



Gazeteport'un "yazar aranıyor" ismiyle duyurduğu yarışmasında ilginç gelişmeler oluyor. Medyadaki köşelerinden bu yarışmaya dahil yarışmacılarla ilgili yazılara yazastarlar arasından cevap verilmeye başladı. Turgut Çelik isimli yarışacı 1.hafta yazısına “Tık”lamalı yazar başlığı atarak bu eylemi gerçekleştiren ilk yarışmacı. Aşağıda girizgahına yer verdiğim yazının tamamına bu bağlantıdan ulaşabilirsiniz.ADSL devreye girince internete giriş kolaylaştı.
İş kolaylaşınca, internet kullanımı da yaygınlaştı.
Artık her şey senin elinde.
Özgürlüğün önündeki setler yıkıldı, kırıldı zincirler.
Kim tutar seni?
Tutamaz. Çünkü senin “tık”lama özgürlüğün var.
Türkiye, -sizin başınıza gelmediği sürece-, kahkahalarla gülebileceğiniz absürd olayların meydana geldiği bir ülke. Bakış açınıza göre, olanlara bakıp hüngür hüngür ağlayabilirsiniz de…Bu yazıya da şu bağlantıdan ulaşabilirsiniz. Yazının sonundaki editör notuna dikkatinizi çekerim.
Gazeteport’un “yazar aranıyor” yarışmasından çekildiğimi açıklamak için yazıyorum bu yazıyı. Bu kez “absürd olay”, -diğer yazar adayları ile birlikte- benim başıma geldiği için, rahatça gülemiyorum.
Evet ülkenin gündemi belli. Ortalarda dolaşan AKP nin anayasa taslağı etrafından türban ağırlıklı dönen, mevcut anayasada "değiştirelemez ve değiştirilmesi teklif dahi edilemez" hükmüne karşılık değiştirilmesi önerilen temel maddelerle birlikte yeni anayasa arayış çalışmalarıÜniversiteler ve bunlara bağlı birimler, Devletin gözetimi ve denetimi altında olup, güvenlik hizmetleri Devletçe sağlanır.şeklindeki hükmü.
bu hüküm yer alıyordu.
Bu Kanun hükümlerine göre korunacak ve güvenlikleri sağlanacak olan yerler; l. maddede belirtilen özellikleri taşıyan ve millî eğitim ve öğretim ve ekonomi ile Devletin savaş gücüne önemli ölçüde katkısı bulunan baraj, enerji santralleri, rafineri, enerji nakil hatları, akaryakıt nakil, depolama, yükleme tesisleri ve benzeri yerlerle, sivil trafiğe açık Devlet eliyle işletilen hava meydanları ve limanlar, tarihi eserler, ören yerleri, sitler, açık ve kapalı müzeler, sanayî ve ticarî ve turistik tesislerdir.
Kurum ve kuruluşların talebi üzerine, işyerinin, çalışanların ve tesislerin özel güvenlik birimi kurmak veya özel güvenlik şirketlerinden hizmet satın almak suretiyle güvenliğin sağlanmasına karar vermek," şeklinde devam eden yetkiler veriliyor.
Kafasına türbanı geçirmiş vekiller, köşelerinde ciyak ciyak bağıran yazarlar, hukuk birlikleri de fosur fosur uyumaya devam ediyor tek kaygıları; "vay anam türban geliyor, laiklik elden gidiyor" gibi bir paranoya. Senelerdir bu şekilde miletin dini hassasiyetlerini sömürerek vekiller yerlerinde oturmaya, yazarlar köşelerinde pineklemeye, hukukçular da gözü kör adalatin pençesinde yırtınmaya devam ediyorlar.
Hani yeniyim ya bu blog olayında, geziyor zaman zaman blogları. Neler yazılıyor, neler çiziliyor diye. Bir sitede rastladım, benim gibi yeni yetme bir blog yazarı Eda Suner isimli birine kafadan kıl olduğundan bahisle girmiş olaya. blograzzi de, kendi bloguna yorum yazmış da birden kıl oluvermiş Eda Suner isimli şahısa. Az çok izini sürdüm olayın nedir, niye kıl olmuş diye ortada mesele yokken. Sonradan farkına vardım ki Eda Suner, bu blog aleminde kendine özgü bloguyla nam salmış bir muhteremmiş. Ondan sonra jeton düştü tabi ki. Eda Suner'in şöhretine kanca atmaya çalışanlar öyle ne bir ne de iki, epey bir kalabalık. Bazı blog yazarları bir blog bile oluşturuvermiş bir kişi adına. Gezdiğim tozduğum bloglar arasında sadece Eda Suner değil bir iki tane daha yazar dikkatimi çekti gözdelik açısından. Birisi wolkanca, diğeri de Arda Kutsal.
