/13048 sayılı kararı gereğince, fakir ailelere dağıtılacak kömürün sevkiyatına başlanmıştır.
-Kampanyadan yararlanması  planlanan aile sayısı: 2.084.741
-Kampanya süresince dağıtılması programlanan kömür miktarı : 1.744.170 ton
-01.11.2008 tarihi itibarı ile 1.142.000 ton kömür ihtiyaç sahiplerine ulaştırılmıştır.TKİ bağlantı
Türkiye Kömür İşletmeleri Kurumu 2007 verilerine bir göz atalım:
Toplam satılan kömür : 31.567.099 Ton
Satılan kömürün %79'u termik santrallere yapılmış yani 24.938.008 Ton
Piyasaya satılan : 6.629.091 Ton
Piyasaya sürülen bu miktara yardım yapılan kömürlerin de dahil olduğunu düşünürsek 2007 yılında yardım olarak dağıtılan kömür miktarı :1.515. 487 Ton
Piyasaya sürülen kömürün %22.8'i devlet yardımı (Doğrusu hükümet daha da doğrusu Akparti yardımı) olarak dağıtılmış.

Ülkemizde üretilen kömür (400 YTL/Ton) , kalite ve verim bakımından düşük olduğundan doğal olarak fiyatı da bu sıralar arz sıkıntısından dolayı fiyatta sürekli artış gösteren ithal kömüre ( 768 YTL/Ton) göre oldukça ucuz. Bu ucuzluk da dar gelirlinin tercih sebebi oluyor.
Hükümet yardımından dolayı piyasaya hemen hemen 4 te 1 daha az arz sağlandığından fiyata da bir o kadar artış olarak yansıyor. Buradan kullanıcıya doğan ek maliyet bir yana bir de dağıtımı yapılan kömürün hazineye ve doğal olarak vatandaşa yansıyan 1.465.680 YTL'lik (Ortalama yıllık) maliyeti var.

Bunların yanında kurumun 2007 yılı faaliyet raporu da şöyle diyor :

Faaliyetlerinde minimum maliyetle kömür üretimini hedefleyen TKİ, 2007 yılı çalışmalarını 18,3 milyon YTL kar ile kapatmıştır. Aynı dönemde yapılan yatırım harcamaları miktarı ise 25,7 milyon YTL olarak gerçekleşmiştir.*

Buna da değinmemek olmaz; kurumun kârının santrallere yaptığı satışlardan elde edildiği aşikar. Elektrik santrallerinin ödediği bedel de yine bir yandan kaçak elektriğin maliyetini üstlenen yasal elektrik tüketen vatandaşa ve üretim sektörü harcamalarına yükse bedel ve zam olarak yansımaktadır.

Sosyal devletin gereği olarak muhtaç vatandaşa yardım yapılması elbette itiraz edilecek bir durum değil. Ama işin için rant, oy kaygısı girince insanların sosyal devlete inancı kırılıyor.
Bir yanda 5 katlı bina sahibi, son model lüks araba, bir haneye tonlarca yardım, mahalle aralarında "parayla satılamaz ibareli" tonlarca paketlerin karaborsa satışı, yardım yapılan insanların akparti teşkilatlarıyla ilişkilerinin araştırılması, ev halkındaki hanımların başlarının örtülü olup olamaması, erkeklerin kahvelerde akparti aleyhine atıp tutması gibi açmaz kriterler oldukça sosyal devletin üzerindeki kömür tozu baki kalacaktır.
Hele bir de kömür ve gıda yardımlarının belediye boyutu var ki altına girince çıkmak, ortada net veriler olmadığı için pek de mümkün görünmüyor.

Krizi fırsata çevirme fırsatçılığı!

0 yorum
Başbakanımız bir hafta kadar önce bir söz dolamıştı diline, kurmaylarıyla beraber:
Krizi fırsata çevireceğiz.