medyafaresi "Dadaşları kızdıran anket", internethaber "Fatih ÜREK'ten dadaş olur mu?" diye geçmiş konuyu, işe gelirken de dolmuşun radyosundan kulak kesilmiştim bu konuya ama neyin ne olduğunu tabi okuyunca anladım.Sağın kalesi, bir 'ilk'ler şehri
Sayıl Narmanlıoğlu'na göre Erzurum'un çıkardığı 'renkli insan-tipi'ni İstanbul dahil hiçbir yerde bulmak mümkün değil. Genelde sağın kalesi olarak bilinen Erzurum'un aynı zamanda Deniz Gezmiş'ten Bedri Yağan'a ve Eşber Yağmurdereli'ye kadar solun önemli simalarının da vatanı olduğunu belirten Narmanlıoğlu, şehrin bu tarafının pek bilinmediğini dile getiriyor.
Komünizm nedeniyle başlarına epey dert alan Mustafa Suphi ve arkadaşlarının ilk defa Erzurum'da itibar görmeleri ve hattâ alkışlanmaları, belki de en ilginci. Kar'a İz Bırakanlar şu ilginç ilkleri de aktarıyor okuyucuya: Osmanlı İmparatorluğundaki ilk grev Erzurum'da yapılıyor, ilk Müslüman azize Erzurum'da seçilir, ilk kadın idamı Erzurum'da gerçekleşir, komünizmi savunan ilk gazete 'Albayrak' Erzurum'da yayımlanır.
Erzurum'un sahip olduğu yüksek rakım, insanların fikri ve sosyal düzeyleri konusunda da deniz seviyesine göre fark akmalarına sebep oluyor diye düşünüyorum. Malum ülkenin en yüksek ovası üzerinde yer alan en yüksek toplu yerleşim alanı. Ülke genelinden coğrafik olarak bu kadar farklı konumda bulunmasından dolayı fikri ve eylemsel olarak da daha uç noktalarda yaşayan insanlar çıkarması beni şaşırtmıyor bu toprakların. Yaşanılan coğrafi bölgelerin insan fiziği ve basınçtan dolayı verim ve beyin çalışma fonksiyonlarını etkilediği kantılanmış gerçekken fikir hayatındaki yansımalarına şaşırmamak gerek. Yukarıda adını verdiğim kitabın yazarı da benimle aynı görüşte.TAYYİP ERDOĞAN + KANAL 7 + DENİZ FENERİ
Geçtiğimiz günlerde Alman polisi meşhur Deniz Feneri yardım derneğinin Almanya temsilciliğini bastı ve evraklarına el koydu. Deniz Feneri alel acele açıklamalarla bu Almanya'daki Deniz Fenerinin kendileriyle ilgisi olmadığını, işten çıkarılan 2 kişinin asılsız ihbarından dolayı basıldığını vs iddia ettiyse de elbette inandırıcı değildi. Zira Alman polisi 2 kişinin ihbarı değil 1,5 yıllık araştırma sonucu bu el koymanın yapıldığını açıklıyordu. Ve Kanal 7 int'le Deniz Feneri aynı binada bulunmaktaydı. Öte yandan Deniz Fenerinin bu hükümet tarafından ülke dışında temsilcilik açma izni alan tek yardım derneği olduğu da bazı yerlerde yazıldı. Frankfurt Başsavcısı Doris Möller-Scheu, 14 apartman dairesinde arama yapıldığını ve iki kişi için tutuklama kararı çıkarıldığını söyledi. Başsavcı, daha sonra tutuklanan iki kişiden birinin Kanal 7 INT'in yöneticisi olduğunu belirtti. Baskına dek Türkiye'deki Deniz feneri sitesi ile Almanya'daki Deniz Feneri sitesinde ortak geçmiş ve aynı kuruluş anlatısı yer almakta, Almanya Deniz Feneri faaliyetlerimiz başlığı altında Türkiye'deki Deniz Feneri faaliyetlerini anlatmakta Türkiye Deniz Feneri buna her nasılsa müdahale edip sizin bizimle ilginiz yok demezken şimdi Almanya'daki Deniz Feneri başka, bizimle ilgisi yok açıklaması yapmakta. Hesapların gizlenemeyeceği düşüncesinden olsa gerek kabul ettikleri tek şey Almanya'daki Deniz Feneri bize (Türkiye'deki Deniz Fenerine) arada para yardımı yapıyordu şeklinde. Muhtemelen Deniz Feneri Kızılay, Türk Hava Kurumu gibi kurumlara alternatif olarak ortaya çıkarılmış bir projeydi.
Deniz Feneri ile ilgili iddia neydi? Almanya da milyarlarca lira yardım topladığı o yardımın çok az bir kısmını ihtiyacı olanlara dağıtıp toplanan paranın büyük bir kısmını kanal 7 ye aktarmasıydı. Kanal 7'nin kuruluş öyküsünü bilmeyenler için burada o dönemi yaşamış biri olarak aktarıp bazı hatırlatmalar yapmayı görev biliyorum
GELELİM TAYYİP ERDOĞAN KANAL 7 DENİZ FENERİ İLİŞKİSİNE
SHP'li Nurettin Sözen'in İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı döneminde belediyeye ait bir televizyon kurulması için 5 milyon dolar değerinde radyo ve televizyon yayın ve yapım cihazları satın alındı. BRT'nin (Belediye Radyo-Televizyon) işletmesi yayına geçti. Rahmetli Altan Aşar'ın başında bulunduğu ve benimde dışarıdan destek verdiğim bir dönemdir.
Kısa bir süre sonra 27 Mart 1994 yerel seçimlerinde İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı'na RP'den Recep Tayyip Erdoğan seçildi. Erdoğan'ın başkan seçilmesinden sonra BRT'nin 5 milyon dolara mal olan cihaz, link ve vericilerini aylık 200 milyon TL karşılığında 1993 yılında 100 milyar lira sermaye ile kurulan ve aralarında Recai Kutan, İsmail Karahan ve Azmi Ateş gibi RP'li yöneticiler ile Kombassan Yönetim Kurulu Başkanı Haşim Bayram 'ın ortak olduğu Yeni Dünya AŞ'ye 99 yıllığına kiraladı. Bu kiracılar BRT'nin adını Kanal 7 olarak değiştirdi.
Kira sözleşmesinin hükümlerine göre Kanal 7 adıyla yayın yapacak Yeni Dünya AŞ, teçhizatlar için belediyeye ayda 200 milyon TL kira ödeyecek ve ayrıca belediye çalışmaları, İstanbul tarihi ve kültürel birikimleri, kentteki kültürel ve bilimsel faaliyetler, halkın yaşamını ilgilendiren hava durumu, yol, ulaşım, elektrik, su, altyapı haberleri konusunda düzenli yayınlar ve tanıtım filmleri yapıp yayımlayacaktı.
1 Temmuz 1994 tarihinde yapılan kira sözleşmesinde, kiracı Yeni Dünya AŞ'nin bu filmleri ''kiralama karşılığında yerine getirilmesi gereken hüküm'' olarak yayımlanması öngörülüyor. Ancak İstanbul Büyükşehir Belediyesi, 1994-1997 yılları arasında Kanal 7 televizyonunda yayımlanması için 240 adet spot filmi belediye bütçesinden para ödeyerek özel film şirketlerine yaptırdı. Bu filmler için davet usulüyle yapılan ihale, belediyenin kendi iştiraki olan Kültür AŞ'ye verildi. Spot film yapım ihalesini alan Kültür AŞ, daha sonra bu film yapım işini İlta İletişim ve Tanıtım Hizmetleri AŞ'ye verdi.
Belediye otobüslerinin reklamı mı olur?
İstanbul Belediyesinin (yani bizim paralarımızın) Kanal 7 ye aktarılması için olmadık reklamlar belediye tarafından bu kanala yaptırılmaktaydı. Örneğin Belediye otobüslerinin reklamı. O dönem Kanal 7 çok az evde çektiğinden ve çok az bilindiğinden kamuoyu bu reklamı pek görmüyordu. Bu nedenle Hürriyet de yazarlık yaptığım dönemde bu konuya değinmiş belediye otobüslerinin reklamı mı olur? diye sormuştum. Reklamda izledik diye yarın gidip bir kaç otobüs yolculuğumu yapacağız? Bu ne saçmalıktır? Bari mezarlıklar müdürlüğünün de reklamını yapın Tayyip bey! yazmıştım. Neyse ilişkiler zincirine dönelim.