Şimdi de gittiği her yerde krizde fırsatçılık yapanlara fırsat vermeyeceğiz diye haykırıyor. Doğal olarak farklı zamanlarda dile getirilen fırsatçılık, farklı yaklaşımları ifade ediyor. Hükümetin fırsatçılığıyla rantiyecilerin fırsatçılığı doğal olarak aynı şey değil. İyiden iyiye krizin tedirginliği sardı hükülemeti ve endişe, söylemlerde kendini ele veriyor. Öyle kürsülerden bağırıp, höykürmekle krizin önüne geçilmiyormuş, Başbakan bunu G20 zirvesinde anlamış olsa gerek ki öncesinde ve sonrasındaki söylem, farkı ortaya koyuyor. Özel bankalara sesleniyor kredileri geri çağırmayın, muslukları kapatmayın, karlarınızı sermayeye aktarın diye. Oysa Yiğit BULUT'un sürekli dediği gibi herhalde Başbakan devlet teşkilatında olanlardan bihaber bırakılıyor, bürokratlar veya rantiyeciler tarafından. Çünkü Başbakan, özel sektöre parmak sallarken devlet bankalarının aynı kaygılarla kredi borçlularının peşine düştüğünden bihaber. Ziraat,Vakıf gibi bankaların çalışanları bir aydır kredi vermek yerine, verilen kredilerin geri ödemelerini sağlayarak kota doldurmaya çalışıyor. Ne tesadüf ki ben bunları yazmayı düşünürken Fatih ALTAYLI'da döktürmüş:
...
Bankaların suçu mu?
Sermayeler kur nedeniyle eriyince, kredilerin sermayeye oranı inanılmaz yükseldi.
Bankaların suçu mu?
Keza bankların yurt dışından aldıkları sendikasyonların sermayeye oranı da inanılmaz ölçüde arttı.
Bankaların suçu mu?
Bu durumdaki bankalar kredi geri çağırmayıp da ne yapacak!
Suçlu duruma mı düşsünler!
Başbakan bütün bunları ya bilmiyor, ya kimse kendisine anlatmıyor ya da kendisine anlatılanlara inanmıyor güvenmiyor ve belki de en kötüsü anlamıyor.
Bu yüzden de dönüp kendi bankalarıyla, kendi ekonomisinin can damarıyla kavga ediyor.
Peki madem öyle, kamuya ait Ziraat Bankası, Halk Bankası, Vakıfbank açsın kredi musluklarını.
Açamazlar.
Başbakan bunun bile farkında değil.
Kendisi kılını kıpırdatmıyor.
Bankaları suçluyor.
Korkudan kimse de soramıyor "Siz ne yaptınız?" diye.
Çünkü soran fırçayı yiyip oturuyor.
Bütün dünya bankalarına sahip çıkıyor, destek oluyor.
Bizimkisi bankaları dövüyor.
Herhalde dayak cennetten çıkmadır diye düşünüyor.

14.11.2008

Son gazi, son çılgın. Son değil!

0 yorum
Şu fotoğrafa bir bakar mısınız?
Bu zamana kadar TBMM'yi hiç bu kadar bir arada gördünüz mü?
Ben söyleyeyim görmediniz. AKP, CHP, MHP, DTP Genelkurmay hemen hemen (Başbakan hariç) bir devlet ve bir millet hep oradaydı. Televizyonda seyrederken kalbim titredi, gözlerim doldu, tarifi imkansız duygular yaşadım.
Ama maalesef bu gurur bu ülkeye, bu dünyaya veda eden son kahramana kısmet oldu. Keşke, keşke bilinen, tanınan bütün kahramanlar bu kadar gururlu, görkemli, şerefli bir şekilde yolcu edilseydi bu dünyadan. Türkiye Cumhuriyeti'ne, Türk Milletine bu veda yakışırdı ama her zaman olduğu gibi "Türkün aklı başına sonradan geldi"
Bu kahramanlar sonlarını düşünmediler. Himayecilerden, mandacılardan medet ummadılar, evet onlar daha güçlüydü daha inandırıcıydı ama milletin bağımsızlığına olan inanç hepsinden üstün geldi. O zaman bu kahramanlığa girişenler, ellerini taşın altında koymasaydılar şimdi hepimiz başka şeylerin altında kalırdık.
Ne kadar zengin ve bolluk içinde olursa olsun istiklâlden yoksun bir millet, medeni insanlık dünyası karşısında uşak olmak mevkiinden yüksek bir muameleye layık görülemez.M.K.Atatürk
Bugün bize layık görülen mevkileri, kendimize layık gördüğümüz mevkiye ulaşarak yerle bir etme azmindeyiz. Bu azmimiz ebed müddet devam edecektir.

12.11.2008

Küçük beyinlerin Mustafacılık oyunları

0 yorum
Sordum: Sence niye filme 'Mustafa' demişler de, 'Kemal' dememişler? Anında cevap verdi: " Mustafa dahasamimi, halka daha yakın bir isim."
Algı böyle. Haksız da değil öyle düşünenler. Sanırım kelimeye 'ek' taktığınızda durum daha da netleşiyor:
Bir Kemalist'e, "Kemalci" dersen alışkanlık sebebiyle epey bozulur ama zıvanadan da çıkmaz hani.
...
Devam edelim: Ama aynı kişiye "Mustafacı" derseniz, işte onu asla kabul etmez. Hatta kabul etmemek ne kelime, ilk duyduğunda anlamaz bile.
"Mustafacı diye herhalde bir İslamcıdan söz ediyor" diye düşünür. (Malum, Peygamberin, Hz. Muhammed'in adıdır Mustafa.)
...
Yani Can Dündar, filme 'Mustafa' adını verdikten sonra, ancak bir "süper kahramanlık öyküsüyle" paçayı kurtarabilirdi.
Değil mi ki romantizm kazanına, 'bir tutam gerçek' attı, artık ağzıyla kuş tutsa yaranamaz mütecaviz Kemalistlere.
Emre AKÖZ böyle başlıyor bir yazısına. Kendinden menkul değerinden dolayı bir dokunulmazlık ve samimiyet bulmuş filme verilen Mustafa isminde. Filme atıldığından bahsettiği bir tutam gerçek de; Mustafa Kemal'in ağzından "Kürtlere özerklik-muhtariyet verilmesi" hususundaki sözler olsa gerek.

Şimdi garibime gidiyor benim, kendini liberal, demokrat gibi tanımlayan yazar,çizer,aydın, baygın takımının beyanatları. Mustafa Kemal'in yazılı kayıtlara geçmiş, dile getirdiği fikirlerini,  AB sevdası ve demokratlık adına al aşağı etmeye çalışıp, yok saymaya, Mustafa Kemal Atatürk adını bir devletin kuruluş felsefesinden, bir milletin varlığından silip süpürmeye and içmiş insanlar; bir yandan söylenip, kayda geçmiş hatta fiiliyata geçmiş gerçekleri ortadan kaldırmaya uğraşıyorlar bir yandan da bir efkâr (Iıı ıh cık, öyle demlenmek manasında değil...) masasında faraza dile getirilmiş düşünceleri sanki zorla eylemden kaçırılmış gibi millete yutturmaya çalışıyorlar.

Behey riyakâr, küstâhlar! Madem Atatürk'ün sözleri o kadar değerli sizin için neden o zaman kişiliğiyle ve sadece bir efkâr toplantısında dile getirilen düşüncelerine saplanıp kalıyorsunuz? Varolanlarla savaşınız bitti de savaşmak için Atatürk'ün efkâr masalarından  fiiliyata geçmesi mümkün olmayacak  düşüncelere mi ihtiyaç duyuyorsunuz?
Mustafa'da deseniz, Mustafacık da deseniz siz kendinize yaklaşacak kadar küçültemezsiniz. Yalnız da kalmış olabilir, öksüz(Mustafa Kemal çocukluğunda yetim değildi) de kalmış olabilir, yeri gelmiş içki de içmiş olabilir ama Mustafa Kemal, özel hayatında da siyasi hayatında da sizin kadar şahsi menfaatlerinin peşinde koşmamıştır. Mustafa Kemal Atatürk son nefesine kadar ne kendisinin milletine olan inancından ne de milletinin O'na olan inancından şüphe duymamış, yolda bırakmamıştır.
Siz o mercimek beyinlerinizle Mustafa Kemal Atatürk'ün fikirleriyle mücadele edemezsiniz, ancak ve ancak Mustafacılık oyunuyla kendinizi tatmin edersiniz, kumdan kaleleri yıkan çocuklar gibi.

9.11.2008

Bir teselli ver!

0 yorum
Yok yok. Orhan Baba misali; yarattığın mecnuna bir teselli ver, diye yakarmıyorum.
Beyaz ekranda ve gazetelerin köşe taşlarında ABD'nin yeni başkanı Obama'ya Orhan Baba'nın şarkısını istek yapanlar geldi birden aklıma.