İhaleyi alan ve daha sonra bunu İlta AŞ'ye devreden belediye iştiraki Kültür AŞ'nin Murahhas Azası olan, ve sonra TRT Genel Müdürüde olan Şenol Demiröz, aynı zamanda 240 film yapım işini alan taşeron firma İlta AŞ'nin hem ortağı hem de eski yönetim kurulu üyesi. Şenol Demiröz'ün ortağı ve eski yönetim kurulu üyesi bulunduğu İlta AŞ'ye Aralık 1994 tarihi ile Mart 1997 tarihleri arasında ödenen para KDV hariç 80 milyar 945 milyon TL. Kültür AŞ'nin Demiröz'ün eski ortağı olduğu şirkete ödediği paranın ortalama dolar kuru baz alındığında bugünkü karşılığı 993 bin dolar, yani yaklaşık 1 milyon dolar. Kanal 7'ye de 142 milyar ödeme yapıldı
BRT'nin cihazlarını 200 milyon lira gibi düşük bir bedelle Kanal 7 televizyonuna aktaran Tayyip Erdoğan ve Şenol Demiröz, İlta AŞ'ye hazırlattıkları 240 adet spot filmin yayını için aynı televizyona ayrıca 142 milyar 485 milyon TL ödeme yaptı. Kanal 7'ye ödenen bu paranın ortalama dolar bazındaki bugünkü karşılığı 1 milyon 750 bin dolar.
Belki bazıları için bu ilişkiler ağının anlatımı karmaşık gelmiştir kısa bir özetle toparlayayım
SHP'li Nurettin Sözen belediye başkanıyken BRT adıyla bir Belediye TV kurdurur. Sözen seçimi kaybedip Tayyip Erdoğan belediye başkanı olur. O sırada belediyelerin TV açamayacağına ilişkin kanunu da fırsat bilen Tayyip Erdoğan kendisine bağlı Kültür AŞ nin başındaki Şenol Demiröz vasıtası ile belediyenin bu TV'sini kendi yandaşlarına 200 milyona kiralar. Sonra bununla da kalmaz Belediye otobüsü reklamı gibi olur olmadık reklam ve tanıtım filmleri hazırlatıp bu kanalda yayınlatarak İstanbul belediyesinin milyarlarca lirasını bu kanala aktarır. Yani hem belediyenin TV'sini bunlara vermiştir, hem de kanalı vermekle kalmayıp belediyeden milyarlarca lirayı da reklam tanıtım vs yoluyla bu kanala aktarmıştır. Muhtemelen AKP'nin kurulmasında da bu paralar oldukça yararlı olmuştur.
İşte şimdi Almanya'da bir bomba patlıyor. Kanal 7 den doğan ve bir TV programından bir yardım derneğine dönüşen Deniz Feneri fakir fukaraya bulgur makarna dağıtıp insanların gönlünde taht kurarken meğer yardım olarak dağıttıkları devede kulakmış ve halkın duyguları sömürülerek toplanan paralar kanal 7 ye aktarılmaktaymış. Kanal 7 eşittir kimler söylemeye gerek yok.
Peki Almanya da ortaya çıkarılan bu yolsuzluk Türkiye'de ortaya çıkarılabilir mi? Kanal 7 kimin? Onu yaratan ve besleyen kim? ondan beslenen kim? ve bugün hükümet olan kim? Bir taşla ne çok kuş dimi? Hem Türk Hava kurumu gibi çekiştiğin cumhuriyetin yardım derneklerine alternatif oluştur. Hem yardımsever kimlikle halkın gönlünde taht kur, hem kendine destek bir medyayı elinin altında tut, hem de bu toplanan paralardan beslen.
TAYYİP ERDOĞAN : Söz konusu usulsüz sözleşme, spot film yapım ve yayın işinin taraflarından İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Recep Tayyip Erdoğan bugün Başbakan,
ŞENOL DEMİRÖZ : Kültür AŞ Murahhas Azası ve Genel Müdürü Şenol Demiröz TRT Genel Müdürü iken hakkındaki yolsuzluk iddialarının ayyuka çıkması ve Başbakanlık Teftiş Kurulunun, kendisiyle ilgili soruşturmanın genişletilme kararı vermesi üzerine emekliliğini isteyerek kurumdan ayrılmıştır.
AZMİ ATEŞ : Kanal 7 televizyonunun bağlı olduğu Yeni Dünya AŞ'nin ortağı Azmi Ateş AK Parti İstanbul Milletvekilidir. TBMM Yolsuzlukları Araştırma Komisyonu Başkanlığı yapmaktadır..
PEKİ BENİM DİKKAT ÇEKTİĞİM BU İLİŞKİLER AĞINI NEDEN HİÇ BİR YAYIN ORGANINDA GÖREMEDİK GEÇEN HAFTA BU KONU GÜNDEMDEYKEN?
Galiba artık medyadan umudu kesmenin zamanı geldi de çoktan geçti. Bizim de tiyatrom'la yetinme zamanımız geçti. Ne dersiniz tiyatro dışında bir haber-yorum sitesi kursak mı? Var mı bu konuda gönüllüler aranızda?
Ramazan denince herkesin aklına hasretle anılan mazi takılıyor. Bende de öyle ama "Nerede o eski ramazanlar" söylemiyle değil elbette. Ramazan yerine göre güzelleşiyor.Erzurum'da yaşadığımız zaman şehrin güzide mahallelerinden birinde, demirevlerde otururduk. askeriye lojmanları, iki üç katlı memur evleri, beş katı bulan şehrin tüccarlarının apartmanları falan yer alırdı mahallede. Cahil cühela hiç bulunmazdı hele mahallede. Ramazanda neredeyse sahura kadar oturulurdu evlerde ve kahvelerde. Ramazan davulcusu sokaklara düştüğünde ayakta olup da yakalayanlar hemen bir halaya bağlardı bu durumu, bizim memlekette davulcular yalnız değil bir de zurnacıyla dolaşırlardı böyle durumlar için. O zamanlar kimse davulcuya bağırıp, çağırmaz, sokaktaki bu tür eğlencelere "nerede saygı" diye sitem etmezdi. Aileler geniş, mahalleler aileydi. Bugünkü gibi insanlar küçücük ailelerine sığınır, mahallelerinden kendilerini soyutlar durumda değillerdi. Hala daha bunun sebebini çözemedim ya neyse! E davulcularımızda davulcuydu, alet işler el övünür misali. Şimdiki davulcular gibi dangara dungara ses çıkarıp dolşamazlardı sokaklarda. O davulların büyüsü yapımında mıydı, çalanda mıydı yoksa biz dinleyenlerde miydi bugün bunu da çözebilmiş değilim. O zamanlarda ramazan davulunun bir gelenek olduğunu savunabilirdim ama şimdi asla.
Gazeteport'un başlatmış olduğu "Yazar Aranıyor" isimli yarışma, yurtdışını bilmiyorum ama ülkemiz adına bir ilk ve övgüye değer bir girişim. Yarışma başladıktan sonra 1500 ü bulan başvuru sayısı dikkate değer. Bu başvurular içerisinden 837 ye indirilen ve 20 Eylül itibariyle de 500 e düşürülen yazar sayısı bir yarışma için oldukça yüksek diye düşünüyorum. Değerlendirmelerin, bütün yazarların yazılarının yayınlanacak olması, tercih edilen seçme yöntemi açısından eleme sisteminin internet üzerinden yapılması da göz önüne alınınca yazarlar lehine pek de faydalı olmadığı kanısındayım. Değerlendirmede, yazarların yayınlanan yazılarının aldığı toplam puanlar üzerinden değerlendirme yapılarak birer haftalık sürelerle en altta kalan 100 kişi elenecek. Bu sürecin ardından kalan 100 kişi içinden yine birer haftalık süreyle toplam puan üzerinden 25 er kişi elenerek nihayetinde gazeteport dört hafta sonunda 25 kişilik asil yazar kadrosuna kavuşmuş olacak.
Benim asıl değineceğim, eleme sistemi. Tvde star seçmek için yayınlanan yarışmalardan pek de farklı görmüyorum bu yarışmayı. Her gün yaklaşık 500 yazar ve yazı. Hepsi içerisinden bir seçim yapabilmek için en az hepsinin bir yazısını okumak gerekiyor. Hesaba vurursak her yazarın birer yazısını okumak için ayırmak gereken süre aralıksız 12.5 saat. Yarışma dediğin böyle olur.
Televizyon haberlerinde seyrederken hep düşünmüşümdür, gayrimüslim kanaat önderleri ve diğer dinlerin temsilcilerini; neden hep bir cenaze namazında safa sokmak, minber önünde inanmadıkları bir tanrıya duaya çağırmak, ramazanda anlamını bizimle aynı manada idrak etmeleri mümkün olmayan, orucumuzu açtığımız iftar sofrasına oturtmak eğilimindeyiz. Koskoca din temsilcilerinin acaba bu tür sempatikliklerle Müslümanlaştırılacağı inancı mı taşınıyor? Hiç sanmam!Maeltö’ye giden Müslüman var mı?Siz hiç “Ta Fota” ayinine katıldınız mı Rum dostlarınızla beraber... İsa’nın vaftiz edilişi nedeniyle düzenlenen bu törende sizi de bir Müslüman olarak aralarında görmek istediler mi?