Ecnebisinden bizim yerli bilirkişilere kadar herkes adama bir mesih gözüyle bakarken Ross Wilson'un sözlerini acaba nerelerine kapak yaptılar merak ettim sadece, bakalım:
ABD’nin Ankara Büyükelçisi Ross Wilson, Washington politikalarının kişiye göre değişmeyeceğini belirterek, Obama’yla “Amerika değişecek, dünyaya barış ve adalet gelecek” tartışmalarına noktayı koydu. Cumhuriyet gazetesinden Leyla Tavşanoğlu’na konuşan Wilson, Barack Obama’nın yeni başkan olmasını değerlendirdi. Görev süresi dolan ve yerine Jim Jeffrey’in atandığı Wilson, “Washington’da başkan değişir politika kalır” dedi. Ülkesine dönmesine 10 gün kalan Wilson, “ABD’de iktidardaki partiler değişebilir. Ama geriye dönüp baktığınızda var olan politikaların yüzde 95’inin değişmeden sürdürüldüğünü görürsünüz” ifadesini kullandı.*
ABD politikalarındaki Başkandan kaynaklanacak %5 değişim bu sazanlara teselli olur heralde. Wilson doğru söylüyor da bu ne yazık ki uzun zamandır ülkemiz için geçerli değil. Bizim iktidarımız devlet politikasını ABD ve AB  başta olmak üzere kendi mensuplarının şahsi emelleri yönünde yürütüyor. Kendi milli çıkarlarımız ABD'nin çıkarları karşında pek bir anlam ifade etmiyor. Gel de Sarızeybek'e hak verme şimdi!
Adamın bir de müslüman olduğu kanısı oluşturuldu ya bak işe! Sanki ABD'nin başındaki adam gerçekten müslüman olsa ne yazacak? Ülkemizde ve ortadoğudaki ılımlı müslümanlığın tarikat şeyhi olmaktan öteye mi gidecek? Bu noktada bir alıntıya göz atmakta fayda var:

Şamda Emeviyye Camii'ni ve Selahaddin Eyyubi'nin mezarını ziyaret eden, mezarın bakımı ve düzenlemesi için ödenek sağlayan, anısına plaket çaktıran II. Wilheim, kendisini karşılayanlara şunları söylüyordu:
"Burada gelmiş geçmiş en yürekli asker Sultan Selahaddin'in mezarı önündeyim. Majesteleri Sultan Abdülhamid'e  konukseverliği için teşekkür ederim. Majeste Sultan ve halifesi olduğu dünyanın her yerindeki üç yüz milyon müslüman, bilsinler ki, Alman İmparatoru onların en iyi dostudur."
Alman Kayzeri II.Wilheim'in bu konuşması Arapça ve Türkçe olarak basılıp dağıtılmış ve onun gizli bir müslüman olduğu yalanı bütün müslümanlara yayılmıştı.  


Alman Kayzeri, bu söylevin ardından  müslümanlar arasında Hacı Wilheim olarak adlandırıldı. Öyle ya gizlice müslüman olmuş, gizlice de hacca gitmişti. O artık, İslamın Dostu ve Koruyucusu  Hacı Wilheim idi.


Benzeri bir şeytani aldatma oyunu, günümüzde İngiltere Kraliyet ailesi lehine oynandı. Bu son oyunun Allah ile aldatma ustası ise Kıbrıslı Şeyh diye tanınan Nakşi Şeyhi Nazım Efendi'dir.
...
Allah ile aldatmanın en utanç verici örneklerinden bazılarını sergileyen bu Kıbrıslı Şeyh Nazım (ve ABDdeki damadı Lübnanlı Şeyh Hişam Kabbani) İngiliz Kraliyet Ailesini müslümanların bir numaralı koruyucusu ilan etmekte, bunu inandırıcı kılmak içinse Kraliyet ailesinin msülüman olduğunu, Prens Charles'ın sünnet olup Hüseyin adını aldığını yaymakta, Charles'in takkeli ve sarıklı resimlerini dağıtmaktadır.Allah ile Aldatmak, Y.N.Ö
II. Wilheim'i Hacı, Hitler'i Haydar, Prens Charles'ı Hüseyin yapıp emellerine ulaşamayan Allah ile aldatanların emperyalizmi şimdi de kendi içinden göbek adı Hüseyin (Ussain) ve güya müslüman olan Barrack Obama'yı çıkardı karşımıza. Eee aldatılmaya teşne yazar çizer takımının çoğu da zokayı yuttuğuna göre işimiz zor.

Cep telefonunu mu bıraksam acaba?

0 yorum
Cep telefonunu senelerdir kullanmama rağmen bir türlü alışamadım. Öyle insanlar tanıyorum ki gıptayla baktığım cep telefonu elinden düşmez, iş yaparken bile ileti yazar, bir telefon elinde bir telefon da cebinde...

Küçüğü, büyüğü önemli değil. Yanımda bir ağırlık olduğunu hissediyorum, yanımda bulunduğunda huzursuzluk veriyor bu da bir tarafa lazım olduğunda hep bir aksilik çıkıyor. Evden, işten lazım olur ararlar, şebeke çekmez, şarjı bitmiştir, kıpraşımını hissetmem ya da sesini duymam. Duyamam çünkü alışamadım. Aranmak için değil de aramak için taşıyorum yanımda. İşte veya evde atarım durur bir kenarda ya da bir çekmece. Çaldığını duyduğumda hep bir yangın alarmı paniğiyle açıyorum sanki karşımdaki tutuşmuş da açamazsam kül olup gidecek.