Ya da bir Süryani’den, Mesih’in mabede sunuluşu nedeniyle kutlanan “Maeltö”ye davet edildiniz mi?
Ermenilerin “Pun Paregentan” karnavalına katıldınız mı? Hani 50 gün süren “Medz Balık”tan, yani “Büyük Oruç”tan hemen önce kutladıkları... Onlarla birlikte “khacverats”a (hac yortusu) gittiniz mi geçen pazar günü?
Biliyorum; bu soruların yanıtı doğal olarak “hayır...”
Çünkü her dinin mensupları, kendi dinlerinin gereklerini diğer dinlerden olanlardan ayrı bir ortamda yerine getirir. Bu tür günlerde “içtenlik” esastır ve o dine inanmayanlar içten olamayacağı için de davet edilmez.
Peki bu, neden bizim “iftar sofralarımız” için geçerli değil...
Neden son yıllarda bazı belediye başkanlarımız Ermeni, Süryani, Rum din adamlarını adeta zorla iftar sofrası etrafında buluşturuyor?
Ya da Başbakan Erdoğan’ın katılacağı iftara neden “oruç”un anlamını bile bilmeyen Hillary Clinton, Jennifer Lopez, Brad Pitt ve Robert de Niro davet ediliyor?
Bu tür davetler “dinlerarası dayanışmaya” hizmet ediyor gibi görünse de o ortamdaki “içtenliği” zedelemiyor mu?
Zedelemiyorsa; onlar neden bizi davet etmiyorlar dini törenlerine?
Bizim başımız kel mi?
Debra Denker Haziran 1985 sayılı dergide hikayesine "Bu kızın adını hiç bilemeyeceğim" sözleriyle başlarken Sharbat Gula'nin küresel savaş mağdurlarının bir ikonu haline geleceğini tahmin etmiyordu anlaşılan. Zümrüt gözlerinden, ailesini yitirmenin acısı, insanlara karşı duyduğu güvensizliği ve yaşananlara gölzerine bakacaklara yaşadığı bölgedeki ızdırabı öyle güzel anlatıyor ki bu bakışların üzerine hiç bir şey yazılmasına gerek yok.
Sharbat'ın adını sanını bilen yokmuş o zamanlar ama adına ne gerek var, gözlerinin söylediklerinin yanında. Zamanında Afgan Kızı'nı fotoğraflayan Mccurry, 1985 teki Afganistan hikayesini yazan Debra'nın "Bu kızın adını hiç bilemeyeceğim" sözünü haksız çıkarmak için kendine ahdetmiş ve 2001 yılında düşmüş Afganistan topraklarında Sharbat'ın izinin peşine. Ve sonunda Sharbat'ın abisini tanıyan birisinin aracılığıyla ulaşmayı başarmış, her zaman ki alışkanlığıyla boş durmamış bu sefer de 29 yaşlarına ulaşmış olan Sharbat'ı, 18 sene sonra yeniden fotoğraflamış, hem de bu sefer Sharbat'ın eline, fotoğrafçılığının şaheseri Afgan Kızı portresiyle süslenmiş dergisini tutuşturarak. "Hey yavrum be neler başarmış adam". Gözlerinin şeklinin hiç değişmediğini ve o fotoğraftaki kızın bu kadın olduğunu göz şeklinin analizinden teyit etmiş. Evet haklı Sharbat'ın göz şekli değişmemiş ama değişmeyen birşey daha var ki o da yaşadıklarının farkına varmış gözlerin daha bir öfkeli söyledikleri. Sharbat o zamandan bu zamana çok şey yazamış; 90ların ortalarında bulunduğu mülteci kampından büyükannesi ve dört kardeşiyle birlikte ayrılarak karlı dağları bir battaniyeyle ısınmaya çalışarak aşmış ailesinden kalanların dışında 6 kişiyi zulme kurban vermiş. Mısır, bugday, pirinç ve ceviz ile hayatlarını devam ettirmeye çalışmışlar, okul, sağlık ocağı, yol ve su olmayan memleketleri olan köylerinde.
Bu bakışların karşısında, Sharbat'ın yaşadıklarını, gördüklerini, hissettiklerini anlamamak mümkün değil. 12 yaşındayken dünyadan bihaber korku ve çekingenlikle söylediklerini şimdi daha bilinçli bir şekilde haykırıyor. Acaba bu çekilen fotoğrafın ardından başka bir bombardıman daha başlar mı? gür bir sesle yeniden küresel dünyada ben varım diyen Rusya güçlenmeye başladıkça, başlamaz diye kim garanti verebilir Sharbat'a. Amaan nolcak canım olursa öyle bir saldırı-savaş, Mccurry objektifinden dünyaya haykırtacak yeni zümrüdi Afgan gözleri bulur.