Yakınımda olmadığı zaman da ayrı bir huzursuzluk veriyor: Anneme, babama ya da yavrukurta bir şey olur da ulaşamazsalar diye. Garip bir huyum vardır benim; elimde, cebimde bir fazlalıkla, ağırlıkla dolaştım mı kendimi prangaya vurulmuş gibi hissederim sırf bu sebeple paketinden kurtulmak için sigarayı bırakmayı bile denedim.(Başaramadım o ayrı mesele) Elim ayağım bir cep telefonuna, iki sigara paketine prangalı devam ediyorum şimdi yaşamaya. Böyle epey gidecek gibi görünüyor...

Erişimi engelleme istatistikleri ve özgülükçü halkımız

0 yorum
Telekomünikasyon İletişim Başkanlığı tarafından yapılan çalışmalara ilişkin 01.11.2008 tarihi itibariyle gelen ihbar ve erişimi engellenen site istatistikleri yayımlanmıştır. Yorum yapmadan önce bu istatistiklere bakmakta fayda var.

 

 




929 internet adresine erişim engellenmiş olup, yukarıdaki istatistiklere alan adlarının bazılarına ait 258 adet IP adresine uygulanan erişimi engelleme sayıları dahil edilmiştir.
Bildir - Kaldır (Madde 9) yöntemiyle 301 adet uygun olmayan içeriğin veya bölümün kaldırılması sağlanmıştır.
* 5816 sayılı “Atatürk Aleyhine İşlenen Suçlar Hakkında Kanun” kapsamında toplam 225 içerikle ilgili olarak uyarılan İnternet sitelerinin yer sağlayıcılarıyla yazışma yapılmış bu uygulamalar ile İnternet adreslerinin söz konusu içeriklerden dolayı tamamen engellenmesi sakıncası giderilmeye çalışılmıştır.
** 49 erişimin engellenmesi işleminin 32 'si aynı internet adreslerine ilişkin olarak, farklı mahkeme kararlarıyla gerçekleşmiş mükerrer uygulamalardır. Mahkeme kararlarıyla toplamda 17 farklı internet adresine bu suçtan dolayı erişim engellenmiştir.

Kamuoyunda, fikir ve düşünce özgürlüğü kapsamında TİB'in yaptığı erişime engelleme kararları eleştirilmekte. Şimdi yukarıdaki ihbar ve erişime engelleme verilerine bakınca burada fikir ve düşünce özgürlüğü kapsamında değerlendirilecek ne var, insanın bir kendisine sorması gerekli?

Sansür(?) karşıtı halkımız internet üzerinden;
  • Telif hakkı ödenmesi gereken film, müzik, kitap vblerini indirip kullanır
  • Bedelli yayın yapan tvlerin yayınlarını korsan olarak internetten seyreder
ama iş yetkili kurumların bunlara erişimini engellemesine geldi mi fikir ve düşünce özgürlüğü havarisi kesilir.

blogger.com veya wordpress.com gibi servislerin altında hizmet alıp da yayımcılık yapan insanlar, bu tür hizmetleri art niyetlerine alet edince bizim İletişim Başkanlığı'nın veya mahkemelerin kolaycılığından, bir kişi yüzünden yüzlerce hizmet kullanıcısı ve o hizmetten faydalanan insanlar mağdur duruma düşer.

Erişimi engelleme istatistiklerinin altında bildir-kaldır denilen bir yöntemden bahsedilir şayet bu madde hükmüne olumlu yanıt alınamaz ise (ki blogger.com, kaldırılması istenen içeriğin kaldırılacağı taahhütünü de vermez)  engelleme kararı uygulanabilir. Bazen verilen mahkeme kararlarında 9.madde es geçilerek doğrudan erişimi engelleme istenmiş olabilir (gerekçeli kararlar yayınlanmadığı için bilemiyoruz) bu durumda kalmamak için yargı mensuplarının bu konuda aydınlatılması gerekmekte ve binlerce insanın mağduriyetinin önüne geçilmesi gerekmektedir.

youtube.com meselesi de kuvvetle muhtemeldir ki aynı şekildedir. Bildir-kaldır karşılıklı işletilememiş veya youtube.com talebe olumlu yanıt vermediğinden erişimin engellenmesine hükmedilmiş olabilir. youtube.com üzerinden Atatürk aleyhine işlenen suçlar sebebiyle erişim engellenmesi gerçekten ülkemizin uluslararası hukuk bakımından acziyetini gösterir. Uluslararası sözleşmeleri kendi hukukunun üstünde tut fakat kendi hukukunu işletmekte aciz kal! Burada iş hukukçulara düşüyor. Genelde bir ülkede yabancı ülkelerin bayraklarını yakmak vb hakaretler suçtur. Bazı özgürlükçü yazarımız-çizerimiz Atatürk'ü koruma kanunu olarak bilinen kanuna dayanarak; insanlara zorla Atatürk'ü sevdiremezsiniz, bu çabadan vazgeçin diye feryat ederek kanunun kaldırılmasını istiyorlar. İyi de işin ilginci; Atatürk'ü sevin edin, eyleyin diyen yok ki; bu kanun Atatürk'ü sevmeyenler için değil hakaret eden, aşağılayan ve onun şahsında bir milletle beraber bir devlete hakareti bir tutan bir kanundur. Mustafa Kemal Atatürk bu konuda eşsizdir çünkü hiçbir devlet ve millet bir şahsiyetin varlığında vücut bulacak o birlikteliğe kavuşamamıştır. Atatürk; Türk milletidir, Türk devletidir.
Madem İletişim Başkanlığı; yabancı bir ülke kanunların tabi olarak uluslararası hukuki dahi takmayan bir işletmeyle hukuken başedemiyor o zaman kanun koyucuya hukukun ona göre düzenlenmesi için araştırma yapıp yol göstermelidir.
Eğer şikayet edilen, kaldırılması istenen içerik belli ise bu, servis için zaman ve engel teşkil edecek bir çalışma değildir. Hep dediğim gibi engelleme kararlarında gerekçe ve ayrıntılar belli olmadığı için engellemeyi herkes kendince yoruyor ve bir yere bağlamaya çalışıyor.

Tekrar telif konusuna dönecek olursak; aslında bu tür hizmet veren servislerin kullanım sözleşmeleri okunduğunda zaten, telif hakkı başkasına ait olan  eserlerin, yayınların yapılamayacağı ve o hizmetten faydalanarak eser yayınlayanların da eserlerini  kamuya açık eser haline getirdikleri anlaşılmaktadır. Dikkat edilmesi gereken nokta şudur ki: Telif hakkı size ait olmayan bir eseri bu servislerde yayınlamanız o eseri telifsiz kamuya açık hale getirmez şayet size ait eser ise o telifsiz kamuya açık hale gelir.

Birşeyleri savunmadan, yermeden önce neyin ne olduğunu bilmek gerek demek durumunda kalıyor netice olarak. Her engel fikre ve düşünceye çıkarılmıyor bu internet denen deryada. Tekrar başa dönüp istatistiklere bir göz atmakta fayda var.

3.11.2008

Yorumlardan - Yaftanın da markası önemli

3 yorum
Yaftalamadan bir daha düşünün!
Dumanlı Bey şöyle diyor yöneticiliğini(?) yaptığı gazetesindeki öneride :
...
Harika bir slogan, yerinde bir gönderme, haklı bir vurgu. Zira bu ülkede 'bilgi sahibi olamadan fikir sahibi olmak' adeta görenek haline gelmiş. Okumadan, araştırmadan, hatta anlama gayretine bile girmeden katı bir önyargı oluşturuluyor ve o kemikleşmiş peşin hükmü tashih etmek mümkün olmuyor. Oysaki kolayca yaftalamak, düşünceden kaçmaktır; fikrin cazibesinden, gücünden kaçmak. Cesur adam(lar), farklı fikirlere kulak verirken demokratik tahammül sınırlarını sonuna kadar kullanır ve bu erdemle kendini yenileme fırsatları yakalar. Daha ötesi, insana saygısı olan(lar), kendisi gibi düşünmeyene saygı duyandır. Kim, karşısındakini alelacele yaftalıyorsa o aslında kendi inancına güvenmiyor demektir. Daha açıkçası, yaftalamak bir korkaklık emaresidir; her ne kadar cesaretmiş gibi sunulsa da...
...
Pek bi mütevaziler yani, harika bir sloganmış. Aslında düşünceler doğru da ya uygulamada kendi önyargıları, yaftaları n'olcak?
Bakalım bu konuya dikkat çeken Serdar Akinan ne demiş:

...
Bir taksici, dikiz aynasında Türkiye formunda bir Türk bayrağı sallandığı için “faşist”...
Elinde Türk bayrağı olan “Militarist”...

...
Kampanya filminde olmayan kelimeler ne?
Zaman’ın sayfalarında en çok yer verdiği kelime ve kelimeler...
Zaman’ın lügatındaki “yafta”lar, nedense, yok...
“Laik” yok...
“Seküler” yok...
“Solcu” yok...
“Ulusalcı” yok...
En önemlisi “Ergenekoncu” yok...