Müzikten çok fazla anlamam bunu baştan belirtmem gerekir. Burada tutup da kafadan bir rock müzik tarihi de yazacak değilim. Zaten yazanlar yazıyor üstlerine vazife olan tarihi. Yine de nedir ne değildir diye isim felsefi kısmına merak salanlar olursa wikiciğimiz sağolsun rock müziği ile ilgili güzel bilgiler barındırıyor. Şurada bir forumdan da bu konuda faydalanabiliriz. Şurada da direct-i ile yapılmış bir ropörtaj yer alıyor. Ya nebilim işte arayan bulur internette.
Gelelim asıl konuya. Şebnem Ferah, Ogün Sanlısoy, Hayko Cepkin gibi rock müzik sanatçıları yeni çıkardıkları albümlerle yapmış oldukları müzikte asıl olmaları gereken yere döndüklerini-vardıklarını belirtiyorlar imkan buldukları her fırsatta. Daha önce neredeydiler diye düşünüce yine sanatçıların kendileri bu soruya cevap veriyorlar: Müzik piyasası müsait değildi, istediklerimiz yapımcılar tarafından yontularak alışagelmiş kalıplarla su üstündeki kitleleri elde tutmak kaygısıyla yapmak istediklerimize izin verilmiyordu. rockçuların tabiriyle genelde rockçuların çoğusu underground denilen şekilde belirli sayıda bir hayran kitlesine pek de piyasaya bulaşmadan ulaşıyorlardı ve kendi yağlarında kavruluyorlardı. Rocker kitlesi bu düzenin dışına çıkıp da kendisini topluma açmayı başaranları "piyasa oldu" diye kendilerinden soyutluyorlardı. bir tavır rockçular arasında egonun yeterince tatminini sağlıyordu. Fakat piyasada özellikle pop rock, soft rock tarzı çalışan sanatçıların müzik piyasasından kaptıkları pastayı göz önüne alınca kendi kariyerleri ve hedefleri yönünde yeniden bir değerlendirmeye giderek bu piyasada kendilerine bir yer edinmeye çalıştılar. Ve anlaşılan o ki artık bunu başarıyorlar. Hard rock kitlesi sadece underground takılmıyor, sosyal hayatta da beğenilerine uygun müziği arıyorlardı ve sanatçıların bu yaklaşımı iki taraf açısından da olumlu sonuçlar doğuruyordu. Doğal olarak elini taşın altına koyup bu işe girişenlerin başarısını gören yapımsılar da artık bu tür çalışmaların piyasada önünü açma kararına vardı. Neyse rockçılar yer altından sosyal hayata ve müzik piyasasına hızlı bir dalışa geçtiler. Bu geçiş elbetteki müziklerindeki sert değişimle kendini gösterdi.
Bu memlekette insanlar; önlerine ne koysan yiyorlar. Uyuşmuş, makinalaşmış hale gelen insanlar duydukları müziğe sadece kafa sallamakla yetiniyorlar. Bu uyuyan halkı bir şekilde uyandırmak ve neye, niçin, nasıl kafa salladıkları konusunda kafalarına indirilecek bir çekiç darbesiyle gerçek dünyaya döndürmek gerektiğinin düşünülmesi. Ben rock müzikteki ortaya çıkan bu idealistliğe kendimi inandırmak istiyorum. Müzikle kafalarına inen çekiç darbeleriyle sersemletilenlere bir de serum gibi sözlerle destek verilirse asıl uyanışa geçecekleri kanaatindeyim. Nebilim, böyle şeyler düşünüyorum bu arada.
Bilindiği üzere gelişen yazılım teknolojisiyle paralel bankacılık sektöründe de güvenlik çalışmaları ve ödeme imkanları o hızda ilerlemekte. İnernet üzerinden gerçekleştirilen bankaclık işlemleri, banka şubeleri üzerindeki işlem yoğunluğunu da yaygınlaştığı derecede azaltmakta. Banka havaleleri, eftler, fatura ve kredi kartı ödemelerinin internet üzerinden yapılması seneden seneye yaygınlaşarak artmakta. Bankacılık sektörü de bu gelişmeye istinaden online hizmetlerini arttırma ve geliştirme peşinde. En son gelişme de elbette ki sanalpos uygulamalarıyla kredi kartlarının internet üzerinde kullanımını yaygınlaştırmakta. BKM verilerine göre: yerli kredi kartlarının yurtiçi alışverişte kullanım hacmi 2002 yılı itibariyle 21.193,44 (xmilyon YTL), 2007 ikinci dönem itibariyle 79.664,50 (xmilyon YTL) gerçekleşmiş ve yaklaşık beş yıl süresince yüzde 375,89 artış göstermiştir.