Neden?
Yanıtı çok basit.
Ortada bir misyon var. Bu açığa çıktı...

Ergenekon soruşturması kapsamında Susurluk uzantısı son derece kirli isimler temizlenecekken cemaat bunu muhalefeti susturacak bir cadı avına çevirtti...

Ama bu cadı avı o kadar dejenere oldu ki... Misyon kendini iptal etti.

...
Dönelim tekrar Dumanlı Bey'in yazısına.

Yaftalayanı da yaftalarlar! Tarih boyunca değişmeyen kural budur!
Madem sen o kadar erdemli, ahlaklısın niye bu oyuna alet oluyorsun? Hani dünyayı değiştirmek isteyen önce kendini değiştirmeliydi? Siz kendinizi değiştirmeden neyi değiştirebileceğinizi sanıyorsunuz?

Sadece ve sadece kendilerine taassupla bağlı insanları kandırabilirler. Bu mutaassıpların bağlılığı da İslam'a bağlılıktan değil İslamcıya bağlılıktan kaynaklanıyor, maalesef.

 Tekrar Dumanlı Bey'e dönüyoruz:

1 milyona doğru 1 günlük adım...
Bugün 3 Kasım. Zaman'ın 22. kuruluş yıldönümü. Temsilciliklerimiz yıldönümünü vesile ederek, 1 Kasım Cumartesi günü çok özel bir çalışma gerçekleştirdiler. Devam eden abone kampanyamız kapsamında okurlarımız, temsilcilik ve dağıtım bürolarımıza davet edildi. Yüzlerce noktada binlerce kişi "ZAMAN'ı nasıl 1 milyon okuyucuya ulaştırabiliriz?" düşüncesi ile kahvaltılı toplantılarda bir araya geldi. Toplantı sonrasında 25 bin kişiye ulaşan gönüllü ordusu kimi zaman telefon başında, kimi zaman cadde ve sokaklarda "ZAMAN okumayan kimse kalmasın" diyerek muhtemel okurlarımıza abonelik teklifinde bulundu.
Zamanı nasıl 1 milyon kişiye ulaştırırız çalışması yapıyorlarmış, niye zorlanıyorsunuz ki:
Fetullah Gülen (yani hoca efendiniz) den; bu gazete bizim misyonerimizdir, bir alıyorsan iki, iki alıyorsan 4 alacaksın ki İslam'ı yüceltelim diye bir fetva çıkartın yeter, Dumanlı Bey!
Nasıl olsa sizin gazeteyi okumalarına gerek yok, abone olsun, gücünüzü gösterin yeter! Ben zaman zaman bizzat okusam da sizin abonelerinizden tanıdıklarımın bir sayfasını dahi çevirdiğine şahit olmadım. Sabah mesai saatinden akşam mesai bitimine kadar abonelerin kapılarının önünde katı açılmadan duruyor gazeteleriniz, çünkü öyle olması gerekiyor! Birilerinin o insanların cemaatten olduğunu öğrenmesi gerek.
Gidin bakın (bakmanıza gerek yok aslında biliyorsunuz) abonelerin balkonlarına, kapı arkalarına; katları açılmamış onlarca zaman gazetesi top halinde yer almakta.

2.11.2008

Dedesinin yazdığı mektubu okuyamayanlar!

1 yorum
Sürekli kafamda cevap aradığım bir soruya İlber Ortaylı yazısında kısmen cevap vermiş.

Soru nedir?
- Eski dilimizle aramızdaki bağın kopmasına sebep olan dil devrimi midir yoksa eski Türkçe'yi öğrenemeyen bizler mi?