Banka havalesi veya eft kullanarak da internetten alışveriş yapılabilir dediğinizi duyar gibi oluyorum. Evet, haklısınız. Hemde kredi kartına göre de fiyat avantajı sağlanıyor fakat bu alışveriş sürecini ve ödeme takip süresini uzatıyor. Banka kartlarına da sanalpos desteği verildiği zaman nakit ödeme işlemi göreceğinden, internetteki alışverişlerde yine ödeme konusunda kullanıcı lehine olacaktır.
Şu dünya garip bizim memleket ve insanımız daha garip. Sadece bana garip geliyor oysa normalde küreselleşen dünyada oldukça normal bir durum; bir ülke vatandaşının uluslarası müsabakalarda başka bir ülke vatandaşı olarak yarışması. Tamam normal bir şey demiyorum; bizde de bir ton ithal sporcu var. Ama işin garibi aa verdiği şu haber:
Bir zamanlar televizyon ekranlarında iktidara karşı muhalefet yapabilen, halkın yaşadığı sıkıntıları attığımız kahkahalar esnasında açık kalan ağzımızdan midemize kadar sokan mizah programları mevcuttu. "Programları" denecek kadar çok değildiler aslında hepi topu ya iki ya üç.
Yakın geçmişte bir de Hamdi Alkan "silindiri :)" vardı. Olacak o kadar, gibi etkili olamasa da kendince tutturduğu üslupla yoluna devam ediyordu.İyi kötü ekrandan birşeyler söyleyebilmeyi başarıyordu.
Aaa bir aralar da "Bir demet tiyatro" vardı tabi, Yılmaz Erdoğan'ın henüz sınıf atlamadığı ve idealist olduğu zamanlara denk gelen vakitlerde. BKM de sermayeyi yaladıktan sonra tv ekranlarında halkla buluşan yapımları da unutmamak gerek Yılmaz Erdoğan adıyla anılan; Oto Gargara,Bana Bir Şeyhler Oluyor.

Gece bilgisayar başında oturmuş internet ortamında araştırma karıştırma işleriyle uğraşırken, birden beynimde bir kıvılcım çaktı. İşte o an sanki ömrüm boyunca beklediğim ışığa kavuştum.
Musa Öğün’ün hayat hikayesi, 1920'de Kars'ın Sarıkamış ilçesinde doğmasıyla başlıyor.. 1940'da Harp Okulu'nu, 1954'te Kara Harp Akademisi'ni bitiriyor, Türk Silahlı Kuvvetler'inin çeşitli kıta ve karargahlarında görev alıyor. Musa Öğün, albay ve tuğgeneral rütbeleriyle Moskova'da Silahlı Kuvvetler Ateşesi olarak çalışıyor. Genel Kurmay Muhabere ve Elektronik Dairesi Başkanı iken Adnan Öztrak'ın istifasıyla boşalan TRT Genel Müdürlüğü'ne 2 Ağustos 1971'de atanıyor.Bu görevi, 30 Ağustos 1973 tarihine kadar sürdürüyor. ardından Erzurum'daki Dokuzuncu Kolordu Komutanlığı görevinden 1977 yılında emekliye ayrılıyor. Musa Öğün, 17'nci Dönem Kars Milletvekili olarak da TBMM’de görev yapıyor. Bu paşanın bu şekilde devam eden hikayesi 14 Ağustos 2007 tarihinde Ankara’da geçirdiği kalp krizi neticesinde sona eriyor.Bu oyun sayın Başbakan Yardımcısı'nın döneminde tiyatrolarda kapalı gişe oynandı, TRT bunu yayınlayınca mı müstehcen oldu? Yatak kelimesinin müstehcenlikle ilgisini ben anlayamadım!


Medya ayağa kalktı; vay efendim türban serbest olursa toplumsal baskı olur, başı açık kızlarımıza da zorla türban taktırılır. Ulan halktan ne kadar uzak bir değerlendirme bu? En acı olanı ise bu salakça tutuma kapılıp ardından giden onlarca aydın(!). Yasağın olması başörtülü insanlarda ne kadar baskı oluşturdu da başlarını açtılar? Zamanımızın sisyasi Nostradamusu Tarhan Erdem'de bu tavıra katılıyor ve seçimlerde sağladığı başarıya güvenerek üstün körü bu tavrı destekliyor.