İlber Ortaylı'nın cevabı, sadece dedesinin yazdığı mektubu okuyamayanlar için geçerli diye düşünüyorum.
Bir de geçmiş dil varlığımız ve edebi eserlerimizle aramızdaki bağ konusunda bir sorun var.
İlber Ortaylı makalesinde şöyle diyor:
Kuşkusuz ana sorun ortada; Arap harfleriyle bize kalan edebi miras... Hat sanatı, felsefi, dini, tasavvufi, tarih ve coğrafya ve edebiyata ait hazineler... Bu eski metinleri lise tahsilini Osmanlıca yapan eski kuşaktan yapan efendiler de her zaman kolayca sökemezdi. Metinlerimizi yayımlamak bize değil, Avrupalı alimlere has bir işti. Bizim gibi filolojik kültürü olmayan Amerikalılar da bu işi pek kıvıramaz. Çalışmak, öğrenmek, başka diller bilmek lazım.
Ama eski harflerle Türkçe, Çince değildir; Tacikistan halkı, Fars edebiyatını bu harflerle okuyup öğrenmek lazım diye Arap alfabesini son yıllarda öğrendi. Eski harflerle mirası çözmek herkese lazım değildir ama dedesinin ninesine yazdığı mektubu okuyamayan bir millet olduğumuz da bir gerçek... Tarih, hukuk, felsefe ve edebiyat yapanlar; açılan edebiyat liselerinde okuyanlar bu yazıyı mutlaka öğrenmeli. Edebi mirası değerlendirmek için Fransız, İngiliz, Almanlar eski dillerini nasıl öğreniyorlarsa bizim de öyle yapmamız gerekir. Geçmişle ilgimizi bazılarının biteviye tekrarladığı gibi Harf Devrimi değil, yeni nesillerin meraksızlık ve üşengeçliği kopardı.
İş sadece latin harfleriyle çözülmüyor, dil varlığını bilmek gerekiyor. Latin harfleriyle basılmış eski edebi metinlerimizi anlamak da cabası. İlk, Peyami Safa'nın evde mevcut Biz İnsanlar'ını okumaya başlamakla bu işin zorluğunu kavramış oldum lisenin sonlarına doğru. Latin harfleriyle yazılmıştı ama kelimeler - bize göre - eski Türkçe'ydi. Bilmediğin kelimelerle bir eseri okumak eseri anlamayı iki kat daha da zorlaştırıyordu. Neyse işin çözümüne bir lugatla başladık o zamandan beri.

Ortaokul (şimdi 4.sınıfta başlıyor) sıralarında İngilizce öğretimi verilmeye başlanıp da lisenin sonunda toplam 7 senede (üniversitede de ilk seneyi say, Türkçe eğitim yapanlar için)  İngilizce'yi "my name is" den öteye götüremedik, hala daha eğitimde durum aynı bence. Şimdi düşünün ki öğretemediğimiz bir yabancı dil için en az 7 sene bir öğrenciye yatırım yapıyoruz fakat gerek mevcut Türk dili ve edebiyatı derslerinde olmak üzere gerekse yeni bir Osmanlıca eğitimini ders planına sokmayı göze alamıyoruz ondan sonra işin suçlusunu dil devrimi ilan ediyoruz.

Hocanın dediği gibi yeni nesillerin meraksızlığı ve üsengeçliği meselesine gelince; işin rengi değişiyor bence. İngilizce öğretimi konusunda dediğim şekilde yatırım yapılan bir öğrenci zihniyeti, işi iki adım öteye ilerletemeyince eski dil konusunda kendisine hiç bir destekte bulunulmadığında yeni nesle nasıl kabahat bulunabilir? Fakültelerin ilgili bölümlerinde veriliyor bu dersler fakat onlar da hayat gailesine düştüklerinden mezuniyetten sonra bulamadıkları imkanlar yüzünden o konuda da kendilerine yapılan yatırım yok olup gidiyor.

Kendimden bir örnek vereyim:
Ortaokul sıralarındayken Erzurum İl Halk Kütüphanesi ücretsiz Osmanlıca kursu düzenlemişti. E tabi o hevesle katıldım, bir kaç hafta devam ettim ama Arap harfleri oldukça zorladığından ve kafam basmadığından dersleri asmak ve sonunda terketmek zorunda kaldım. İçimde hala uhdedir. Zaman zaman elimdeki Osmanlıca kitapları okumaya çalışarak ve Osmanlıca kurs programıyla haşır neşir olarak ilerletmeye çalışıyorum. Sistematik bir şekilde çalışmayınca olmuyor, öncekileri de unutuyor insan.

Büyükşehirlerde bu işi gönüllü yapan dernek-vakıflar-belediyeler olduğu gibi özel teşebbüsler de var. Fakat herkes bu tür faaliyetler için büyükşehir yollarına düşemeyeceğinden, diğer şehirlerin yerel yönetimlerine ve sivil toplum örgütlerine de çok iş düşüyor. Divan edebiyatının zerafetinden, nezaketinden mahrum olmak belki de millet olarak en büyük kayıbımız. Bugün bile dünyayı kendine hayran bırakan divan edebiyatı konusunda anlaşılır eserler veren, bildiğim tanıdığım sadece İskender Pala var. Düşünün bir kaç edebiyat fakültemiz ve kaç edebiyatçımız var ve bu konuda üreten kaç kişi?

Neticede geçmişle bağımızın gerektiği kadar kuvvetli olmamasının sebebi, dil devrimini gerçekleştiren Mustafa Kemal ve zamanın meclisi değil ; biz meraksız ve üsengeç nesille birlikte gerekli desteği sağlayamayan siyasi otorite yani devlettir.